34,3869$% 0.47
36,8522€% -0.6
44,4374£% -0.14
2.968,04%-0,25
2.684,98%-0,72
9.184,82%2,67
01 Ocak 2023 Pazar
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Açık konuşmak gerekirse, hasta olunca evde yatmayı tercih ederim. Tabii ki laf yok, hastaneler herhalde aydınlık bir kültürün ürünüdürler. Orada aldığınız kaloriye çok dikkat edilir. Oysa evde ne varsa yersiniz.
Beni tifodan hastaneye kaldırdılar. Evdekiler böylece dayanılmaz ağrılardan kurtulabileceğimi düşünüyorlardı. Onların tek amaçları bu da olsa, ben öyle özel bir hastaneye düştüm ki, burada her şeyi pek beğendim. Hastayı getirir getirmez kayıt defterine geçiriyorlar ya, bu sırada beriki de duvardaki bir tabelayı okudum: “Cenaze teslimi 15.00-16.00 arasında yapılır.
Başka hastaları bilmem ama, bu yazıyı okur okumaz bacaklarım titredi. En önemlisi, ateşim çok yüksek ve hayat da organizmama ancak kılı kılına tutunuyor, belki de pamuk ipliğine bağlı; ve böyle bir haldeyken böyle bir yazı okuyorsunuz. Kaydımı yapan adama döndüm:
“Böyle bayağı bir yazıyı şuraya asmak da neyin nesi, hastabakıcı yoldaş,” dedim, “hastanın,” dedim, “gözü doğruca oraya kayıyor.”
Hastabakıcı söylediğime pek şaşırıp dedi ki:
“Şuna bakın,” dedi, “adam hasta, zorlukla yürüyor, neredeyse soluğu kesilecek, ama,” dedi, “hemen eleştiriye kalkıyor. Eğer,” dedi, “iyileşirseniz, o zaman eleştirirsiniz, böylece bizim sizi saat üçle dört arasında, orada söylenen halde yakınlarınıza teslim etmeyeceğimizi de öğrenirsiniz. “
İçimden bu hastabakıcıyla birbirimize girmek geçtı ama, ateşim 39.8’di; tartışamadım. Sadece dedim ki: “Hadi oradan, hastabakıcı bozuntusu, bakalım iyileşince de bana böyle küstahça cevap verebilecek misin. Hastaya,” dedim, “böyle söz söylenir mi? Bu sözler,” dedim, “moralman çökertir zaten hastayı.”
Hastabakıcı, bir ağır hastanın onunla böyle serbestçe tartışmasına şaşıp çenesini kapadı. Bir hemşire yaklaştı: “Hadi bakalım hasta,” dedi, “yıkanma yerine.” Ama bu sözler de asabımı bozdu: “Buna,” dedim, “yıkanma yeri yerine hamam demek daha doğru. Bu kelime,” dedim, “daha güzel; hastanın moralini yükseltir. Ben,” dedim, “sizin yıkayıp kaşağılayacağınız bir at değilim ki.”
Hemşire dedi ki: “Hem hasta,” dedi, “hem de bütün inceliklere dikkat ediyor. Ama,” dedi, “her şeye burnunuzu sokarsanız iyileşemezsiniz.”
Beni hamama götürdü ve soyunmamı söyledi. Soyunmaya koyuldum. Bu sırada, suyun üzerinde bir kafa fark ettim. İhtiyar bir kadın havuzda oturmuş duruyordu; herhalde hastalardan biriydi. Hemşireye dedim ki: “Nereye getirdiniz beni, serseriler,” dedim, “kadınlar hamamına mı? Baksanıza,” dedim, “biri yıkanıyor!”
Hemşire dedi ki: “İhtiyar, hasta bir kadın oradaki. Siz ona aldırmayın. Ateşi çok yüksek, hiçbir şeye tepki göstermiyor. Utanmanıza gerek yok, soyunabilirsiniz. Bu arada biz de ihtiyarı çıkarıp sizin için temiz su ayarlayalım.”
Dedim ki: “İhtiyar tepki göstermiyor da, ben gösteriyorum herhalde. Hamamda bir başkasının daha olduğunu görmek de benim için hiç hoş değil.”
Bu sırada hastabakıcı da geldi. “Hayatımda,” dedi, “böyle kaprisli bir hasta görmedim. Bu küstaha hiçbir şey beğendiremiyoruz. Can çekişen bir ihtiyar, ama bunu rahatsız etmiş. Oysa kadının ateşi neredeyse kırk derece; gözü hiçbir şey görmüyor. Her halükârda ona beş dakikadan fazla katlanmak zorunda değilsiniz. Bize bilincini kaybetmi hastalar gelmesini tercih ediyorum zaten. Hiç değilse böyleleri şikayetçi olmuyor, bizimle bilimsel ağız dalaşlarına girmiyorlar.”
