34,9563$% 0.16
36,7455€% 0.29
44,1283£% -0.32
2.977,36%-0,95
2.648,95%-1,13
10.125,46%0,66
Yıllar yıllar önce, Facebook’ta dolanırken çizer arkadaşım Levent Elpen’in sayfasında ilgi çekici bir paylaşım gördüm. Sevgili Levent ve Ömer Faruk Doğan (ki o da 80’li yılların ilk yarısından beri arkadaşımdır) Kütahya/Çavdarhisar yakınlarındaki gizemli megalitleri araya sora bulmuş ve bir güzel fotoğraflamışlar. Benim dağınık zihnim binbir mevzu arasında bu bilgiyi unutmuş gitmiş. Masa üstüne indirdiğim resmi (aklımın bir oyunu sonucu) yabancı bir kaynaktan buldum zannıyla arkadaşlarımın adlarını zikretmeden sayfama koymuşum.
Burası Anadolu’nun pek çok yerinde, özellikle de Frigya’da sıkça görülen Kibele’ye adanmış “Meter Steunene” adıyla bilinen kült yapısı (megalit) imiş. Megalite sayfasında “Anadolu’nun Stongenge’i” ismini veren Levent konu hakkında yazışırken “Orayı bulmak çok zor, hatta imkansız” kabilinden ifadeler kullanmıştı. Bu ikaz da aklımın bir köşesinde yazılıydı.
Aradan birkaç yıl daha geçti. Çizergezer ekibi olarak çıktığımız bir Anadolu turu dönüşü arkadaşların kanına girdim; direksiyonu Çavdarhisar’a çevirdik. Ancak elimizde (telefonumda) hiçbir fikir vermeyen bir çizgili harita dışında bilgi yok. Tabii bir de gizemli megalitin fotoğrafları… (Buraları yazarken bir yandan da sık sık Google haritalarına bakıyorum.) Çavdarhisar’da ünlü Aizanoi antik kenti var. Bizim de birkaç kez gezip gördüğümüz bir yer. Kült alanı hakkındaki kıt bilgiler arasında Aizanoi’den buraya 2-3 kilometrelik antik bir tören yolunun bulunduğu yazıyor.
Yani Meter Steunene’yi bulmak imkansız görünüyor, o halde ne duruyoruz!
Bu arada size ekibi tanıtmalıyım. Dört çizer (İbrahim Sarı, Abdülkadir Tamer, Servet Gürbüz ve ben) ile Servet ve Sönmez Karakurt’un efsanevi Genco tipinin kankası Muzo (Evet gerçek birisi). Muzo, Servet’in çocukluk arkadaşı, bizim grubun da neşe pınarı pozisyonunda bir insan. Araba onun, şoförümüz de o! Bozuk yollarda arabaya ettiğimiz zulüm nedeniyle macera boyunca kendisinden yediğim küfür ve işittiğim hakaretleri ise burada paylaşmayayım.
İş ciddiye bindi. Çavdarhisar yakınlarında yol üstündeki lokantalara, tamirhanelere falan megaliti sora sora gidiyoruz. I-ııh! Bilen yok! Megalit diyorum ama, benzerleri Trakya’da çokça görülen dolmen benzeri yapılar. Gerçi dolmenlar daha çok mezar işlevi görüyor; bunlar ise belli bir plan dahilinde inşa edilmiş yuvarlak biçimli kesme taşlardan yapılmış kült/inanç alanları. Friglerce kullanıldığı bilinse de, inşası daha eskilere, Kalkolitik Çağ’a kadar gidebilir deniyor.
Neyse, iyice yaklaşmış olmalıyız ki bir benzinci yeri bildi ve kendince tarif etti. Burada biraz duralım. Çünkü kanımca yol tarifi bir sanattır ve malumunuz herkes sanatçı olamaz. Benzincinin “Buradan içeri girin; sonra gidin, gidin…” tarifiyle ana yoldan ayrıldık. 1-2 kilometre kadar içerilere girdik, küçük dereler, tarlalar, toprak yollar birbirinin içine girip çıkıyor, zaten birkaç yüz metre sonra yön duygumuz tamamen kaybolup gitmişti.
Bu arada asıl haberi vermemişim: Hava kararıyor! Ancak birileri de bu işe kafayı fena takmış doğrusu!
Düz bir ovada değiliz, engebeli arazi buralar. Küçük tepeler, sık ağaçlar, çalı grupları, ileride beride ne var göremiyorsun. Yaradana sığınıp ilerlediğimiz yol aniden bitti. Yandaki tarlada iki genç çalışıyor. Arabadan fırladım telefondan megalitin resmini gösteriyorum, dünyadan haberleri yok. İleriden bir nene belirdi, koşarak yanına gittim, hava nasıl hızlı kararıyor! Bereket nene soğukkanlı çıktı. “Burayı biliyorum, tee şöyle gideceksiniz” diye geldiğimiz yönü gösterdi. Haydaa!
