34,7513$% 0.04
36,6222€% 0.21
44,1841£% 0.34
2.965,30%0,51
2.652,43%0,41
9.886,05%0,60
Delice’nin kasabasından tayin olup Kırıkkale merkeze yerleşen arkadaşım (Buz Beyazı adlı öyküye bakınız), kasabanın yalnızlığından sıyrılır sıyrılmaz bir kızla tanışmış ve kısa sürede evlenmeye karar vermişti. O evlilik kararı verirken, ben karımdan ayrılmış ve zorlu mahkeme sürecine girmiştim. Evliyken geçirdiğim sıkıntılı zamanların boşanırken daha da bunaltıcı bir hal aldığının farkına varıyordum yavaş yavaş. Benim bu kötü günlerimde Yener’in düğün daveti belki de soğuk ve taze bir nefes olacaktı.
Cuma günü akşamüstü bindiğim Yeni Doğu Ekspresi’nden Irmak kasabasında inecektim. Haşlanmış yumurta kokusundan çakır keyif olduğum vagondan yemekli vagona geçerken kafamda hiçbir sonuca ulaşamayan birçok düşünce, hiçbir düşünceye varamayan bin bir görüntü vardı. İki vagon arasındaki sigara içen adam öbeklerini geçip yemekli vagona girince bambaşka bir dünyaya ayak bastığımı fark ettim. Koyu kırmızı örtülerle kaplanmış sabit masaların üstünde beyaz, bembeyaz, gelin çeyizi saflığındaki ranırlar beni çok etkiledi. Salına salına batan güneşi göremese de kızıllığını süzen pencerenin önündeki masaya oturup menüye baktığımda 33’lük biranın dışarıda satılan normal 50’liğin iki katı fiyatla kaktırıldığını görünce, dönüşü olmayan bir yola girdiğimi idrak ettim. İçinde bulunduğum psikolojik durum ağır bastığı için cüzdanımın incelmesine aldırmadan biraları yuvarlamaya başladım. Dişimin kovuğunu anca yarılayan beşinci 33’lüğü de bitirip vagonuma dönerken, tren Etimesgut’u geçmiş Ankara Garı’na varmak üzereydi.
Ankara’da yarım saat mola verip, boşaldığı kadar da dolan Yeni Doğu Ekspres’i Irmak istasyonunda durunca, sırt çantamı elime alıp indim trenden. İstasyonda beni karşılayan Yener, bana sarıldıktan sonra “Olum kaç tane yumurta yedin la sen! Bu ne koku?” diyerek sırtıma yumuşak yumruklar indiriyordu. “Seviyorum olum yumurtayı, özellikle de haşlanmış yumurtayı” dedim gülümseyerek ve karnına vuruyormuş gibi yapıp vurmayarak.
Irmak’taki kız evine vardığımızda geniş bahçede özenle asılmış yuvarlak ampullerin altına kurulmuş rakı masalarından birine oturdum Yener’in yönlendirmesiyle. Etrafı alçak bir taş duvarla çevrilmiş olan bahçe sarı ışık altında ışıldayan beyaz peynirlerle, kavun tabaklarıyla ve türlü çeşit mezelerle şenlenmişti. Oturduğum masada Yener’in Kırıkkale’deki arkadaşları vardı çoğunlukla. Zaten coşkuyla akmakta olan muhabbetin debisi benim de katılımımla daha da coşmuş, ilk defa tanıştığım insanlarla yıllardır arkadaşmışız gibi hissettirmişti. Trendeki biraların üstüne içtiğim sodalı rakı kadehlerinin sayısı arttıkça iyice neşelenmiş, sıkıntılarımın üstünü buz beyazı rakıyla örtmüştüm. Akşam boyunca konsomatris gibi bütün masaları gezen Yenerto bizim masaya geldiğinde, benim kafa çakırlıktan çıkmış sarhoşluğa evrilmişti. Yeteri kadar içildiğine kanaat getirilince ve de gecenin saatleri hızla ilerlediğinden dolayı kız evinden ayrılıp Kırıkkale’ye yollandık.
