DOLAR

33,9008$% 0.03

EURO

37,6352% -0.04

STERLİN

44,6724£% -0.16

GRAM ALTIN

2.809,88%0,81

ONS

2.577,74%0,76

BİST100

9.685,49%1,73

İkindi Vakti a 16:38
İstanbul AÇIK 27°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Ahmet Öztürk

Ahmet Öztürk

04 Haziran 2021 Cuma

… Ve Zonguldak

… Ve Zonguldak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

   Dünyanın 4,54 milyar yaşında olduğu söylendiğine göre, dünkü zaman sayılır; bundan 545 milyon yıl önce, sonradan adına “Paleozoik zaman” denecek jeolojik çağda, Zonguldak, Afrika’nın Madagaskar’la Etiyopya bölgesinde bir kara parçasıydı. Oluşmuş iki kıtasından biri olan Godvana’nın Lavrasya’ya çarpıp, Pangea adıyla tek kıtayı oluşturduğu o dönemde büyükçe bir kara parçası Afrika anakarasından koptu, magma üzerinde yüzerek Anadolu’ya ulaştı. Milyonlarca yıl süren yolculuğun sonunda, şimdiki yarımada görünümü için 100 milyonlarca yıl daha beklemesi gereken kara parçasının kuzey batısında bir yere yamandı ve kömür kentinin temelini attı. Yerbilimci Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, bunları anlatırken, hoş bir ifade bulacak, Zonguldak’a, “Anadolu’nun Afrikalısı” diyecekti… 

KARBONİFER DÖNEMİ

   Mavi gezegenin yüzde 85’inin deniz olduğu dönemde magma basıncının etkisiyle alçalıp yükselen sular, 20-30 milyon yılda bir yeryüzünü şekilden şekle sokuyordu. Deniz seviyesi yükselince sığ denizler oluşuyor, buralarda yepyeni canlı türleri çıkıyordu ortaya… Milyonlarca yıl sonra deniz seviyesi tekrar düşecek, sığ denizler bataklıklar haline gelecekti bu kez. Bir tümcede anlatılan olayın çok dramatik sonuçları da olacaktı. On binlerce canlı yok olurken yeni ekosisteme özgü canlı çeşitleri oluşup bambaşka bir flora ve fauna oluşturacaktı bu süreçte. Ardından denizler yine yükselecek, suların altında oksijensiz kalan bataklık ormanları üzerini örten tortulların da basıncıyla bugünkü kömür yataklarını oluşturacaktı. Bilim insanları da, “Karbonifer dönemi” diyecekti bu zamana…

İNSANI İNSAN YAPAN EMEKTİR

   Paleozik zamandan Mezozoik’e geçip, oradan Senozoik döneme sıçrayarak, Kuvaterner döneminin günümüzdeki Holosen bölümüne ulaştı dünya… Milyarlarca yıl yaşındaki gezegende, topu tüfeği beş on milyon yıllık macerası olan insanın “tarih yapma öyküsü” tam da bu dönemde başladı. Bir primat grubu olan homonoitlerden ayrılıp Homo Habilis olarak devam ettiği yolda, beyin büyütmek dahil birçok süreçten geçtikten sonra Homo Sapiens’e evrildi. Onu diğer türlerden ayıran en önemli adımsa alet yapmayı öğrenmesi oldu. Bu süreci anlamlandırmaya çalışan bilgeler, “İnsanı insan yapan emektir” diyecek, bunlardan biri olan Engels, “Emek tüm insan varoluşunun birincil temel koşuludur. Bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir” sözleriyle açıklayacaktı olan durumu… Alet yapmaya başlayarak kendini diğer canlılardan farklılaştıran insan, kendi ihtiyaçları doğrultusunda doğayı değiştiriyordu. Bu süreçlerde kendisi de gelişiyordu bir yandan… Üretim yapabilmek için bir arada olmak, bunun için de anlaşmak gerekiyordu mesela. Bu ihtiyacı karşılamak için ağız, gırtlak ve dil, beslenmenin yanı sıra, telaffuz edilen sesler çıkarma özelliğine sahip organlara dönüştü zamanla. Avcılık, toplayıcılık yıllarındaki aletleri daha da geliştirdi, yanına milyonlarca yılda biriktirdiği doğa bilgisini de ekleyerek tarıma başladı. İnsan, tarih sahnesine, “üreten bir varlık” olarak çıkıyordu artık…