Havuzdaki ihtiyarın da sesi yükseldi: “Baksanıza,” dedi, “ya beni sudan çıkarın, ya da kendim çıkıp sizi elden geçireceğim.”
Böylece bana soyunmamı söyleyip ihtiyarla uğraşmaya koyuldular. Ben soyunur soyunmaz da sıcak suyu hazır edip havuza girmemi söylediler. Huyumu öğrenmişlerdi, bu yüzden benimle tartışmayıp işlerini yaptılar. Yıkandıktan sonraysa benim ölçülerime uymayan, kocaman iç çamaşırlar verdiler. İlkin bunları hınzırlık olsun diye bilhassa çıkardıklarını düşündüm, ama sonra gayet normal davrandıklarını fark ettim. Burada zayıf hastalar büyük önlükler giyiyordu, şişman hastalar ise daracık şeyler.
Benim çamaşırlar başkalarınınkinden daha bile iyiydi. Hastanenin damgası önlüğümün yenindeydi, bu yüzden çirkin görünmüyordu; diğerlerindeyse bu damga, kiminde sırtında, kimindeyse göğsündeydi, tabii bu, insanlık onurunu zedeliyordu.
Öte yandan ateşim de yükseliyordu; bu yüzden bu meseleleri tartışamadım. Beni küçük bir koğuşa aldılar. Burada her neviden yaklaşık otuz hasta vardı. Bunların birkaçının durumu da ağırdı. Birkaçıysa tam tersine iyileşmiş görünüyordu. Birkaçı ıslık çalıyor, diğerleri dama oynuyordu. Bazısı da koğuşta volta atıyor veya uzanmış bir şeyler okuyorlardı.
Hemşireye dedim ki: “Anlaşılan akıl hastanesine düştüm ben. Öyleyse açıkça söyleyin. Her sene,” dedim, “hastaneye yatarım, ama böylesini ilk defa görüyorum. Bütün diğer hastaneler sakin ve düzenli, burasıysa pazar yeri gibi.”
Hemşire dedi ki: “Belki de sizi özel bir koğuşa alıp başınıza sinekleri ve pireleri kovalasın diye bir nöbetçi dikmemizi emredersiniz.”
Başhekim gelsin diye avazım çıktığınca bağırdım, ama onun yerine deminki hastabakıcı geldi. Zaten kendimi çok halsiz hissediyordum. Hastabakıcıyı görür görmez bayılmışım. Kendime geldiğimde aradan üç gün geçmiş gibi geldi bana.
Hemşire dedi ki: “Belli ki,” dedi, “yedi canlısınız siz. Bütün sıkıntıları,” dedi, “atlattınız. Sizi yanlışlıkla açık bir pencerenin önüne yatırdığımız halde gene de beklenmedik bir şekilde iyileştiniz. Şimdi,” dedi, “her ne kadar diğer hastalardan enfeksiyon kapmış olsanız da, açık yüreklilikle,” dedi, “sizi iyileştiğiniz için tebrik edebiliriz.”
Her ne kadar organizmamda artık eski hastalık kalmamış olsa da, şimdi bir çocuk hastalığına yakalanmıştım: boğmacaya.
Hemşire dedi ki: “Belki de enfeksiyonu komşu binadan kapmışsınızdır. Orada hastanenin çocuk bölümü var. Belki boğmaca hastası çocukların yediği kaptan yemişsinizdir. Bu yüzden hastalanmış olacaksınız.”
Ama bünyem hızla düzeldi; bir kez daha iyileştim. Ama tam taburcu olacaktım ki, nasıl söyleyeyim, gene hasta oldum; bu defa sinirlerimden. Her yerimde sivilce çıktı, bir taraftan da deri döküyorum. Doktor dedi ki: “Biraz sakin olun, dert etmeyin, kısa zamanda geçer.”
Ama benim sinirlerim aslında beni bir türlü taburcu etmedikleri için bozulmuştu. Ya unutmuşlardı, ya eksik bir şeyler vardı, ya da gelen giden yoktu da salamıyorlardı.
Hastabakıcı dedi ki: “Başımız öyle kalabalık ki, hastaları taburcu etmeye bile yetişemiyoruz. Üstelik, siz geleli daha sekiz gün oldu ama böyle patırtı çıkartıyorsunuz. Oysa burada öyle hastalar var ki, üç haftadır taburcu edemedik de sesleri çıkmıyor. “
Nihayet çok geçmeden taburcu ettiler, ben de eve döndüm. Karım dedi ki: “Biliyor musun Petya, bir hafta önce senin ancak ahrette iyileşeceğini düşünüyorduk; çünkü hastaneden gelen haberde diyordu ki: ‘Kocanızın cenazesini almak için en kısa zamanda geliniz.”‘
Haberi alan karım koşa koşa hastaneye gitmiş, onlar da muhasebede yapılan bu hata için özür dilemişler. Meğer ölen başka biriymiş, ama nedense ben olduğumu düşünmüşler. Oysa ben bu sırada iyileşmiştim ama sinirden deri dökmeye başlamıştım. Genel olarak, bu olay hiç de hoşuma gitmedi; biriyle dalaşmak için hastaneye koşayım dedim; ama bu işlerin orada hep böyle olduğunu düşünüp vazgeçtim.
