36,1307$% 0.04
37,8319€% 0.71
45,2936£% 0.72
3.388,89%0,65
2.915,07%0,50
9.779,57%-1,04
25 Ocak 2021 Pazartesi
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Fanusta aylardır tek başına yaşayan, Japonya nüfus müdürlüğüne kayıtlı balığım Erşant’ın yanına arkadaş olması, yalnızlığını paylaşması için aldığım altınbaş cinsi Japon Balığı’nı akvaryumcu poşetinden fanusa aktarırken iyi bir şey yaptığımı düşünüyordum. Altın başlı Narin, ilk şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışırken nazlı nazlı dolaşıp salınıyordu suyun içinde. Erşant ise normaldeki hareketliliğine ek olarak daha da hareketlenmiş, sert ve seri hamlelerle volta atmaya başlamıştı suyun içinde.
Ertesi gün birbirlerine alışmış oldukları ümidiyle fanusun önüne bir sandalye çekip oturdum. Küçücük ortamda büyük bir hengame, bir koşuşturma almış başını gidiyordu. Erşant, Narin’in peşinde hırçın hırçın dolanıyor, kenarda, köşede denk getirip dudaklarıyla darbeler indiriyordu Narin’in karnına. Yemlerini attığımda Narin kovalanmaktan yorgun düşmüş bir halde yeme yaklaştı. Usul usul emerek darbelere maruz kalmış karnını doyurmaya uğraşırken Erşant tabandaki boncukların üzerine uzanmış Narin’in yumuşatıp yutamadan düşürdüğü yem parçalarını yiyordu. Yüzeydeki tüm yemin yumuşadığına kanaat getirince yukarı doğru fırlayıp, bütün halde yuttu yemi. Şişkin karnıyla kabadayı gibi ağır ağır dolanarak bir yandan Narin’in yeminin geri kalanını takip ediyordu. Tek bir kuyruk vuruşuyla Narin’i uzaklaştırıp kalan lokmayı da yuttu. Narin, o sırada dipteki boncukları dudaklarıyla yoklayıp yiyecek bir şeyler aranırken, suyun içine karışan, ince, solucanımsı dışkıları vakumlayıp, yenecek bir şey olmadığını anladığında ise geri püskürtüyordu.
Üçüncü günün sabahında onları yan yana yüzerlerken görünce “n’aptınız gençler! Alıştınız mı len!” diyerek eğildim fanusa doğru. Belki arkadaş oldular, belki de çift oldular diye sevinmiştim. Bu sakin ve mutlu tabloya rağmen sıklığı azalsa da ara sıra kafa atmayı sürdürüyordu Erşant şerefsizi. Yine yemleyince ikisi de emmeye başladılar. Erşant dingin, Narin ise tedirgindi. Yemek faslı bitince Erşant yeterince doymamış olacak ki Narin’in ardında salınıp duran dışkıyı içine çekip kopardı ve tekrar geri püskürttü. Suyun içinde dalgalanan dışkı, bir süre sonra zemindeki boncukların üstüne düştü. İlerleyen saatlerde tekrar başlayan kovalamacada daha da vahşileşen Erşant, Narin’in kaçmasına fırsat vermiyor ve vurdukça vuruyordu dudaklarını Narin’in karnına, kuyruğuna. Kaçmaktan iyice yorgun düşen zavallı Narin son bir ümitle kafasını boncukların içine sokmuş tüm vücudunu saklamaya çabalıyordu.