JAMES WATT ADINDAKİ İSKOÇ MUCİT

   Taştan bakır devrine, tunçtan demir devrine geçtikten sonra, antik çağları aşıp ortaçağı yaşadı insanoğlu… Yeniçağa “Başka dünya mümkün” haykırışlarının yükseldiği ihtilallerle son verip günümüze ulaştı. Tarımın yanına manifaktür üretimi de ekleyen insan, sanayi devrimine, koşar adım girdi. İyi mi oldu kötü mü bilinmez, “Artık ürün” ile de tanıştı bu arada, aletleri geliştirip, doğa bilgisinin üstüne yeni bilgiler ekledikçe ihtiyaçtan fazlasını üretmesi mümkün oluyordu çünkü. Bu durum kaçınılmaz olarak tufeylileri de çıkardı ortaya. Artık ürüne el koymaya çalışan haramiler, şiddet başta bin türlü yöntemle diğer insanlar üstünde egemenlik kurdu. İlk insanın işbirliği, kolektif çalışma ve paylaşıma dayalı olarak kurduğu toplumsal yapı da bozulmaya başladı böylece… Kendilerini ayrıcalıklı ilan eden ruhbanlar, baronlar, padişahlar, tiranlar toplumsal eşitsizlikleri çığ gibi büyüttü.  Derken James Watt adlı bir İskoç mucit çıktı ortaya; icat ettiği buharlı makine ile kas gücünün yerine buhar gücünün geçmesini sağlayarak adına “fabrika” denen yeni bir üretim sistemi çıkardı ortaya. 

ANADOLU’DAKİ AFRİKA’NIN HİKÂYESİ BAŞLIYOR

   İnsanların yarı aç, yarı esir, ücretli köle olarak çalışmaya başladığı bu sistem, yüz milyonlarca yıl sonra, bir kısrak başı görünümü kazanarak adı Anadolu’ya çıkmış coğrafyadaki Afrika’nın yeni öyküsünü başlattı… Tenleri Afrikalılar gibi kara olmasa da yerin altındaki zifiri karanlıklarda tüm bedeninin her zerresi kömür karasına bürünen, tarihin her döneminde Afrikalı muamelesi yapılan insanların öyküsüydü bu… Üzerinden binlerce kavmin gelip geçtiği coğrafyanın o yıllardaki egemeni Osmanlı’ydı… Sanayi devrimi burada da etkisini göstermiş, Donanma’daki gemiler buhar gücüyle çalışmaya başlamıştı… Buhar için kömür, kömür için de emek lazımdı… Emek de insan demekti… Aranan kömür Anadolu’daki Afrika’da bulundu… Bölge zenginliklerine el koymak isteyen yabancı kumpanyaların akınına uğradı hızla… İnsanın emeği de, kanı da, canı da sudan ucuzdu… Kifayet etmedi, 19. yüzyılın ikinci yarısında 13 yaşından 50 yaşına kadar tüm erkekler, emirlerinde çalışmaya mükellef tutuldu bu arsızların… Bir diğeri 20 yüzyılın ortalarında uygulanacak mükellefiyet bitimsiz acının adı oldu halkın ağzında… 

