35,4795$% -0.04
36,6002€% -0.01
43,3720£% 0.05
3.052,87%-0,01
2.676,97%0,04
9.715,86%-0,18
Neşeli insanları severim ben. Parıldayan gözler, çınlayan kahkahalar, gürültülü konuşmalar, bağırışlar hoşuma gider.
Ellerinde paten olan pembe yanaklı kızar da hoşuma gider. Ya da tişört giymiş, spor ayakkabılı, hoplayıp zıplayan kızlar da.
Hüznün, kederin, “ah, oh, tanrım, oy” falan gibi melankolik şeylerin olduğu şiirleriyse sevmiyorum.
Hatta biliyor musunuz, birisi kederli bir şeyle övününce de güleceğim gelir; ya da mesela önemli bir şey söylüyor havasında şöyle konuştuklarında:
“Ah, öyle harika kederli gözleri var ki! Ve müthiş kederli bir yüzü!”
O zaman düşünürüm: “Bunda övecek ne var ki? Tersine, üzüntü hissedip o narin organizmasına hangi hastalığın sirayet edip neden o gözlerde hüzün bulunduğunu aydınlatmak için özel tıbbi yardım alacağı bir yere götürmek gerek.”
Hayır, insanlar olaylara çok tuhaf bakıyorlar. Kederli şeyleri takdir ediyorlar. Hüzünlü olaylarda büyük şeyler görüyorlar. Bunu anlamak mümkün değil.
Eski dönemin aydınları ve genci olarak da eski Rusya bütün hüzünlerde bir coşkunluk bulmakta pek mahirdi. Bunda bir yücelik de görüyorlardı.
Puşkin’de olduğu gibi. Bu dizelerin nasıl döküldüğünü anlamıyorum. Bu bağlamda çağdaş şiir sanki pantolondan düşmüş. Mesela:
İlk insandan
şaire
hepimiz
türkü söyleriz
kederle.
Sıcak bir hüzün
veriyorum
perilerimizin ve
müz’lerimizin
uyumu.
Çok yakın. Aslında övünülecek bir şey de yok. Şimdilerde ise bu kederin iç yüzünü ortaya koymayı arzu ediyoruz. Denebilir ki onu kaidesinden indirmeyi diliyoruz.
Bir keresinde bir ahbabım misafirliğe gelmişti. Senli benli konuşuruz. İlkokul sıralarından. Sürekli haberleşiriz. Borç alıp veririz.
Geldi ve dedi ki, bir kız görmüş, anında vurulmuş; en kısa zamanda da onunla evlenecekmiş.
Ve aşkını methetmeye koyuldu.
“Öyle bir güzel ki,” dedi, “öyle hüzünlü ki bakışları, hayatım boyunca böylesini görmemiştim. Bu bakışlar,” dedi, “öyle bir ışıldıyor ki, ona daha bir güzellik veriyor. Yüzüne ilginç demek mümkün değil aslında, burnu biraz kıvrık, kaşları da tuhaf, kılları çok uzun, ama o kederli gözleri bütün bunları örtüyor ve yüzünde çirkin hiçbir şey bırakmıyor. Biliyor musun,” dedi, “bu gözlere vuruldum ben.”
“Amma aptalsın,” dedim, “Halis muhlis aptal olduğun ortada. Evlenip başına çorap öreceksin. Gözleri hüzünlüyse, organizmasında bir şeyler bozuk demektir. Ya histerik, ya böbreklerinde bir sorun var, ya da düpedüz veremli. Sen,” dedim, “iyisi mi güzelce sorgula onu önce. Ya da doğruca doktora götür.”
Acayip öfkelendi, tepinmeye başladı, bağırıyor ve beni kaba materyalizme meyletmekle suçluyordu.
“Keşke,” dedi, “sana uğramasaydım. “Şiir gibiydi içim, sen yüreğime ağırlık verdin.”
Vedalaşıp çıkmaya davrandı.
Bense ona anlatmaya çalışıyordum: bir keresinde Kislovodska’da, gözleri insanı sersemletecek kadar hüzünlü bir hamalla karşılaşmıştım. Biraz sorunca fıtığı olduğu ortaya çıkmıştı. Bu yüzden mesleğini bırakması gerekmişti.
Ancak ahbabım sonuna kadar dinlemedi beni, son derece nezaketsiz bir tavırla elini salladı, bu arada bana bir sürü de küfür etti; şiirden bir halt anladığın yok senin, falan gibi şeyler. Oysa o sadece güzellikleri görüyordu, falan.
Aşağı yukarı altı ay geçti. Ben bu hikâyeyi çoktan unutmuştum. Bir gün bu ahbabımla sokakta karşılaştım.
Gayet aldırmaz bir suratla yürüyordu. Beni görmezden gelmeye kalktı.
Yaklaşıp neyi olduğunu sordum.
“Bir sürü tatsızlık,” dedi. “Gerçi bana gıdaklayıp durmuştun, karımın akciğerlerinde bir sorun çıktı. Şimdi güneye mi götürsem, sanatoryuma mı yatırsam, bilmiyorum.”
Dedim ki:
“Boş ver, düzelir. Ama tabii,” dedim, “iyileşirse de gözleri bir daha öyle hüzünlü bakmaz.”
Güldü, hadi kaybol der gibi elini salladı ve gitti. Bu bahar onunla gene karşılaştım. Paltosunun yakasını kaldırmış yürüyordu. Yüzü şaşkındı. Gözleri parlıyordu, hüzün ve kederle bakıyordu. “Görüyor musun, şimdi ben de vereme yakalandım. (Gripten sonra. Belki de karımdan bulaştı. Çok uğraştım, herhalde yorgunluğun etkisi oldu.” “Ya karın?” dedim.
Dedi ki:
“O iyileşti. Ayrıldık. Şiirsel şeyler hoşuma gidiyor benim; oysa karım iyileştikten sonra bütün ruhunu kaybetti. Yürüyüşü, şarkı söyleyişi, her adımı değişti.”
“Ya gözleri?” dedim.
“Gözleri de,” dedi. “Şiirsel hiçbir şey kalmadı.”
Ahbabımla vedalaşıp kendi yoluma koyuldum.
Kederli gözleri olan herkese acıyarak bakıyordum.
(1932)
CSI Adana
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.