Arabaya döndüm, bizimkilere fırça atıyorum, “Çabuk lan, güneş batacak birazdan” diye… Birkaç yüz metre geri gittik. Bu sefer gelirken görmediğimiz bir kavşak fark ettik. İnce toprak yol sığ ama çakıllı bir dereyle hemhal olmuş önümüzde uzanıyordu.
“Ulan n’aapsak?” diye düşünürken aniden o göründü! O, yani İsmail abi! Arkamızdaki ağaçların arasından beliren Anadolu köylüsü görünümlü Hızır Aleyhisselam’dı bu imdada yetişen. Yani bence öyleydi… Eprimiş, buruşuk kahverengi takımının içinde, saçı başı dağılmış kara kuru bir adam. Bir derviş…
İsmail abi yaklaştı. Telefonumdaki resmi inceledi. Sakin ve güçlüydü. Başını yavaşça kaldırıp “Tee ilerde bu” dedi. İsmail abiyi ön tarafa oturttuk, dereli yolu birkaç kez geçtik. İyice içerilere; köylerin, evlerin, tarlaların olmadığı yerlere doğru sürdük arabayı.
Arabamız bu kez genişçe bir derenin önünde durdu. İsmail abinin buyruğuna uyarak indik ve peşi sıra derenin taşlarından keklikler gibi sekerek karşıya geçtik. Önümüzde tepeler, yamaçlar sıralanıyordu. Hava neredeyse kararacaktı. İsmail abi aniden durdu; sağda solda antik dönem kalıntıları, yapı temelleri, dağılmış sütun başları olan bir alana gelmiştik. Rehberimiz “Geldik” dedi.
“Abi burayı değil, şurayı arıyorum; aha bak kapaklı kaya” diye resmi yeniden gösterdim. Bilge adam “Haa, desene” dedi. “O tee oralarda” diye eliyle yukarılarda soyut bir yerleri gösterdi. “Ne kadar gitmek lazım?” deyince “Bir saat” dedi. “Bir saat git, bir saat gel, bu iş yatar” diye hesap yapıp İyon nizamı bir sütuna oturdum. Biraz ağlasam açılır mıydım?
Bu arada esrarengiz bir olay daha oldu. Biz ne edeceğiz diye kara kara düşünürken, İsmail abi “hadi eyvallah” bile demeden çalıların arasındaki bir patikaya dalıp kayboldu. “Abi adama ayıp ettik, evine kadar bıraksaydık” diye üzülüp arkasından seslendik ama herhalde kanatları vardı İsmail abinin, çok kısa bir süre sonra uzaklardan el sallayarak cevapladı çağrımızı. “Sizi işinize bakın ağalar” gibisinden…
Kriz anları, karar anlarıdır! “Alfa kurt, sürüsüne böyle durumlarda liderlik eder” diyerek ölümcül kararımı gruba bildirdim. “Beyler! Yukarı gidiyoruz!”
Sevgili okur, bizim Çizergezer ekibi öyle dağ tepe gezmekten yorulacak, yokuş bayır çıkmaktan tırsacak adamlar değildir. Misal, bu adamlar yalçın Anavarza’ya kakara kikiri yaparak, Nemrut Dağı’na koşarak, ikibin dev basamaklı Karahisar Kalesi’ne türkü söyleyerek çıkmış kişilerdir. Lakin Anadolu’nun ortasında hava öyle hızlı kararır ki, şaşar kalırsınız.
Ölümcül kararı verirken güvendiğim iki şey vardı: Birincisi “Hızır abinin” işaret ettiği yere bir saatlik değil en fazla onbeş dakikalık bir yürüyüşle çıkabileceğimizi tahmin etmem. İkincisi de yurdum insanına özgü “hesabı yukarıya doğru yuvarlayarak” yaptığına inanmamdı.
Neyse şansımız yaver gitti. Gerçekten de onbeş-yirmi dakika sonra Meter Steunene uzaktan göründü. Son birkaç yüz metreyi güneş ışığını kaçırmayalım diye koştuğumuzu ve Çizergezer ruhuyla birbirimize sarıldığımızı hatırlıyorum.
Meter Steunene denilen bu yapı dev bazalt taşların oluşturduğu 4-5 metre çapında bir daire. Ortasında büyük bir çukur var; burası kan banyosu alanı… Araştırmacılar, kişinin kurban ettiği hayvanın (boğa, öküz) kanını buraya akıttığını ve içine girip bu kanda banyo yaparak günahlarından arındığını düşünüyor. Yarım saat kadar orada kaldık.
Dönüş yolunda ormandan şarkı söyleyerek dönen Yedi Cüceler gibi mutluyduk. Tam aşağıya indik ki, zaferimizi bildirdiğim Levent Elpen’den mesaj geldi: “Megalitin altındaki devasa duvarda oyulmuş antik mağaraları unutmayın.” Haydaa! Biraz daha kalsak karanlıkta zayi olacağız, arabayı zar zor bulmuşuz.
O da bir dahaki sefere inşallah! Pandemi bittiğinde…
Fahrenheit 451
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.