Sonraki gün Narin, yer yer pulları dökülmüş, kuyruğu hırpalanmış ve o göz alıcı beyazlığı solmuş bir halde salınırken, Erşant’ın turuncu pulları daha da parlamış ve üst dudağının üstünde ince siyah bir çizgi oluşmuştu. Boncukları burnuyla kaldırıp kafasıyla oynayarak tesbih çekiyordu adeta. Solungaçları isteksizce açılıp kapanan Narin, Erşant’tan arta kalan oksijeni solumaya çalışıyordu. Ritmini kaybeden solungaçlarını oynatmaya çalıştıkça daha da yorulan Narin sağ yanına doğru devrilip, düzeldi bir zaman suyun üstünde. Sonra dibe çöküp yattı sağ yanına. Ağzı ve solungaçları dermansız açılıp kapanırken oksijeni arttırabilmek için biraz su ekledim fanusa. Bıyıklı ise deli gibi bir o tarafa bir bu tarafa atılarak yüzüyor, kaçan birisi olmayınca kendi kendini kovalıyordu. Zeminde yatan Narin’i fark edince üstüne gidip birkaç dudak darbesi daha vurdu. Narin’den herhangi bir tepki gelmeyince, bu sefer onun altına girip yumuşak itelemelerle onu yüzeye kadar çıkarıp etrafında geziniyordu. Tekrar dibe çöken Narin’i defalarca yüzeye çıkardı: “Hadi kalk, oynayalım yine, sen olmazsan ben kimi kovalarım, balık halime bakmadan kime itlik, serserilik yaparım” der gibiydi. Uğraştı, çok uğraştı. Ama akşam saatlerinde son solungaç oynatışını görünce, fanustan çıkardım Narin’in naaşını. Burnundan damlayan son su damlasına bakakaldı Bıyıklı.
İki üç gün yüzmedi hiç, öyle oturdu zeminde. Üst dudağının üstündeki siyah çizgi günden güne soluklaşıp kayboldu. Bir daha yeni bir balık almamak üzere söz verdim kendime.
Ağustosunsıcağındaikibininondokuzundaydık
instagram/fatihgoksu9
Delice’nin kasabasından tayin olup Kırıkkale merkeze yerleşen arkadaşım (Buz Beyazı adlı öyküye bakınız), kasabanın yalnızlığından sıyrılır sıyrılmaz bir kızla tanışmış ve kısa sürede evlenmeye karar vermişti. O evlilik kararı verirken, ben karımdan ayrılmış ve zorlu mahkeme sürecine girmiştim. Evliyken geçirdiğim sıkıntılı zamanların boşanırken daha da bunaltıcı bir hal aldığının farkına varıyordum yavaş yavaş. Benim bu kötü günlerimde Yener’in düğün daveti belki de soğuk ve taze bir nefes olacaktı.
Cuma günü akşamüstü bindiğim Yeni Doğu Ekspresi’nden Irmak kasabasında inecektim. Haşlanmış yumurta kokusundan çakır keyif olduğum vagondan yemekli vagona geçerken kafamda hiçbir sonuca ulaşamayan birçok düşünce, hiçbir düşünceye varamayan bin bir görüntü vardı. İki vagon arasındaki sigara içen adam öbeklerini geçip yemekli vagona girince bambaşka bir dünyaya ayak bastığımı fark ettim. Koyu kırmızı örtülerle kaplanmış sabit masaların üstünde beyaz, bembeyaz, gelin çeyizi saflığındaki ranırlar beni çok etkiledi. Salına salına batan güneşi göremese de kızıllığını süzen pencerenin önündeki masaya oturup menüye baktığımda 33’lük biranın dışarıda satılan normal 50’liğin iki katı fiyatla kaktırıldığını görünce, dönüşü olmayan bir yola girdiğimi idrak ettim. İçinde bulunduğum psikolojik durum ağır bastığı için cüzdanımın incelmesine aldırmadan biraları yuvarlamaya başladım. Dişimin kovuğunu anca yarılayan beşinci 33’lüğü de bitirip vagonuma dönerken, tren Etimesgut’u geçmiş Ankara Garı’na varmak üzereydi.
Ankara’da yarım saat mola verip, boşaldığı kadar da dolan Yeni Doğu Ekspres’i Irmak istasyonunda durunca, sırt çantamı elime alıp indim trenden. İstasyonda beni karşılayan Yener, bana sarıldıktan sonra “Olum kaç tane yumurta yedin la sen! Bu ne koku?” diyerek sırtıma yumuşak yumruklar indiriyordu. “Seviyorum olum yumurtayı, özellikle de haşlanmış yumurtayı” dedim gülümseyerek ve karnına vuruyormuş gibi yapıp vurmayarak.