Beni misafir edecek olan Salim’in evine giderken, Süleyman’ı ailesiyle birlikte yaşadığı eve bıraktık. Salim’in ev arkadaşı Özkan bizim kapıdan girdiğimizi görünce bana kısa, soluk bir “hoş geldin” deyip büyük ekranlı ve büyük tüplü televizyonun bir metre önüne koyulmuş koltuğuna oturup Kral Tv’de yayınlanan kliplere daldı kaldığı yerden. Genç yaşına rağmen kafasının üstü havaalanı gibi açılmış, çenesi hafif öne çıkık, gözlerinin feri griye dönmüş, vatani görevini yedek subay olarak Kırıkkale’de yapan, “hafta sonu alkoliği” bir adamdı Özkan. Hafta içi ağzına sürmediği alkolü cumartesi sabah kahvaltısından itibaren içmeye başlıyordu. Mesai dışındaki tüm zamanını Kral Tv’ye yakın mesafeden bakarak harcıyordu. Yanına koyduğu bira kasasındaki boşları dolularla değiştirirken her hamlede düşünerek adeta usta bir satranç oyuncusu görüntüsü sergiliyordu. Salim televizyonun sesini kıstığında fark etmedi bile. Sazı eline alan Salim, yer yer detone olsa da Neşet Baba’dan, Ahmet Abi’ye, Şerefli Mahzuni’den, zamanına sığamayıp günümüze ulaşan Taşan Hacı’ya sektikçe, coşan benliğime daha fazla dayanamayan beynim “artık uyu!” emrini verince devrilip yattım çekyata, çekmeden. Başımda Salim’in sazı, geriden gelen Kral Tv’deki Sertab Erener’in dev ağzından çıkan büyüleyici sesi. Gözlerimi kapattığımda ben değil ama bütün oda, bütün hayatım dönmeye başladı. Çok döndüler ve çok da hızlı döndüler. Mecalim olmasa da açtım gözlerimi. Bu sefer de ben dönüyordum sabit olan her şeyin etrafında olanca hızımla. Dayanamayıp kafam düşünce “leğen” diyebildim sadece. Salim sazını bırakıp banyoya koşarken, doğrulmaya gayret ettim. Bana doğru koşarak yaklaşan leğene doğru tazyikli, bulaşık ve sarımsak kokulu kusmuklarımı tam isabetle fışkırtsam da etrafa sıçrayan tahrip gücü yüksek parçacıkları yakalaması mümkün olamadı Salim’in.
Sabah gözlerimi açtığımda uyuyordum aslında hala. Kahvaltı bile etmeden evden çıkarken, Özkan elinde yarım bira şişesiyle koltuğunda sızıp kalmıştı. Düğün evine vardığımızda yalımlanan alevlerin üzerine yerleştirilmiş koca koca sacayaklarına kurulmuş kara kazanlar iştahla kaynıyordu. Duman duman pişen pilavın, etin, kuru fasulyenin sıcacık kokusu biraz kendime getirmişti beni. Daha önce kimdeydim ya da nerdeydim bilmiyorum ama kendime geliyordum küçük adımlarla. Kazanların başında duran tüm yetkilerle donatılmış Süleyman, Salim’in gelmesiyle yetkilerini değilse de sorumluluklarını onunla paylaşmıştı. İki iş bilir, iki yeminli fişek organizasyonu çekip çevirirken bana bol etli bir yarım ekmek getirdiler. Yemek kazanlarının duldasına sakladıkları şişelerden rakı yudumladıkça daha çok hakim oluyorlar ve daha bir yön veriyorlardı gidişata. Getirdikleri kadehi hafifçe öğürerek geri çevirdim. Karnımı doyurup midemi yatıştırmıştım ki düğün evinin bulunduğu sokağın iki ucunda beliren davulcular kendi taraflarından gelen misafirleri haber vermek için gergin davul derisine acımasızca vurmaya başladılar keçeden yapılmış tokmakları. Uzaktan da olsa hoş gelmiyordu davulun sesi. Belki de yeterince uzakta değildim davula ve dünyaya.
Çok geçmedi, yerel sanatçı Osman sokağa kurdu düzenini. Oturduğum tahta sandalyenin arkasına koyduğu ayaklı hoparlörü fark ettiğimde elektro bağlamasının akordunu yapıyordu Osman. Orgun otomatik ritmine uygun vuruşlarla bazı türküleri andıran nota demetleriyle akordu yaptıktan sonra, sazını sandalyesine özenle oturtup yanında duran siyah tekelci poşetinden kendi siidiilerini çıkardı ve orgun önüne dizmeye girişti. Şeffaf naylonların içine koyduğu disklerinin ön kısmında aşırı renklendirilmiş bir fotoğrafı vardı. Fotoğrafta bol ve iri yüzüklü, kıllı ve dolma parmaklarıyla sazını tutmuş, gereksiz ve yüzüne hiç yakışmayan cıvık bir gülümsemeyle bana bakıyordu Osman.