Artık hastalanırsam evde yatıyorum.
(1936)
(Sovyet-Rus edebiyatının en önemli mizah yazarlarından Mihail Zoşçenko (1894-1958) ülkemizde uzun yıllar boyunca severek okunmuş bir isim. Sıradan insanların günlük sorunlarını konu ettiği öyküleri sadece kendi toplumuna değil tüm insanlığa ilişkin gözlemler içerir. Bu büyük yazarı özellikle Ters Dergi’nin genç okurlarının dikkatine sunuyoruz.)
Geçenlerde bizim ortak dairede bir kavga çıktı. Öyle böyle değil, resmen savaş. Glazovaya ve Borovaya sokaklarının kesiştiği yerde. Tabii ki temiz yüreklilikten kavga ettiler. Ama malul Gavriliç neredeyse canından oluyordu.
Baş nedeni: İnsanlar çok sinirli. En ufak bir şey olsa kendilerini kaybediyorlar. Ateşleniyorlar. Ondan sonra da toz dumana karışıyor. Bununla ilgili, tabii iç savaştan sonra milletin sinirlerinin laçka olduğunu söylüyorlar. Belki de öyledir gerçekten; ama öyle olsa bile bu yüzden malul Gavriliç’in yarası çabucak iyileşmez ki!
Bizim ortak dairede kalan Marya Vasiliyevna Şiptsova akşam saat dokuzda mutfağa girip ocağı yakıyor. Biliyor musunuz, hep bu saatte yakar ocağı. Çay içip tost yapar.
Gene öyle, mutfağa giriyor. Ocağı önüne koyup yakacak. Ama ocağın işi bitmiş, bir türlü yanmıyor. Düşünüyor: “Hay Allahın belası, ne olmuş da yanmıyor? Hiç duman yok, işi tamamen bitmiş!” Sol eline tel bir fırça alıyor, temizleyecek. Temizlemek için sol eline bir fırça alıyor da, fırça dairenin öbür sakini Darya Petrovna Kobilina’nın. Bir bakıyor ki öbürünün elinde fırça, sesleniyor:
“Yeri gelmişken, Sayın Marya Vasiliyevna, şu fırçayı geri koyun.”
Şiptsova tabii bu sözler üzerine parlayıp cevap veriyor:”Lütfen,” diyor, “Darya Petrovna, fırçanızı münasip bir yere koyun. Sizin fırçanıza kalmadım, ona elimi sürmem.”
Tabii Darya Petrovna Kobilina da bu sözler üzerine parlıyor ve tartışmaya başlıyorlar. Gürültü bir yükseliyor ki, gök gürültüsü gibi!
Darya Petrovna Kobilina’nın kocası İvan Stepanoviç Kabilin de, fırçanın sahibi, gürültüyü duyup geliyor. Sağlıklı bir adam, hatta göbekli, ama biraz sinirli işte. İşte bu İvan Stepanoviç mutfağa giriyor, diyor ki:
“Ben,” diyor, “otuz iki rubleyle birkaç kopeğe çalışıyorum da kooperatifte,” diyor, “müşterilere,” diyor, “gülümseyip salam tartıyorum tezgahta,” diyor, “yok pahasına çalışıp kendime tel fırça alıyorum. Hiçbir suretle yabancı bir kimsenin bu fırçaları kullanmasına müsaade etmem.”
Al baştan gürültü; bir fırçanın çevresinde tartışma büyüyor. Tabii dairenin bütün sakinleri de mutfağa damlıyorlar. Hepsi konuşuyor. Malul Gavriliç de geliyor.
“Bu gürültü de nesi,” diyor, “kavga mı var?”
Bu sözlerden hemen sonra hakikaten kavga çıkıyor. Mutfak da, biliyor musunuz, daracık. Kavgaya müsait değil. Tıkış tıkış. Tencereler, ocaklar. Dönsen dönemiyorsun. On iki kişi de içeride. Hani birine vursan üçü birden düşecek. Hem de herkese birden çarpıp düşecek. Yani, bacağı kesik malulün öbür bacağı olaydı, ayağını basacak yer bulamazdı.
Üstelik de bu malul hiç haline bakmaksızın en öne atılıyor. Fırçanın sahibi İvan Stepanoviç ona bağırıyor: “Günahına girmeden çek git şuradan, Gavriliç! Kalan bacağını da ben koparmayayım!”