NE YAPTIYSA DÖNDÜREMEDİ DEVRANI

   Anadolu’nun Afrika’sındaki cehennemi faaliyet grizularda, göçüklerde on binlerce insanı can vermesine neden oldu, çok daha fazlası kömür tozuna bulanmış ciğerlerini oluk oluk kusarak veda etti hayata… Doğaya karşı bitimsiz karanlıklarda verilen ölümüne mücadele birilerinin çarklarını döndürüyordu ama zulüm de çekilmez oluyordu çoğu zaman. Bıçak kemiğe dayandığında, her anakarada olduğu gibi Anadolu’daki Afrika’da da, isyan ateşleri yandı… Zifiri karanlıklardan sırılsıklam çıkan bedenler, her damlası kapkara kanayan ter kokularıyla; kumpanyaların parfüm, puro ve şarap kokan idarehanelerinin önüne dayandı… “Açız”, “İnsan muamelesi görmek istiyoruz” haykırışlarıyla çınlattı haramilerin duvarlarını… Bazen Laz Emin oldu isyanı ateşleyenlerin adı, bazen Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar… Öfke kimi zaman aralarındaki işbirlikçilere yöneldi, kimi zaman ülke kaynaklarını peşkeş çekip, yoksulluğu kendilerine kader kılan hükümdarlara… 20. yüzyılın sonunda, yüz bin sürme gözle dayandı başkent kapılarına… 

ANADOLU’DAKİ AFRİKA “VE ZONGULDAK” OLARAK YANMAYA DEVAM EDİYOR

   Ama ne yaptıysa tersine dönmedi devran… Çok acı çekti Anadolu’daki Afrika, çok da umur gördü… Madenkeşlerin alın teri, can suyu oldu ülkelerin zor günlerine… Bin bir güçlükle kurulan fabrikaların çarkı, onların emeğinin sayesinde döndü… Kara bahtlı insanlar çalıştı, didindi, üretti ve öldü sessizce… Zalimlerin hep egemen, asalakların hep sırtında olduğu kara kaderi hep aynı kaldı ama… “Kömür” kelimesi eski Türkçede “yanmak” anlamına gelen “köñ-” fiilinden geliyordu… Çaresi yoktu, milyonlarca yıllık tansık gerçekleşecek, Anadolu’daki Afrika da  “Ve Zonguldak” olarak yanmaya devam edecekti ahir zamanda… “Ve Zonguldak” bu kara bahtın, “Ölümlerden gelip ölümlere gitmekle” lanetlenmiş coğrafyanın yeni adı olacaktı… Adına Nazım denen koca bilge, yıllar önce “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların / zarurî neticesi bu!” diye boşuna dememiş ve arkasından haykıran bir sesle eklememişti hissiyatımızı: 

   “Deme, bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim, / Ama bu yürek / o, bu dilden anlamaz pek. / O, ‘hey gidi kambur felek, / hey gidi kahpe devran hey’ der.”

Devamını Oku

Ben Uzun Mehmet! Kömürü ilk bulan adam!

Ben Uzun Mehmet! Kömürü ilk bulan adam!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Belirtmeye gerek var mı bilmiyorum, neredeyse iki yüz yıldır, kömürle özdeş adım. Künyem madenlere canını veren ilk Türkiyeli olarak kazılı ama ne yalan söyleyeyim, ne ateşnefesi bilirim, ne de göçük korkusunu. Yeraltındaki cehennemi faaliyette bir kez olsun yüzüm kararmadığı gibi, gizil gücüyle dünyayı ışıtan kömür sürme de çekmedi gözlerime. Zifiri karanlıkların isli yorgunluğunda dizlerim de bükülmedi hiçbir zaman. Bolu sancağına bağlı Bender-i Ereğli kazasının Kestaneci köyünde, Osmanlı tebaası olarak doğdum. Çocukların doğum tarihi not edilmezdi o vakitler, bu yüzden babam bile tam olarak bilmedi ne zaman doğduğumu. Aklım erip sorduğumda, “Yeni emeklemeye başladığın zamanlarda, seferberlik çağrısı yapan tellallar Rus savaşının başladığını duyuruyordu” demişti. Çocukluğum tarihe, Devlet-i Ali Osmanî’nin “gerileme devri” olarak kayıt düşüldüğü yıllarda geçti. Kaç yaşımdaydım anımsamıyorum, ama bıyıklarımın yeni terlemeye başladığı vakitlerde köye gelen zabitlerden duydum “Yeniçeri Ocağı”nın kapatıldığını. Anlamını bile bilmiyordum ama hararetli konuşmalardan sezinliyordum ki, önemli şeyler oluyordu ülkemde…