Irmak’taki kız evine vardığımızda geniş bahçede özenle asılmış yuvarlak ampullerin altına kurulmuş rakı masalarından birine oturdum Yener’in yönlendirmesiyle. Etrafı alçak bir taş duvarla çevrilmiş olan bahçe sarı ışık altında ışıldayan beyaz peynirlerle, kavun tabaklarıyla ve türlü çeşit mezelerle şenlenmişti. Oturduğum masada Yener’in Kırıkkale’deki arkadaşları vardı çoğunlukla. Zaten coşkuyla akmakta olan muhabbetin debisi benim de katılımımla daha da coşmuş, ilk defa tanıştığım insanlarla yıllardır arkadaşmışız gibi hissettirmişti. Trendeki biraların üstüne içtiğim sodalı rakı kadehlerinin sayısı arttıkça iyice neşelenmiş, sıkıntılarımın üstünü buz beyazı rakıyla örtmüştüm. Akşam boyunca konsomatris gibi bütün masaları gezen Yenerto bizim masaya geldiğinde, benim kafa çakırlıktan çıkmış sarhoşluğa evrilmişti. Yeteri kadar içildiğine kanaat getirilince ve de gecenin saatleri hızla ilerlediğinden dolayı kız evinden ayrılıp Kırıkkale’ye yollandık.
Beni misafir edecek olan Salim’in evine giderken, Süleyman’ı ailesiyle birlikte yaşadığı eve bıraktık. Salim’in ev arkadaşı Özkan bizim kapıdan girdiğimizi görünce bana kısa, soluk bir “hoş geldin” deyip büyük ekranlı ve büyük tüplü televizyonun bir metre önüne koyulmuş koltuğuna oturup Kral Tv’de yayınlanan kliplere daldı kaldığı yerden. Genç yaşına rağmen kafasının üstü havaalanı gibi açılmış, çenesi hafif öne çıkık, gözlerinin feri griye dönmüş, vatani görevini yedek subay olarak Kırıkkale’de yapan, “hafta sonu alkoliği” bir adamdı Özkan. Hafta içi ağzına sürmediği alkolü cumartesi sabah kahvaltısından itibaren içmeye başlıyordu. Mesai dışındaki tüm zamanını Kral Tv’ye yakın mesafeden bakarak harcıyordu. Yanına koyduğu bira kasasındaki boşları dolularla değiştirirken her hamlede düşünerek adeta usta bir satranç oyuncusu görüntüsü sergiliyordu. Salim televizyonun sesini kıstığında fark etmedi bile. Sazı eline alan Salim, yer yer detone olsa da Neşet Baba’dan, Ahmet Abi’ye, Şerefli Mahzuni’den, zamanına sığamayıp günümüze ulaşan Taşan Hacı’ya sektikçe, coşan benliğime daha fazla dayanamayan beynim “artık uyu!” emrini verince devrilip yattım çekyata, çekmeden. Başımda Salim’in sazı, geriden gelen Kral Tv’deki Sertab Erener’in dev ağzından çıkan büyüleyici sesi. Gözlerimi kapattığımda ben değil ama bütün oda, bütün hayatım dönmeye başladı. Çok döndüler ve çok da hızlı döndüler. Mecalim olmasa da açtım gözlerimi. Bu sefer de ben dönüyordum sabit olan her şeyin etrafında olanca hızımla. Dayanamayıp kafam düşünce “leğen” diyebildim sadece. Salim sazını bırakıp banyoya koşarken, doğrulmaya gayret ettim. Bana doğru koşarak yaklaşan leğene doğru tazyikli, bulaşık ve sarımsak kokulu kusmuklarımı tam isabetle fışkırtsam da etrafa sıçrayan tahrip gücü yüksek parçacıkları yakalaması mümkün olamadı Salim’in.
Sabah gözlerimi açtığımda uyuyordum aslında hala. Kahvaltı bile etmeden evden çıkarken, Özkan elinde yarım bira şişesiyle koltuğunda sızıp kalmıştı. Düğün evine vardığımızda yalımlanan alevlerin üzerine yerleştirilmiş koca koca sacayaklarına kurulmuş kara kazanlar iştahla kaynıyordu. Duman duman pişen pilavın, etin, kuru fasulyenin sıcacık kokusu biraz kendime getirmişti beni. Daha önce kimdeydim ya da nerdeydim bilmiyorum ama kendime geliyordum küçük adımlarla. Kazanların başında duran tüm yetkilerle donatılmış Süleyman, Salim’in gelmesiyle yetkilerini değilse de sorumluluklarını onunla paylaşmıştı. İki iş bilir, iki yeminli fişek organizasyonu çekip çevirirken bana bol etli bir yarım ekmek getirdiler. Yemek kazanlarının duldasına sakladıkları şişelerden rakı yudumladıkça daha çok hakim oluyorlar ve daha bir yön veriyorlardı gidişata. Getirdikleri kadehi hafifçe öğürerek geri çevirdim. Karnımı doyurup midemi yatıştırmıştım ki düğün evinin bulunduğu sokağın iki ucunda beliren davulcular kendi taraflarından gelen misafirleri haber vermek için gergin davul derisine acımasızca vurmaya başladılar keçeden yapılmış tokmakları. Uzaktan da olsa hoş gelmiyordu davulun sesi. Belki de yeterince uzakta değildim davula ve dünyaya.