Gavriliç de diyor ki: “Hadi oradan,” diyor, “ayağımı kurtaramıyorum ki çıkayım,” diyor, “şimdi,” diyor, “bütün cinler tepeme çıkıyor.”
Hakikaten de o anda biri Gavriliç’in üzerine atlıyor; ama çıkmak için değil de, düpedüz atlıyor. Başka biri de tencereyi malulün başına geçiriyor. Malul şöyle bir debeleniyor, sonra pat, yere düşüyor. Bu arada adinin biri de milise haber vermiş. Milis komutanı geliyor. Bağırıyor: “Hemen dağılın, sizi şeytanlar, şimdi kurşunu yiyeceksiniz!”
Millet ancak bu kan donduran sözlerden sonra ufak ufak topukluyor. Herkes kendi odasına dağılıyor. “Bu namussuzlar,” diye düşünüyorlar, “ne oldu da şimdi biz saygıdeğer yurttaşları dağıttılar ki?”
Millet odasına dağıldı da, bir tek malul Gavriliç dağılmadı. Öyle büzülmüş yatıyor. Kafasından da kan damlıyor.
Bu olaydan iki hafta sonra mahkeme başlıyor. Mahkeme başkanı da sinirli bir adam çıkmasın mı!
Bastırıyor cezayı.
(1924)
Bugünlerde herkes sözleşmiş gibi gülünç şeyler yazmamızı istiyor. Sanki bu bizim elimizde. Sanki gülünç hikâyeler uydurmaktan başka işimiz yok.
Neyse, müsaadenizle gülünç bir hikaye anlatacağım. Hem de gerçek hayattan.
Sinemanın yanında durmuş, bir arkadaşı bekliyorum. Yalnız bu arkadaş acayip hoşuma gidiyor. Çocuksu, epeyce enteresan bir kız. Burada çalışıyor. Tabii, aşk. Buluşmalar. Mevcut durumla hiçbir ilgisi olmayan konularda şiirler: “Daldan dala konuyor kuş, parlıyor gökyüzünde güneş… “
Bazı yurttaşlarımızın dünya görüşüne göre bu tarz bir aşk daima zararlıdır. Böyle aşıklarda, bir kadının dırdır edip kafamızı cilalaması nev’inden muhtelif insani hisler görülür. Kuşlara ve insanlara yönelik bir çeşit acıma ve bunlara yardım etme arzusu da gözlemlenir. Yani kalbimiz acayip bir şekilde hassaslaşır. Oysa zamanımızda bunun itidalden uzaklaşma anlamına geldiği söylenir.
Diyeceğim, gel zaman git zaman, sinemada durmuş, kız arkadaşımı bekliyordum. Oysa her ne kadar çalışan bir kadın olsa da bekletmeyi seviyordu. Yani gecikip gerilim yaratmaya meraklıydı.
Açıkçası, sinemada salak gibi durmuş bekliyorum. Kasanın önünde uzun bir kuyruk. Kapı açılır açılmaz içeri gireceğiz. Duruyorum. Hem de öyle bir enerjik, neşeli duruyorum ki! Neredeyse neşeden şarkı söyleyip oynayacağım. Birini itekleyecek, dalga geçecek, hatta burnunu sıkacağım. Ruhumdaki neşeli çınıltı işitiliyor, yüreğim mutlulukla çarpıyor.
Aniden, giriş kapısına yakın bir yerde, beyaz giyinmiş yaşlı bir kadın görüyorum. Yırtık bir yağmurluk, tüyleri dökülmüş bir kürk, delik deşik olmuş, eski bir başörtüsü. Bu ihtiyar, kapının yanında gayet mütevazı bir şekilde duruyor, kederli gözlerle içeri girenlere bakıp bir şeyler vermelerini bekleyerek. Onun yerinde başkaları olsa yüzsüzce durup ince sesleriyle şarkı söyler ya da Fransızca bir şeyler gevelerdi, ama bu gayet mütevazı ve utanmış gibi duruyor.
Yüreğim merhamet duygularıyla doluyor. Cüzdanımı çıkarıyorum, karıştırıyorum, temiz kalplilikle bir ruble çıkarıyorum, kısa bir selamlaşma, ihtiyara veriyorum. Bu duygu seli içinde gözyaşları da mücevherler gibi ıslatıyor gözlerimi.
İhtiyar, tekliğe bakıp dedi ki:
“Bu da nesi?”
“Kabul edin teyzeciğim,” dedim, “tanımadığınız birinden.”
Bir baktım, yanakları derin bir heyecanla şişti. “Tuhaf şey,” dedi. “Ben bir şey istemedim ki. Niye tutuşturdunuz bunu elime? Birlikte sinemaya gireceğiz diye kızımı bekliyorumdur belki. Böyle bir olayla karşılaşmak,” dedi. “Çok utanç verici.”