BEN UZUN MEHMET! MEMLEKET KOKULU GEMİLERDE GEÇTİ ASKERLİĞİM 

Adaletli sultanımız 2. Mahmut’un devri saltanatında yerel ayanla birlikte gelen bir zabit, askerlik zamanımın geldiğini söyledi babama. Ekinlerin sararmaya yüz tuttuğu bir zamandı. Yaşlı annemle, babamın bir başlarına altından kalkamayacağı kadar çok iş vardı önlerinde. Ama irade büyük yerdendi, gidilecekti çaresiz. Yaşıtım birçok kişi gibi çifti çubuğu bir yana bırakıp Osmanlı askeri olarak çıktım köyden. Bir daha yüzlerini göremeyeceğim birçok arkadaşım serhat boylarına giderken, kaderime bahriye neferliği düştü benim de. Ereğli tersanesinde yapılmış 54 toplu Giranıbahri firkateyni ile 64 toplu Hıfzürrahman kalyonunu donanmaya teslim eden mürettebata dâhil olduğumda, Osmanlı’da makine dönemi başlamamıştı daha. Donanma-yı Hümayun’un bütün gemileri ahşaptı bu yüzden. Başta Haliç olmak üzere İzmit’te, Gemlik’te, Gelibolu’da, Sinop’ta, Girit’te bulunan tersanelerde imal edilir, yansa da, batsa da yenileri yapılıverirdi kolayca. Yüz yıllardan bu yana, bu topraklar daha Osmanlı’nın mülkü değilken bile, gemiler için gerekli kereste, direk bizim ellerden sağlandığı için, memleketim kokuyordu bütün gemiler. Sularda kuğu gibi süzülen kalyonların, korvetlerin, uskunaların, kadırgaların zarafeti köyümde bıraktığım yârimi anımsatıyordu. Annem aklıma düşüyordu sonra da, kızarıyordum utancımdan…

BEN UZUN MEHMET! ATEŞİ VE İHANETİ GÖRDÜM

Navarin faciası en önemli olayıydı askerlik yıllarımın. Çengeloğlu Tahir Paşa ve Muharrem Bey komutasındaki 60 parça gemiden oluşan Osmanlı-Mısır donanması, Fransız, İngiliz ve Rus savaş gemilerinin ani baskınıyla üç saatte yakılıverdi Navarin’de. 6 bin levent neye uğradığını anlamadan oracıkta can verdi, sulara gömüldü yanık bedenleri. Bu baskın sonucunda donanma elden gittiği gibi Yunanistan da fiilen ayrıldı Osmanlı topraklarından. Yüreğimiz bu kayıpların acısıyla kavrulurken duyuldu ki “fahm” denilen siyah bir taşı yakarak yürüyen gemiler yapmış Frenkler. İnanması güç gibi geliyordu ama anlatılana göre yanmayan güverteleri, topla delinmeyen gövdeleri olan bu gemilerde yelken ve kürek de bulunmuyordu. Beş günlük yolu, bir günde alıyorlardı üstelik… 