“Ömür dertlerden ibaret, yanıyor ah-u zarınan / sen bir garip, ben bir garip, gurbet gidiyor zoruma / yazı bi dert, gışı bi dert gelmiyeydik şu dünyaya / gardaş bi dert, bacı bi dert, acımıyor zavallıya” diye başlayınca programına, düğüne mi geldik, yasa mı geldik acaba diye sorguladım kendimi ister istemez. Art arda sıraladığı birbirinden dertli parçalar, önünde oturduğum hoparlörden kulaklarıma atlıyor, kulaklarımdan tutup yere çalıyorlardı sanki. Bir kucak kafayla dinlediğim adeta suyun altında çalınıyormuş gibi dalgalanıp, yankılanan elektro bağlama ve orgun tiz ritmi yetmiyormuş gibi tüm bunlardan bağımsız sokak başı davulcuları…
Süleyman “arabaları hazırlayın!” diye bağırıncaya kadar dolup, boşalan masaların, doyup, kalkan insanların devir daimine dalmış gitmiştim. Yanıma gelen Yener, “Hadi gardaş gidiyoz” diyerek kolumdan tutup kaldırınca, nereye gidiyoruz niye gidiyoruz demeden takıldım peşine. Konvoyun başındaki arabadaydım. Fakat bir süre sonra önümüze geçen araba bize de işaret verip yavaşlayarak sağa çekti. Tıka basa adamla dolu sekiz-on kadar arabanın içindekiler yolun kenarında oyun havalarıyla bir zaman döndükten sonra yola devam edildi. Bu durup, dönüp, dolanmalar iki defa daha yapıldı Irmak’a varana kadar. Kız evinde zaten kurulu olan düğüne katılınıp geri dönüldü. Bizim Yener’in evine varmamızın hemen akabinde kız evinin konvoyu indi oğlan evine. Bu gidiş gelişler gün boyu devam etti. Hiç oynamadığım halde çok yorulmuştum. Hareketli akışın içinde mümkün olduğunca hareketsiz kalarak akşamı ettim.
Nihayet kendimi toparlamış ve sofradaki yerimi almıştım. Osman’ın çalıp söylediği kıvrak türküler ve oyun havalarıyla, dolup boşalan kadehlerle artan eğlence tüm hızıyla devam ediyordu. Yener’in evine gelen kız evi, usulünce ağırlandıktan sonra geri döndü. İade-i ziyaret yine Süleyman’ın komutuyla başladığında atladım hemen arabaya. Yine duruldu yolda, yine dönüldü, yine oynandı defalarca. Bu sefer ben de oynadım rezil olma pahasına. Ama oynamayı rezilliğe dönüştürmemenin yolunu oynarken bulmuştum. Aşırı hareketlere girmeden, olduğum yerde en fazla birkaç adımla sağa sola, öne arkaya gidip kollarımı kaldırıyor ve parmaklarımı ara sıra şıklatıyordum. Kız evine düzenlenen son seferden sonra oğlan evine geldiğimizde “çıngırahlı yılan yılan çıhtın sevdiğim / ne yılana benzer vay vay / ne de çayana ne de çayana / çıngırahlı yılan yılan çıhtı sevdiğim / çıhtı sevdiğim” parçasıyla karşıladı bizi Osman ve enstrümanları. Güzel yenildi, güzel de içildi. Yener ayağını yerde sürükleyerek “topal havası”nı oynarken yanına gidip müsaade istedim.
Salim beni eve bırakıp geri düğüne dönerken Özkan yine koltuğunda bir yandan klip izliyor, bir yandan da bira kasasıyla satranç oynamayı sürdürüyordu. Hiçbir şey demeden arkasından geçip çekyata uzandım bu defa çekerek. Ertesi sabah erkenden yola çıkmam gerekiyordu Eskişehir’ e doğru.
Yirmi bire dönen ikibinlerin Ocak’ındayız dün yağan karları ışıldatan parlak güneşli bir günde…
Baltalı İlah içini Zırmanşet’e döktü! Kaçırmayın
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.