Dedim ki: “Özür dilerim çok affedersiniz… Ben de sanmıştım ki… Pardon,” dedim.
Elim ayağıma dolandı. Kimin ne istediğini bile anlamıyorsun. Kimin ne beklediğini… Şaka gibi. Hadi yürü, çabuk…
Küfür gibi, diye düşünüyorum. Gitmeye davranıyorum. Ama ihtiyar sesini yükseltiyor, çığlık atar gibi.
“Nasıl iş bu,” diyor, “sinemaya bile gelmeyeceksin; nasıl aşağılıyorlar insanı! O para uzatan elin kurusun, e mi! Sizinle aynı sinemada oturup aynı havayı solumaktansa başka sinemaya giderim daha iyi.”
Elini tutup özür diliyorum, af diliyorum. Birileri tutar da milise haber verir diye sıradan da çıkıp benim kızı bir kenarda beklemeye koyuluyorum. Kız da çok geçmeden geliyor. Ben, canım sıkkın, yüzüm bembeyaz, biraz da sersemlemiş, hakaret ettiğim ihtiyar görmesin diye bir kenarda durmuş, utançla bakıyorum.
Biletleri çıkarıyorum, ürkek adımlarla arkadaşıma doğru yürüyorum. Aniden arkamdan biri yanaşıp dirseğimi tutuyor. Kurtulmaya çalışıyorum, ama bir de bakıyorum ki önümde benim ihtiyar.
“Affedersiniz,” diyor, “demin bana bir ruble veren siz değil misiniz?”
Anlaşılmaz bir şeyler geveliyorum, ama kadın devam ediyor:
“Kim bilmiyorum ama demin biri bana bir ruble vermeye kalktı. Bence sizdiniz. Eğer öyleyse, buyurun, verin. Kızım yanlış hesaplamış, koltuklar biraz pahalı çıktı.
Özür dilerim,” diyor, “hatırlattığım için.” Ben cüzdanımı çıkarıyorum, ama kız arkadaşım söze giriyor: “Sakın ha,” diyor, “paranı sokağa atma. Onunla büfede bir şeyler içerim daha iyi.” Yok, ben gene de verdim. Şaşkınlık içinde filmi izlemeye koyulduk. Ne zaman müzik başlasa kız arkadaşım dırdır edip durdu. İki haftadır tanışıyoruz ama ona bir damla kolonya bile almamışım da, oysa paramı sağa sola dağıtıp duruyormuşum da…
İkinci film, neşeyi bir komediydi; biz de her şeyi unutup bol bol kahkaha attık.
(1932)
Geçenlerde biri bana uğrayıp acıklı hikâyesini anlattı. Benden bu konuyla ilgili bir hikâye yazmamı rica etti.
Ama hikâyesi beni allak bullak etti. İlkin bu konuda bir şey yapmayı reddettim; çünkü doğrulatmadan yazamazdım.
Ne var ki bu olayı doğrulatmak, göreceğiniz gibi, mümkün görünmüyordu.
Ama yolunu buldum; bu hikayeyi insanların soyadlarını anmadan anlatacağım. Eğer doğruysa bu işin suçlusu ahlaken altında ezilsin.
Olay şöyle:
Küçük bir kurumun müdürü hafta sonu arifesinde, kurumun tedarik dairesine, ertesi gün ailesiyle birlikte daçaya* gideceğini, bu yüzden eşyalarını taşımak için bir kamyon gerektiğini söyledi.
Dairenin yöneticisi tatlılıkla, müdürün ricasını verine getirme ihtimalinin çok zayıf olduğunu açıkladı. İki kamyon onarımdaydı, biri yol inşaatına verilmişti, dördüncüsüne gelince, daha mayıs başında ertesi gün için muhasebeci M.e tahsis edilmişti. M. de daçaya eşya taşıyacaktı.
Konuşma başka İnsanların önünde olmuştu, bu yüzden müdür, öfkesini belli edecek bir şey yapmadı; ama yabancılar odadan çıkınca müdür küfretti, yöneticinin üzerine atıldı; bir yandan da müdürün sözlerinin rica değil talimat olduğunu, eğer kamyon yarına hazır olmazsa beriki Allah’ın belasının pılısını pırtısını toplayıp işten ayrılmasını söylüyordu. Ayrıca da ekledi: onun bu başına buyruk tavırlarından, masalara ve sandalyelere abanmasından ve bütün bu saygısızlığından bıkmıştı; nihayet onun da, başka kurumlarda çalışan emsalleri gibi çalışmayı öğrenmesinin zamanı gelmişti.