BEN UZUN MEHMET! TANIK GÖZLERLE BAKTIM DÜNYAYA 

Askerliğimin son zamanlarıydı, hayretten sonuna kadar açılmış gözlerle gördüm ki, Marmara’nın dingin sularında beyaz gelinliklere bürünmüş genç bir kız gibi süzülüyordu Swift. İstanbullu tüccarların aralarında para toplayarak İngiltere’den getirtip Padişah Efendimiz Sultan 2. Mahmut Han’a armağan ettikleri buharlı bir gemiydi bu. Hiç unutmuyorum şimdiki takvim hesabıyla 1828 yılının 20 Mayıs’ıydı. Kocaman çarkları, dumanlar savrulan uzun beyaz bacasıyla görenleri şaşkına çevirerek Boğaz’a girdi Swift. Yalnızca ahali değil, ulema arasında da rivayet muhtelifti. Kimine göre şeytan işiydi bu garip alet, kimine göreyse Cenabı Hakkın hikmeti ilahisi. Ahali tarafından adı da konulmuştu hemen: “Buğ Vapuru.” Herkes şaşkın, padişah efendimizse mutluydu. Efendimiz, İngiliz kaptan Mösyö Kelly yönetimindeki vapurla günlerce gezindi İstanbul önlerinde. Yetinmedi, kalktı Tekirdağ’a kadar gitti. Rivayet olunur ki, Tekirdağ’dan dönüşte yanartaş bitti de, sağdan soldan bulunan odunla Sadaret’e güçlükle döndü ulu hünkârımız. Tahtına oturur oturmaz irade buyurdu hemen: “Memleketin her köşesi araştırıla, bu yanartaştan buluna. Buğ gemilerinden daha da getirile, tersanelerimizde yapımı için hazırlıklara başlana…” 

BEN UZUN MEHMET! BİR YANGINDAN BİR BAŞKA YANGINA SAVRULMAKLA GEÇTİ ÖMRÜM

Askerliğim bitip memleketime dönerken aklımda olan tek şey yanartaşı bulup kutlu Sadaret’e getirmekti. Yanılma olasılığımı düşünerek, kimselere söylemedim ama bizim oralarda bu taşlardan bolca vardı galiba. Ta çocukluğumdan beri dağda bayırda elimize bu taşlardan geçer, yanan ateşin içine atar, yandığını görürdük de, bu kadar önemli bir cevher olduğunu akıl edemezdik. Dört bir yanı geçit vermez ormanla kaplı köyümüzde kimse odun dururken taş yakmayı da düşünemezdi elbette. Büyük bir tutkuyla başladım araştırmaya, her karışını avucumun içi gibi bildiğim ıssız ormanları, yüce kayalıkları, gün yüzü görmemiş koyakları dolaştım. Dağda, bayırda aradığım cevhere, yolumun hemen üstünde bir dere kenarında rastladım. Sevinçten ne yapacağımı şaşırmıştım. Bir anda Swift’in uzun beyaz bacası düştü aklıma. Çarklarında şavkıyan suyu düşünürken inceden esen yelin taşıdığı tuzlu su dudaklarımı yaktı sanki.  Swift’in büyük bir gürültüyle dönen çarkını, elimde tuttuğum yanartaşın çevireceği fikri sarhoş etti beni. Bunu bana bulduran Cenabı Hakka hamdü senalar eylerek yanartaşları doldurdum torbaya. Hedefim belliydi artık,  Dersaadet’e varacak, kutlu haberi, ulu efendimiz Mahmudu Adli’ye verecektim. Günlerce süren zorlu bir yolculuğun ardından içimi ışıklayan coşkun bir sevinçle ulaştım Sadaret’e. Getirdiğim torbanın bir çağ değişiminin muştucusu olduğunu söyleyen Ulu Hünkâr, tam beş kese altınla ödüllendirdi beni, bir de maaş bağladı. Bir devri kapatıp başka bir devri başlatmanın haklı gururu ve bir anda aklımın alamayacağı kadar çok servete kavuşmanın şaşkınlığıyla tuttum memleketimin yolunu…