Çok geçmedi, yerel sanatçı Osman sokağa kurdu düzenini. Oturduğum tahta sandalyenin arkasına koyduğu ayaklı hoparlörü fark ettiğimde elektro bağlamasının akordunu yapıyordu Osman. Orgun otomatik ritmine uygun vuruşlarla bazı türküleri andıran nota demetleriyle akordu yaptıktan sonra, sazını sandalyesine özenle oturtup yanında duran siyah tekelci poşetinden kendi siidiilerini çıkardı ve orgun önüne dizmeye girişti. Şeffaf naylonların içine koyduğu disklerinin ön kısmında aşırı renklendirilmiş bir fotoğrafı vardı. Fotoğrafta bol ve iri yüzüklü, kıllı ve dolma parmaklarıyla sazını tutmuş, gereksiz ve yüzüne hiç yakışmayan cıvık bir gülümsemeyle bana bakıyordu Osman.
“Ömür dertlerden ibaret, yanıyor ah-u zarınan / sen bir garip, ben bir garip, gurbet gidiyor zoruma / yazı bi dert, gışı bi dert gelmiyeydik şu dünyaya / gardaş bi dert, bacı bi dert, acımıyor zavallıya” diye başlayınca programına, düğüne mi geldik, yasa mı geldik acaba diye sorguladım kendimi ister istemez. Art arda sıraladığı birbirinden dertli parçalar, önünde oturduğum hoparlörden kulaklarıma atlıyor, kulaklarımdan tutup yere çalıyorlardı sanki. Bir kucak kafayla dinlediğim adeta suyun altında çalınıyormuş gibi dalgalanıp, yankılanan elektro bağlama ve orgun tiz ritmi yetmiyormuş gibi tüm bunlardan bağımsız sokak başı davulcuları…
Süleyman “arabaları hazırlayın!” diye bağırıncaya kadar dolup, boşalan masaların, doyup, kalkan insanların devir daimine dalmış gitmiştim. Yanıma gelen Yener, “Hadi gardaş gidiyoz” diyerek kolumdan tutup kaldırınca, nereye gidiyoruz niye gidiyoruz demeden takıldım peşine. Konvoyun başındaki arabadaydım. Fakat bir süre sonra önümüze geçen araba bize de işaret verip yavaşlayarak sağa çekti. Tıka basa adamla dolu sekiz-on kadar arabanın içindekiler yolun kenarında oyun havalarıyla bir zaman döndükten sonra yola devam edildi. Bu durup, dönüp, dolanmalar iki defa daha yapıldı Irmak’a varana kadar. Kız evinde zaten kurulu olan düğüne katılınıp geri dönüldü. Bizim Yener’in evine varmamızın hemen akabinde kız evinin konvoyu indi oğlan evine. Bu gidiş gelişler gün boyu devam etti. Hiç oynamadığım halde çok yorulmuştum. Hareketli akışın içinde mümkün olduğunca hareketsiz kalarak akşamı ettim.
Nihayet kendimi toparlamış ve sofradaki yerimi almıştım. Osman’ın çalıp söylediği kıvrak türküler ve oyun havalarıyla, dolup boşalan kadehlerle artan eğlence tüm hızıyla devam ediyordu. Yener’in evine gelen kız evi, usulünce ağırlandıktan sonra geri döndü. İade-i ziyaret yine Süleyman’ın komutuyla başladığında atladım hemen arabaya. Yine duruldu yolda, yine dönüldü, yine oynandı defalarca. Bu sefer ben de oynadım rezil olma pahasına. Ama oynamayı rezilliğe dönüştürmemenin yolunu oynarken bulmuştum. Aşırı hareketlere girmeden, olduğum yerde en fazla birkaç adımla sağa sola, öne arkaya gidip kollarımı kaldırıyor ve parmaklarımı ara sıra şıklatıyordum. Kız evine düzenlenen son seferden sonra oğlan evine geldiğimizde “çıngırahlı yılan yılan çıhtın sevdiğim / ne yılana benzer vay vay / ne de çayana ne de çayana / çıngırahlı yılan yılan çıhtı sevdiğim / çıhtı sevdiğim” parçasıyla karşıladı bizi Osman ve enstrümanları. Güzel yenildi, güzel de içildi. Yener ayağını yerde sürükleyerek “topal havası”nı oynarken yanına gidip müsaade istedim.