Dairenin yöneticisiyle geri adım atmadı. Müdüre şöyle dedi:
“Ben saygımıkaybetmem. Masa ve sandalyelere abanmaya gelince, sizinle tamamen hemfikirim, bu benim bir eksikliğim. Ama sizin kaba küfürlerinizin ve tehditlerinizin benim bu halimle bir ilgisi yok. Eğer eski düzenden bir insan olsaydınız, çalışanlarla bu tarz bir ilişki anlaşılabilirdi. Ama siz proletaryadan geliyorsunuz, bu yüzden de son zamanlarda konuşmanıza hakim olan bu paşa havası nereden çıktı, anlamıyorum. Ben bütün talimatlarınızı itirazsız yerine getirdim. Sizin iffetli eşiniz resmen benim arabadan inmek bilmiyor. Ama ben size bununla ilgili hiçbir şey söylemedim. Çünkü amirimin ya da onun eşinin iffetine halel getirecek bir şey yapmak bana yakışmaz. Gerçi öte yandan, hanımefendilikten vazgeçip misafirliklerde sürtüyor, şoförü de kuru ayazda bekletiyor. Ancak, size vermek için veremli muhasebeciyi çiğneyip almam gereken kamyona gelince; bunu kesinlikle kabul etmiyorum ve kurşuna da dizseniz yapmayacağım.”
Bu sözler müdürü kudurttu. Neredeyse bağırarak dedi ki:
“Nerede ve kim olduğunu unutmuşsun, küstah seni! Ancak sen amir ben de astın olsaydım, bana bu lafları edebilirdin. Seni bu kurumdan kesinlikle kovacağım. O zaman aramızdaki farkı anlarsın.”
“Nasıl kovacakmışsınız, bakalım,” dedi dairenin yöneticisi. “Suç işlemedim ben, vicdanım da tertemiz. Beni çıkarmanız öyle kolay değil, çünkü çalışanların gözünde bunun için hiçbir nedeniniz yok.”
“Sen bunun için hiç tasa etme,” dedi müdür. “Nasıl koşa koşa geleceksin bana, göreceğiz. “
On gün geçti. Ortalıkla fol yok yumurta yokken müdür ansızın, dairenin yöneticisine, tedarikteki eksiklikler ve düzensizlikler yüzünden sert bir uyarı verdi.
İki hafta daha geçti. Daha birinci darbenin etkisini atlatamamış olan yönetici, işteki sorumluluklarını yerine getirmediği gerekçesiyle görevlerinden azlledildi.
Şaşkına dönen daire yöneticisi bölge komitesinden sendikaya, sendikadan halk mahkemesine koşturmaya başladı. Herkese, herhangi bir ihlalin olmadığını, sorumsuzluğun söz konusu olmadığını, tersine, işleri yoluna koymak için fazlasıyla düzenli olduğunu göstermeye koyuldu. Bununla, işletmeye ait malların kendinden önce hor kulla nıldığını ima ediyordu. Dahası, kuruma daha fazla gerekli olan şeyleri temin etmek için bir atla koşumlarını da satmıştı. Bütün bu işler müdürün kişisel kininin eseriydi.
Ama bu ürkek sözleri, bir sürü laf kalabalığı, dosya ve klasör girdabında yitip gitmişti.
Öte yandan öfkeli müdür, sendikaya bir dilekçe vererek, kendisi açısından herhangi bir düşmanlığın söz konusu olmadığını, dairenin yöneticisine sadece bir kez bağırdığını, bunun da çalışmasından duyduğu rahatsızlık yüzünden olduğunu belirtti.
Üstelik müdür bir de daire yöneticisinin iki defa kendi kişisel kullanımı için kurum hesabından lastik satın aldığına dair hesaplar ortaya koydu. Yönetici bağıra bağıra, bunun zorunluluk yüzünden ve müdürün rızasıyla yapıldığını söylese de bu olay, kaderinde tayin edici bir rol oynadı. Müdürün yönetici hakkındaki işten çıkarma talimatnamesi kaldırılmadı, yalnız daha basit bir iş bulabilsin diye hafifçe yumuşatıldı.
Yönetici hesabını kapatmak için muhasebeye giderken tesadüfen onunla koridorda karşılaşan müdür dedi ki:
“Ee, köpek, aldın mı boyunun ölçüsünü?”
Yönetici, yumruklarıyla müdürün üzerine atılmamak için kendini güçlükle tuttu ve derin bir hor görüyle ona bakıp çıktı.
Sonra da bu olayı hikâye etmem ricasıyla bana geldi. İşte, hikâye karşınızda. Buyurun size, bürokrasinin bir sonucu. Bütün bunlar müdür tarafından öyle bir incelikle ve soysuzlukla yapıldı ki, bir şey kanıtlamam mümkün değil. Yüreği yosun tutmuş olan bu bürokrat omuzlarını silkip her şeyi inkar edecektir.