BEN UZUN MEHMET! BİLMEZDİM, ÖĞRENDİM. ESAS SALTANAT, SERVETİNMİŞ MEĞER

Vücudumun her hücresi başarmış olmanın coşkusu ve sevinciyle doluyken bir anda yenik düştüm hayata. Ölüm, kazandığım ödüle el koymaya çalışan bir derebeyinin emriyle, şehri Stanbol’un hanlarından birinde yakaladı beni. Genç bedenim insan kanı içmeye alışmış canilerin, kan uykudayken boğazıma sarılan kollarına dayanamadı. Her yanına kömür dolup ciğeri taşlaşan bir ocak amelesi gibi soluksuz kalarak teslim ettim ruhumu. Düşlerimi öksüz bırakıp göçüp gittim bu dünyadan. Ne kesemdeki çil altınlar, ne de padişah efendimizin övgü dolu sözleri canımı kurtarmaya yetmedi. Doğrusu tekmil Anadolu’da bütün insanlar “Bir lokma, bir hırka” felsefesi ile gayet mutlu yaşarken tüketemeyeceği kadar çok serveti olan haramilerin daha da çoğu için insan kanı içmesini, anlayabilmiş değildim. Bedeli ağır oldu biraz, canımı vererek öğrendim ki paranın padişah olacağı günlerin eşiğinde dönüyordu dünya…

BEN UZUN MEHMET! KİMLERE PEŞKEŞ ÇEKİLMEDİ Kİ CANIMA MAL OLAN CEVHER…

Ruhum gökyüzüne yükselirken, açık bıraktığım gönül penceremden tüm çıplaklığıyla izledim olan biteni. Beni beş kese altınla mükafatlandıran hamiyetperver padişahımız Mahmudu Adli’den sonra tahta çıkan, 1. Abdülmecit, yayınladığı bir fermanla kömür havzasını “Evkaf-ı Celile-i Mülükane-Vakıflar İdaresi Mülkleri” topraklarına, yani Hazine-i Hassa’ya dahil etti. Devri saltanatında Gülhane Hattı Hümayunu’nu da yayımlayarak Devleti Ali’nin tarihinde çığır da açan Cenâb-ı Mülûkâne’nin 1848’te irade ettiği vakfiyeye göre madenlerin zuhur ettiği arazinin bedelatı mukataası (kira geliri) hayır işlerinde sarf olunacaktı. Kimlere mi? Medine’de peygamber türbesinin kandillerini yakan hademeye. Mekke-i Mükerreme Kütüphanesi’nin Hafızı Kütübü’ne. Fındıklı’daki Şeyh Yunus Efendi Tekkesi’ne. Dersaadet Merkez Efendi Dergâhı’na. Sakız Adası Camisi’ne. Hamidiye cami hatip, vaiz ve muvakkithane görevlilerine. Büyük bir arzuyla arayıp, canım pahasına payitahta teslim ettiğim yanartaş, asri icatları çalıştıran bir cevher olmaktan daha çok, padişah ihsanı olarak bol keseden dağıtılacaktı yani. 