Salim beni eve bırakıp geri düğüne dönerken Özkan yine koltuğunda bir yandan klip izliyor, bir yandan da bira kasasıyla satranç oynamayı sürdürüyordu. Hiçbir şey demeden arkasından geçip çekyata uzandım bu defa çekerek. Ertesi sabah erkenden yola çıkmam gerekiyordu Eskişehir’ e doğru.
Yirmi bire dönen ikibinlerin Ocak’ındayız dün yağan karları ışıldatan parlak güneşli bir günde…
Şu pandemi ortamında yalandan bahanelerle sokağa çıkan, kalabalık ortam oluşturan kişilere ceza kesiliyo ya iyi de yapılıyo. Ama buluşup yoğunlaşıp kumar oynamak nedir arkadaş? Nasıl bi tutkudur? Niye kendi kendinizi tatmin edemiyosunuz? Hiçbir şey bulamasanız bile bozuk parayla yazı-tura atın ne bileyim evde karınızla ya da çocuklarınızla lades tutuşun. Bi çatıya, bi bodruma doluşup birbirinizi ütmeye mecbur musunuz olum siz!
Yıllardır tıraş olduğum berberin tıraş ettiği başka bi müşterisi dükkandan çıkarken yakın esnafın takdirine karşılık” beğenmediyseniz bak o yaptı, hemen düzeltsin” diye şaka yollu laf atınca esnaftan biri; “beni de o yapıyo” dedi. Bunun üzerine berber; “abi yapıyo falan olmuyo bak, tıraş ediyo deyin bari” diye cevaplarken bi yandan önlükteki kılları silkeliyodu. Ben dudağımda hafif bi gülümsemeyle sıramı beklerken güneşte telaşla uçuşan kılların birini bırakıp diğerini takip ediyodum.
Şimdi bak, “Müjde BİM Geldi!” diyerek yaptığınız reklamları, “geldi de bana mı geldi amk! “ diyerek cevapladım yıllarca. Dün ne görsem iyi (ne bileyim ben dediğinizi duyar gibiyim) “Müjde BİM Yenilendi!” yazıyo pankarta. E şimdi bak yıllarca geldiği halde bana müjde olmayan Bim yenilenince mi müjde olacak bana? Yine karton kutularda satılacak kekler, korfetler ve yine kolilerde sunulacak püsküütler. Nerde bana müjde? Nerde sizde Ar?
Gergin olduğu zamanlarda azı dişlerini kenetleyip gevşeterek yanaklarını solungaç gibi oynatan adamlara çok özenirdim çocukken. O adamların adem elmaları aşırı belirgin, avurtları çökük, alınları damarlı, sesleri ise pürüzlü olurdu genellikle.
Hiçbir bilimsel araştırmaya ve veriye dayanmaksızın tamamen kendi gözlemlerime dayanarak bi iddiada bulunucam şimdi: Hazır kedi mamalarında kesinlikle afrodizyak bi şeyler var! Zira ne martları kaldı ne ekimleri ne de ağustosları. Paso çiftleşip ürüyolar. Evim giriş katta olduğu için sabaha kadar bağrışmalarını yakından duyduğum gibi akşama kadar da balkonumda oynaşmalarını izliyorum. Penceremde bıraktıkları izler de cabası, umarım o izler sadece bölgelerini işaretlemek için fışkırttıkları çişleridir. Başka bi şey fışkırtıyolarsa bozuşuruz bak söylüyorum şimdiden. Yavrularını da balkonun altında doğurup bana besletiyolar. Bizimkiler’deki Sabri Bey gibi “kedi babası” oldum lan! Tamam küresel ısınma sonucu değişen mevsimlerin de etkisi vardır bu aşırı kedi çiftleşmesinin altında ama mama şirketleri kedi nüfusu çoğalsın ve daha çok mama satalım mantığıyla kedi cinselliğini körüklüyolar bence.