Sadece bir sosyalizm düşüncesi ve yoldaşça dayanışma, bu bürokratizmle kavgaya girişebilirdi.
Diyeceğim, eğer müdür hakkında anlatılanlar doğruysa, bu hikâye hesap sormanın vesilesi olsun.
(1937)
* Müstakil yazlık ev
Bizim ortak dairedeki komşulardan birine köyden babası geldi.
Tabii, oğlu hasta olduğu için gelmişti. Yoksa hayatının sonuna kadar Leningrad’ı görmezdi. Ama oğlu hasta olunca çıkageldi işte.
Oğlu da bizim komşumuzdu. Bir restoranda garson olarak çalışıyordu. Yemek dağıtıyordu, maaşı da iyiydi.
Belki de daha fazla kazanmak için gece mesaisine kalmış, gece vakti eve dönerken, bu mutfak işinin azizliği olarak soğuk almıştı. İlkin nezle oldu ve bir hafta hapşırdı. Sonra göğsü ağrımaya başladı, ateşi de bir anda sıfırın üzerinde kırk dereceye çıkıverdi.
Bundan önce boş bir gününde zamanını kültürel faaliyetlerle geçirmek için sarayları görmeye Havlovsk’a gitmişti ve karısının trene binmesine yardım ederken belini incitmişti.
Bütün bunlar, hayatının baharındaki bir adamın insana acı verecek şekilde hastalanmasına neden olmuştu.
Böylece, doğuştan evhamlı olan bizim garson, artık iyileşemeyeceğine, bundan böyle sorumluluklarını yerine getiremeyeceğine derinden inanmıştı.
Bu yüzden de son nefesini verirken hakkını helal etsin diye babasını Leningrad’a çağırmıştı.
Babasını çok derinden sevdiği ve şimdi, hayatının son anlarını yaşarken onu tekrar görmek istediği için değil; tersine, kırk yıldır babasıyla arası yoktu ve onun varlığına bile tamamen kayıtsız kalmıştı.
Ne var ki karısı onu böyle akıl almaz yüksek bir ateşle yatar görünce, herkesin yapacağı gibi, oğlunuz hastalandı, Leningrad’a gelin diye bir telgraf çekmişti.
Oğlu toparlamaya başlamışken, ayağında keçeler, sırtında çuvalı ve elinde değneğiyle babası herkesi hayrette bırakacak şekilde Leningrad’a geliverdi. Sonradan anlaşıldı ki ihtiyarın çuvalında çizmeleri vardı; ama bunları özellikle giymemişti; “Zenginler asaletlerini, yoksullar giyeceklerini taşır” diyordu.
Kuşkusuz. herkes ve bu bağlamda oğlu da, mütevazı, bir ölçüde de dindar bir ihtiyarın gelip yavan konuşmalar yapmasını ve herkese karşı ürkek davranmasını bekliyordu. Ama baba, kesinlikle bekledikleri gibi biri değildi.
İhtiyar eşine az rastlanacak kadar kavgacı, biraz rezalet çıkarmaya meyilli, edepsiz ve arsızdı. Ayrıca da, karşı devrimci olmasa bile, kafası son derece sıra dışı, gerici siyasi fikirlerle doluydu.
Apartmanın kapısına gelir gelmez kapıcıyla dalaştı ve on iki yıldır burada yaşayan dayısını ziyarete gelmiş bir delikanlının da kulağını çekti.
Sonra, daha ceketini çıkarmadan yöneticiyle sertçe tartıştı: bu çağdaşlık dediklerinin nasıl bir şey olduğuna hayret etmişti de, köyünde bile herkese anlatacaktı.
Dönmesine yakın da oğlundan, kendisini belediyeye kadar götürüp sürekli Leningrad’da yaşamak üzere bir ev bulup bulamayacağını öğrenmesini istedi.
Kuşkusuz ihtiyar belki de kendince iyi biriydi, ama geldiğinden beri neredeyse bütün kiracılar medeni davranışın ne olduğunu unutmak üzereydiler. Herkes onunla dalga geçmeye başlamıştı; bir aptalmış gibi alay ediyorlar, taşralı-köylü davranışlarını tiye alıyorlardı.
Herkes ona saçma sapan bir şeyler söylemek için yarış ediyordu; mesela kapıcı, onu her gördüğünde gıdaklar gibi bir sesle şöyle diyordu: “Hangi kolhozdan geldiniz buraya, genç bey?”
Tabii oğlu, garson Garilov da bu ortak ruh halinden kaçınıyor değildi; gazeteye bakar gibi yapıp gülmemek için kendini zor tutarak şöyle diyordu mesela:
“Bugün sokağa çıkmayın baba; kır ve kızıl saçlıların sürek avı bekleniyormuş.”