BEN UZUN MEHMET! MİRLİVA DİLAVER ÇİZDİ MADENKEŞLERİN KADERİNİ

Tarihin çarkları dönmeye devam ederken, hiç de iç açıcı olmayan gelişmeleri ibretle izliyordum ben de. İçime dolan daha çok acı, kahır ve hüzündü. Başta Donanma olmak üzere birçok kurum, yakıcı biçimde kömüre ihtiyaç duyuyordu ama kömür de bulduğum yerde, aynı şekliyle duruyordu. Osmanoğulları nasıl çıkarılacağını bilmiyordu çünkü. Bahriye Nezareti’ne bağlanan havzaya paranın kokusunu alan yabancı kumpanyaların akını başladı. Galatalı Bankerler, İngilizler, Almanlar, İtalyanlar, Fransızlar bu kez silahla değil parayla akın etti peş peşe havzaya. Takvimler 1865’i gösteriyordu. Son kaptan-ı derya Ahmet Vesim, Bahriye ümerasından Mirliva (Tuğgeneral) Dilaver’i, Donanma’nın artan kömür ihtiyacını karşılaması amacıyla “Maden-i Hümayun Nazırı ve Ereğli Kaimekamı” sıfatıyla Ereğli’ye gönderdi. Ektiği biçtiğiyle geçinip giden kanaatkâr insanların coğrafyasında kimse ocak amelesi olmak istemiyordu. Mirliva Dilaver’in yedi düvelden gelen tufeyliye yetecek işgücünü sağlaması ve çıkarılan kömürün taşıma sorununu çözmesi gerekiyordu. İki yıl çalıştı, “Ereğli Kömür Maden-i Hümâyûnu İdaresinin Nizamnamesi” adlı bir yönerge hazırladı. Amele bulma sorununun çözümü ise en basit işti onun için. Kadim devlet geleneğine uyacak, devlet zorunu seçecekti. Biliyordu ki, jandarma dipçiğine değil insan, dağlar bile dayanamazdı Anadolu’da. Tarihe, “Osmanlı’da çalışma hayatıyla ilgili düzenlemeler yapılan ilk belge” olarak geçen yüz maddelik bir yönetmeliğine göre, Ereğli kazasına bağlı 14 kariyenin 13 yaşından 50 yaşına kadar tüm erkekleri,  12’şer günlük ara ile çalışmaya mükellef tutulacaktı ocaklarda. Köylülerim, kiracıyan (katır sırtında kömür taşıyan), küfeciyan (küfe ile kömür taşıyan), kazmacıyan (kömür kazı işlerinde çalışan), sütunkeşan (ocaklarda kullanılacak direkleri sağlayan) şeklinde meslek gruplarına ayrıldı. Maden için gerekli direkleri bulmak ve hayvanları yetiştirmekle de yükümlü kılındı ayrıca.  Çalışacak işçilerin listesini yapıp grup değişimlerine göre işçilerin gönderilmesini sağlamaksa jandarmayla birlikte muhtarların göreviydi. Anlatmaya gerek yoktu, jandarma demek dipçik zoru, büyük bir zulüm, kuşaktan kuşağa aktarılacak acı demekti…

BEN UZUN MEHMET! BAZEN LAZ EMİN OLDU ADIM, BAZEN SATILMIŞ TEPE İLE MEHMET ÇAVDAR

İki yüzyıla yakın bir zaman dilimi içinde yaşadıklarımdan hangisini anlatayım? Havza-i Fahmiyye’nin zenginliğine el koymak için gelen Frenklerin parfüm, puro ve şarap kokularını da doldurdum ciğerlerime, yerin altındaki zifiri karanlıklarda sırılsıklam olan bedenlerin, her damlası kanayan ter kokularını da. Grizularda, göçüklerde solan her bedenle, ben de soldum biraz daha. Kana bulanmış tozlu ciğerlerini kusan madenkeşlerle birlikte ben de kustum ciğerlerimi. Mükellefiyet acısını herkesten çok ben duydum içimde. Herkesten çok ben yaşadım kazandığı üç kuruşla evine ekmek götüren amelenin saadetini. Zulüm çekilmez olup, bıçak kemiğe dayandığında isyan ateşi yakanların arasında hiç ikirciklemeden ben de yerimi aldım. Tayyar Çavuş’un işaretiyle tatil-i eşgaal’e çıkanların en önümdeydim mesela. Laz Emin önderliğinde ilk greve çıkan demiryolu amelesinin sesine de kattım daha sonra sesimi, aralarında alçakça katledilen Satılmış Tepe ile Mehmet Çavdar’ın bulunduğu Kozlu direnişçilerinin haykırışlarına da. İsyan ateşleri içinde birçok olaya tanık oldu yaşlı gözlerim. Kimi zaman işbirlikçi sendikayı koyduk hedefimize, kimi zaman ülke kaynaklarını haramzadelere peşkeş çekip, emekçileri açlığa mahkûm eden kibir-i azamları. Tarih şerefle yazdı ki, doksanların başında yüz bin sürme gözle akın eyledik Ankara önlerine… Ama ne yaptıysak döndüremedik devranı. Zaman zaman ibre bizden yana kaysa da, tarihin çarkları hep zalimlerden yana döndü ne yazık ki… 