Poşetlerin parayla satıldığı ilk günden beri poşete para vermedim hiç. Markete giderken eskiden yaptığım alışverişlerin poşetlerini cebime doldurup gittim kötü görüntü sergilememe aldırmadan. Ve fakat emek emek biriktirdiğim mağaza ve market poşetleri bitmek üzere. Kiminin sapı koptu, kiminin götü delindi. Ne yapacağımı hiç bilmiyorum! Poşete para vermek zoruma gidiyo dostlarım. Olum bi toplanın da bana poşet gönderin lan!
Hızlı okuyunuz: Seren Serengil’i Serengeti’de leopar desenli mayosuyla sere serpe güneşlenirken görmüşler!
Seren Serengil demişken uzun zamandır “hamile kaldı” haberleri çıkmıyo kendisiyle ilgili. Menapoza mı girdi n’oldu, bi şey oldu?
Mersin ile Adana: Mersin, her şey usulünce olsun baba evinden telli duvaklı bir gelin gibi çıkmak isteyen bi genç kız gibiyken, Adana onu zorla kaçırmak isteyen, üç beş gün tanıdıklarda yatırıp sonra kızın ailesiyle barışmak isteyen delianlı gibi sanki.
El sevince bi şey olmaz ama ayak sevince fetişist olursun direkt!
Mafyalı dizileri böyle sürekli, hiçbir bölümünü kaçırmadan değil de ara sıra denk geldikçe izlemeyi seviyorum. Başroldeki adamın dışındaki kimseyi tanımadan hikayeyle bağlantı kurmaya çalışıyorum. Sonuç: Ramo’daki Mazhar, Çukur’daki Vartolu’nun görümcesiyken, Arıza’daki Burak Ramo’nun eltisiymiş meğerse. Bak ne güzel anlamışım!
Bazı kadınlar uzun saçlarını toplayıp kurşun kalemle tutturuyolar ya tepeden. Nasıl beceriyolar onu anlamıyorum ama çok güzel, çok seksi olmuyo mu ya?
Sütyen ilk duyulduğunda seksi çağrıştırsa da özüne inildiğinde ne kadar naif ne kadar gerçek ve ne kadar güzel bi kelime değil mi ama?
Bu yazıyı banyo yaptıktan sonra suyu aşağı yani çeşmeye vermeyerek duşta bırakan, ertesi gün ben banyo yapmaya girdiğimde soğuk suyun kafamdan aşağı inmesi sebebiyle, tüm tüylerimi dikeltip, diri vücudumu ürperti içinde bırakan tüm akraba ve dostlarıma armağan ediyorum.
Haydin kankiloplar iyi bakın kendinize. Üstünüzü başınızı yırtmayın. ÖPERLER!
İlk defa düzenli maaş almaya başladığım işime kavuştuğumda yirmi beş yaşımdaydım. İlk bayram tatilinde ailemin yanında almıştım soluğu, aradan geçen sekiz aydan sonra. Bizim oraların yerel bayramı olan Portakal Bayramı’yla aynı zamana denk gelen Kurban Bayramı daha bir şenlikli geçiyordu o sene. Benim gibi, iş veya okulları sebebiyle başka şehirlerde yaşayan insanlar sokakları dolduran sevinçleriyle Atça’ya gelmişlerdi.
Bir hafta süren Portakal Bayramı günlerinde çocuklu aileler piknik alanlarına gider, gönüllerince yiyip içip, oyunlar oynar, sohbetler ederlerdi. Aileleriyle vakit geçirmekten haz etmeyen ergen tayfa ve ergen ertesi bekar gençler ise Nazilli’de kurulan Gencer'de, bir o yana bir bu yana seğirtip dururlardı. Gencer denilen şey, küçük bir panayır, minik bir festival ortamıydı. Ortaya kurulan lunaparkın etrafına özensizce dizilen stantlarda kadınların yaptıkları el işi süs eşyaları satılırdı.