Kuşkusuz bütün bunlar kötü niyetten yapılıyor değildi, ama gene de, yetmiş iki sene yaşamış ve belki hepsini toplasan topundan daha akıllı olan, köyden gelmiş bir ihtiyar için hoş şeyler değildi. Berikiler onun cahil, aptal, sıradan bir köylü olduğunu düşünüp biiyle davranıyorlardı.
Oysa bunlar onun üzerinde tam da tersine bir etkiye neden oluyordu.
Burada bulunduğu her gün bir rezalet çıkıyordu. Bağırışlar, hakaretler, buna benzer şeyler. Ziyaretinin haftası dolduğunda bir birahanede kafayı çekti ve kavga çıkarmaya kalktı. Hatta milise teslim etmeye bile kalktılar. Ama ihtiyar paçayı kurtardı, sokaklarda sürtmeye çıktı.
Öylece yürüyüp türkü söylüyordu. İhtiyar, ak saçlı, köylü kıyafetli, son derece basit, sıradan.
Öylece yürüyordu ve bir bakıyor ki, kaybolmuş. Tabii kaybolmak çok saçma. Gerçi adresi biliyordu. Ama sarhoş gözleri açılıverdi, bir anda ayıldı.
Oradan geçen birine yol sordu. Ama beriki de yolu bilmiyordu; bu yüzden milise gitmesini salık verdi.
Tabii bizim ihtiyar, milis karakoluna gitmekten korkup o heyecanla iki-üç mahalle daha geçti.
Sonunda bağırıp çağıracak diye korkarak, tedirginlikle, görevli bir milise yaklaştı.
Berikiyse, talimatlara uygun olarak, beyaz eldivenli elini kasketine götürerek ihtiyara selam durdu.
Alışkın olduğu şekilde bir rezalet çıkacak diye kendi ni hazırlayan ihtiyar, bu beklenmedik durumdan biraz şaşkınlığa kapıldı ve meseleye giremeden abuk subuk sözler saçmaladı.
Milis ise hangi sokağa gideceğini sordu, yolu gösterdi ve tekrar selam durup kendi işine döndü.
Ama eski zamanlarda sadece generallere ve baronlara gösterilen bu saygı, Leningrad’ı ziyarete gelmiş olan bizim ihtiyarda sıra dışı bir etkiye neden oldu.
Üstelik, ilk seferinde milisin bir hata yapmış olabileceğini düşündüğü halde, ikinci selamda bunun bilinçli olduğundan hiç kuşkusu kalmadı.
O zaman başka bir milise yaklaştı ve bir kez daha aynı selamla karşılaştı; şimdi ihtiyar ruhu daha derinden sarsılmıştı.
Kuşkusuz, bu olayın onun ruhunda karşılığını aynı anda mı bulduğunu bilmiyorum; ama gene de herkes ihtiyarın eve büyük bir ağırbaşlılıkla döndüğünü fark etti; kapıcının önünden geçerken onunla adeti olduğu gibi ağız dalaşına girmedi; sessizce selamladı ve yoluna devam etti.
Gerçekten de böylesine önemsiz bir olay böyle zorlu bir karakterde bu kadar önemli bir rol mü oynadı, bilmiyorum; ama herkes, bizim Gavrilov babaya bir şeyler olduğunu ve şimdi son derece değiştiğini fark etmişti.
Kimileri onun, apartmanın yanındaki bir milise iki kere gidip saygıyla konuştuğunu da görmüştü.
Kafalarında hınzırlıktan başka bir şey olmayan çokları bunu, ihtiyarı milise götürmeye kalktıklarında duyduğu korkuya bağladılar. Bazılarıysa başka türlü anladı.
Bizim ortak dairedeki, şeker hastası olan aydın komşumuz da bu olayla ilgili dedi ki:
“Her zaman kişiliğe saygının, övgü ve onurlandırmanın sıra dışı sonuçlara yol açacağını savunmuşumdur. Bu sayede birçok karakter kelimenin tam anlamıyla gül gibi açılır.”
Çoğunluk onunla aynı fikirde değildi; bizim dairede de bu konuda sonuçsuz bir tartışma oldu.
Üç gün sonra Gavrilov oğluna, acil işleri yüzünden köye dönmesi gerektiğini söyledi.
Bizim dairedekilerden birkaçı, ihtiyara yaptıkları dayanılmaz şakaları affettirmek için, onu yolculamaya istasyona gittiler.
Tren yaklaşırken bizim ihtiyar yolculamaya gelenlere saygılı bir asker selamı verdi.
Herkes güldü, o da güldü ve memleketine doğru yola çıktı.
Herhalde orada da insanlarla ilişkilerinde daha saygılı davranıyordur. Böylece hayatı daha aydınlık, güzel olmuştur.
(1936)
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.