BEN UZUN MEHMET! ACININ BİN TÜRLÜSÜYLE KATMERLEŞEN BİR HAYAT HİKÂYESİ BENİMKİSİ

Ateşi çalıp insanlara verdiği için tanrılar katında lanetlenen, kayalara bağlanarak ciğerleri leş kargalarına yedirilen Prometeus ile aynı yazgıya sahibim sanki. Ben de yanartaşı insanlığın hizmetine sunmaya çalıştığım için alçak bir pusuda katledildim onun gibi. Yetmedi cezam, bulduğum cevher binlerce insanın ölümüne neden oldu. Benim yüzümden ağıtlı haykırışlar kaderi oldu kömür diyarı memleketimin. Bu da ölümlerden ölüm beğen denilen türdendi. Son yıllarda hırçın dalgaların gürültüyle dövdüğü bir kayalığı mesken tuttum kendime. Yanımda iki şehit Mehmet’le birlikte mutluydum. Balkaya’nın tepesinden, bir yandan Karadeniz’in lacivert sularını, diğer yandan da Kozlu’yu, Kireçli’yi, Üzülmez’i, Kilimli’yi velhasıl tüm kömür havzasını izliyordum sessizce. Muzaffer bir komutan gibi 91 grevcilerinin coşku dolu adımlarını da selamladım bu tepeden; yaralı, ölü madencileri hastanelere taşıyan ışığı pır pır cankurtaranları da. Zaman zaman sel olup Madenci Anıtı’na akan yeraltı insanlarının sert ayak sesleri, bir yürek kütürtüsü olarak çınlıyordu bedenimde. O vakitlerde canıma can katılıyordu.

BEN UZUN MEHMET… ÇİLESİ HİÇ DOLMAYACAK İLK MADEN YİTİĞİ BEN… 

Tüm parçalarımı yerimden oynatan bir gürültüyle sarsıldım geçtiğimiz yıllarda. Ne Karadeniz’in hırçın dalgalarının kayalara hırsla çarpan sesine benziyordu çoğalan gürültü, ne de akıp giden araçların aşinası olduğum homurtularına. Ağaçları yalayıp geçen deli poyrazın, yıldız karayel rüzgârlarının uğultusu hiç değildi. Önce iş makineleri hummalı bir faaliyetle oydu bulunduğum tepenin eteklerini. Bir harami, benim aç, susuz değer üreten madenkeşlerimin ürettiği değere el koyarak kazandığı servetle, beş yıldızlı sefahatin vur patlasın mekânına dönüştürdü burnumun dibini. Dünyanın her yerindeki kimlikli kentlerde, kentin bezeği sayılan anıtların yanında, onu gölgede bırakacak bir yapılaşmaya izin verilmezken,  etrafımı saran beton cehennemiyle F tipi bir karanlığa mahkûm edildim bense. İçinde bulunduğum yerin dibinden de beter zifiri karanlık nasıl zoruma gidiyor anlatamam. Bu da başka türlü bir ölüm benim için. Ne gün doğumlarını izleyebiliyorum artık, ne de Üzülmez’in, Karadon’un yorgun bedenli işçilerine el sallayıp, helallik alabiliyorum vardiya sonlarında. Her ikisini de nasıl severdim oysa. Dedim ya lanetli bir hayat benimkisi. Gençliğime doyamadığım, sevinçlerimi, coşkularımı doyasıya yaşayamadığım gibi, ölümden sonra da huzur yok bana. Ben Uzun Mehmet! Çilesi hiç dolmayacak ilk maden yitiği ben…

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.