O gün öğleden sonra iki erkek kardeşimle Atça Birlik minibüsüne atlayıp Nazilli’ye Gencer’e giderken, henüz dokuz yaşında olan küçük kardeşimle kelime oyunu oynayarak zaman geçiriyorduk. Ortanca ise portakal ve mandalin ağaçlarının arasına dikilmiş, saatte yaklaşık seksen kilometre hızla geri geri giden telefon direklerini sayıyordu minibüs camının arkasından.
Gencer’e yaklaştığımızda dönme dolabın çarkını görüp indik. Küçük kardeşimizi ortamıza alıp el ele yürürken, heyecanla sıpa gibi gınç atan (atlayıp, zıplayan) ufaklığı zor zapt ediyorduk.
Süs eşyaları satılan stantların oralarda bakınan kızları çeşitli açılardan kesip, onlardan da çeşitli açılardan kesildikten sonra lunaparka daldık. Bir yanı pörtlemiş topla penaltı çeken adamları, yine benzer bir topla üçgen şeklinde dizilen silindirleri topu elle yuvarlayarak devirmeye çalışanları, arkadaki siyah perdenin önüne dizilmiş hedefleri, tek saçmalı havalı tüfekle vurmaya çalışıp sevgilisine ayı kadar büyük bir oyuncak ayı kazanmaya çalışan cengaverleri ve pahalı sigaralara yamuk yumuk kasnakları atan adamların attıkları kasnakları uzun bir değnekle toplayan herifleri geçip; benim eğlence anlayışıma uymadığı halde bir çok insanı eğlendiren alet edevatın olduğu kısma geldik.
Ortancayla balerine, dönme dolaba ve türlü çeşit oyuncağa binen küçük kardeşimle bir şeyler paylaşmak ve ilerde güzel anılara dönüşmesi amacıyla ikimiz önce çarpışan arabalara bindik. Amacı çarpışmak olan arabayı, kimseye çarpmamaya çalışarak kıvrak hareketlerle ve kendinden emin bir yüz ifadesiyle kullanan avuç içi direksiyon manevralarıyla tereyağından kıl çekmeye çalışan dangalakların üstlerine üstlerine sürüp tosladım hepsine. Pistte yeterince kaza yaptıktan sonra diğer oyuncaklara göre daha güvenli görünen gondola binerken “ön tarafa oturun abi” diyen elemanı dinleyip en öne oturduk. Evet! Önce usul usul salınmaya başlayan gondolun altında dönen kayışı görmem uzun sürmemişti. Her salınışta önce göğe ulaşıyor, sonra dipte dönen kayışın devir daimine varıyorduk. Bu gidiş gelişin hızı arttıkça benim küfürlerim de artıyordu. Küçük kardeşim halinden memnun, olayın tadını çıkarırken aşağıdan bizi izleyen Ortanca kahkahalarla gülüyordu. Sövmelerim gondolu çalıştıran elemanın anasına, avradına varınca durdurmak zorunda kaldı gondolu. Güç bela inip sendeleyerek yürürken eşek gibi sırıtan elemanın yüzünde, dönen kayışı görüyordum.
Kendime gelince havalı tüfekle atış yapılan tezgaha gidip şansımı denemeye karar verdim. Ufaklığın yarıda kalan gondol eğlencesini telafi etmek ve ona bir hediye kazanabilmek hevesiyle attığım beş atıştan sadece bir tanesi hedefe isabet ettiğinden, hediyeyi de alamadan ve de tüfeğin ayarının bozukluğundan dem vuraraktan devam ettik dolaşmaya.
Diğer tezgahlara göre daha büyük olan ve aynı doğrultuda önünde biriken insanların da fazla olduğu, arka kısmında büyük, tüplü televizyonların, müzik setlerinin, buzdolabının ve benzeri pahalı eşyaların bulunduğu tezgahın önündeki kalabalığı ite kaka ön sıraya ulaştık. Tezgahın başındaki adam pembe, büyük bir plastik çanağa sarı-yeşil tenis toplarını doldurup doldurup bir şeyler kazanmaya çalışan adama veriyordu. Adam, topları önündeki kırk beş derece açıyla monte edilmiş ve üzeri delikli, deliklerin üstü numaralandırılmış zemine gelişi güzel döküyordu. Topların girdiği deliklerdeki sayıları toplayan tezgahtar, elindeki yankılı mikrofonla sürekli konuşan, ince bıyıklı ve yaldır yaldır bir takım elbise giymiş olan pezevenk kılıklı herife söylüyordu. İnce bıyıklı pezevenk, toplam sayıya denk gelen listedeki hediyeyi işaret ediyor ve bazen televizyon, bazen de buzdolabı kazandı diye öküz gibi bağırıyordu. Hediyeyi kazanan kot montlu adam hediyeyi almak yerine fiyatı tutarınca para alıyor ve çanağı tekrar deviriyordu. Bir tomar parayı çıkarıp, parmaklarını tükürüklemek suretiyle saydığı parayı cebine attıktan sonra uzaklaşıp kayboldu bu. Kot montlu gidince hamle yaptım çanağa doğru. Hamlemi memnuniyetle karşılayan tezgahtar, çanağı doldurup verdi. Parasını verip art arda devirdiğim iki çanağın birinden volkmen kulaklığı, diğerindense tarak çıktı af edersiniz.
Hayal kırıklığıyla kenara çekilip, izlemeye devam ettik bir süre. Benden sonraki adamın parasını da üterlerken, kot montlu belirdi yine tezgahın önünde. Hepimiz saygıyla geriye çekilirken yine devirdi çanağı kot montlu. O zamana kadar saydığı paraları ve montu dışında dikkatimi çekmeyen adamı şimdi profilden ve hayranlıkla izliyordum. Briyantinleyip (ya da kafasının kendi yağıyla bilmiyorum) , ince tarakla arkaya doğru taradığı, tütün sarısı saçları ensesinde dalgalanıyordu. Hüseyin Peyda modeli sakalı yüzünü süslerken orak burnunu iyice ortaya seriyordu. Çanağı devirirken gördüğüm elleri ise ömrü boyunca ağır iş yapmamış olmanın narinliği ve çevikliğindeydi.
Kot montlu, tomarına tomar katıp yine kayıplara karışınca tekrar gaza gelip aldım elime top dolu pembe çanağı. Birkaç kez daha deneyip eften püften şeyler çıkmasıyla birlikte son deneyişimde yine tarak çıkınca “yav bize taraktan başka bi şey çıkmayacak mı, bu son atışım! Çekiliyorum bundan sonra yokum!” diye çıkıştım tezgahtara. Bir zaman durakladıktan sonra “çıkar çıkar, vazgeçme bak daha neler çıkar sana” derken göz kırptı sanki anonsçu pezevenge. Son çanağı devirince “bu sefer ben toplucam sayıları” dedim adama. “Hay hay! Buyur topla” diyerek cevapladı beni. Saydım, topladım, toplamın listedeki karşılığı “devam etmek ek için çin in iki ii katını nı yatır ır ır ır” diye yankılandı kulaklarımda. Tezgahtar bir yandan bana açıklama yapıyor, devam etmemin avantajıma olacağına inandırmaya çalışıyordu.
Ütüldüğüm paraları kurtarmak için son paramı da yatırıp, çanağı devirirken, küçük kardeşim kolumu çekiştirip vazgeçirmeye uğraşıyor, ortanca ise “yapma, yeter” der gibi bana bakıyordu. Sayıları topladığımda bu kez “yatırdığının yarısını yatır, toplamının iki katını al” çıktı. Girdaba kapılmış derine doğru çekiliyordum. Israrlarıma dayanamayan ve muhtemelen gözümden fışkıran kumarbaz ateşini fark eden ortanca, istemeyerek de olsa borç vermeyi kabul etti. Onda da uyduruk bir şey çıkınca, ütülmenin hırsıyla adamlara dikildim ve polise şikayet edeceğimi söyledim. Etrafımıza bir anda biriken itin kopuğun arasından seçtiğim kot montlu, sırıtarak sarı dişlerini gösteriyordu. Başımı öne eğip, kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırarak uzaklaşırken o günkü yaşadıklarıma benzeyen, Türk filmlerindeki sahneler canlandı beynimde. Bu tür tezgahları daha önce defalarca izlemiş ve tezgaha düşenlerin hallerine bazen gülmüş, bazen de kızmıştım salaklıklarına. “Nasıl böyle göz göre göre tezgaha düşüyor bu salaklar” diyordum. Şimdi biliyorum nasılını, niyesini; basiret bağlanması. Başka bir şey değil!
Hem ekiminsonu hem de kasımınbaşıydı
Yirmiye doyamayan ikibinlerde
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.