33,9008$% 0.03
37,6352€% -0.04
44,6724£% -0.16
2.809,88%0,81
2.577,74%0,76
9.685,49%1,73
Burnu hariç hoş kızdı. Ona çirkinlik katmıyordu burun. Sadece, ‘güzel’ olabilecek bir kızı son dakikada ‘hoş’ yapmıştı. Karadeniz değil, palyaço burundu. Ama geri kalanlar (kulak, boğaz) fazlasıyla affettiriciydi. 5 bin liraya bakardı direkten dönen güzellik, doktor dokunsa düzelirdi…
***
Datça’da 2 günlüğüne imza günüm vardı. Cumartesi-Pazar. Yapış yapış bir yaz fuarı. Kitapların terlediği, sıcaktan kalınlaştığı, kapaklarının güneşin yalamasıyla kıvrıldığı… Bu fuarlar genelde keyif işidir. Kitapçılar işin tatiline oradadır. Bir cacık bırakmaz. Gider pusulasından “yemek”in üzerini çizersin. Hadi şanslıysan “otel” maddesinin de. Gerisi cepten halledilir.
Bu yüzden yayınevimin patronu İsmail abi, baştan arayıp bombarde etti:
“Mehmet Ali’cim masraflarını karşılayamam. Üzgünüm.”
“Yemek bile mi?”
“Yemek bile.”
“Peki uçak?”
“???”
Kendime dumanlar üfleyen bir kahve yapıp bilgisayar başına geçtim. İmza günü afişimi hesaplarımda paylaştım. Duyurdum olayı. Burnundan bahsettiğim Buse, işte burada devreye girip mesaj attı:
“Seninle Datça’ya gelebilir miyim?”
Hmm…
Cevap yazmadan önce yüzüne tıkladım. Fotoğraflarını incelerken işte bu analizi yaptım:
“Burnu hariç hoş kız.”
Düşündüm. Datça’da birini bulmak zor olurdu. Konuş, ısın, güven, ısmarla ve kendini küçük düşüren sonu belirsiz birçok çabaya giriş… Ve Tinder oralarda iyi çalışmaz. Hiçbir ‘yanışma’ uygulaması çalışmaz. Herkesin kolunda biri vardır zaten.
“Olur” dedim Buse’ye. “Yalnız masraflarını çekemem, üzgünüm.”
Sorun çıkarmadı. Telefonu kavrayıp aradım yayınevinin sahibi İsmail abiyi. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Önden bir sohbet açmalıydım.
“İsmail abi orası nasıl, ona göre kıyafet alayım” dedim.
“Mehmet Ali nasıl olabilir? Ağustos ayındayız ve Datça’dayız. Güneşin kafa attığı bir yer burası. Herhalde dünyada daha sıcak başka yer yoktur.”
“Afrika daha sıcaktır abi” diyerek konuyu dağıtmadım.
Terse ters yapmadım.
“Buse diye bir kızla geleceğim” dedim, asıl derdimi belli ederek.
“Masraf çıkarmayın yeter” dedi.
Zor durumda olsa gerek, sürekli masraftan bahsediyor. Kitaplarımı 3’er bin adet 70 gram kâğıda ayraçlı mayraçlı basmış, hemen ardından Korona patlamıştı. Tabii ki bataktaydı. Çamurun içinde kulaç atmaya çabalıyordu. Kulaç attıkça da yüzeye çıkmıyor, sadece ağırlaşan kollarıyla daha da batıyordu. Kitaplar uzun zamandır elindeydi. Elinde demek doğru olmaz, sırtındaydı. Canım 70 gramlar sararmıştı. Doğa, o sayfaları yıpratmayı bekliyordu. Bu yüzden umutsuz, yapış yapış yaz fuarlarına bile balıklama giriyordu. Tatil için değil, onları eritmek için. Canlarım erimiyorlar, tek tek gidiyorlardı…
***
Buse’yle havaalanında buluştuk. Hiçbir şeye dokunmadan uçağa binelim istiyordum. Hosteslerden bile önce. Hem havaalanı pahalılığından, hem uçağa yetişememe korkusundan. (Havaalanı karadelik gibidir: Zaman orada normalden 3 kat hızlı akar.) Kaçırırsak iki katı fiyatına bir bilet daha almak zorunda kalırız. (Son dakika biletlerinde “düşene tekme atma” kampanyası vardır.) Ve Datça’da yiyecek param kalmaz. Sürekli “masraf, masraf” diye kâbuslar gören patrona şaka gibi “masraf” olurdum. Hem de Buse’yle. Yaşlı kalbinin gerilmiş damarları kopardı İsmail abimin. Buse’nin paralı bir kız olduğunu sanmıyorum çünkü. Tişörtü biraz soluk geldi. Neyse kalkmamızla inmemiz bir oldu ve Datça göründü.
Datça yanıyordu. Güneş çok büyük bir ısıtıcı gibi tepedeydi. Sokak köpekleri bile denize giriyordu. Kadınlar kıpkırmızıydı. Her biri, bir diğerinin üstünüydü. Dümdüz duran göbekler görünce öyle hararetlendim ki Buse’ye kolumu atıp bulutlara baktım: “İyi ki rasyonel bir kararla, buraya Buse ile gelmişim”di bulutlara ettiğim cümle.
Bulutlara 5 dakika falan baktım. Buse sonra “Nereye bakıyorsun öyle, drone mu gördün” dedi. O kadar bakmışım. Bazı hormonlarım diğerlerini sollayıp fark attı sadece Buse. İlk kez, bu halde, böylesine ihtiyacım olduğunda yanımda bir kadın vardı. Hormonlarım ve susturucuları karşı karşıyaydı yani. Yanımda erkek çocuğu sesli, palyaço burunlu, ‘hoş’ bir kız. Her şeyin çaresi. Ve güneş onu yakıyordu. Akşam için pişiriyordu sanki.
Bana.
Bacakları alınmış, kirpikleri yamultulmuştu.
***
Yürü yürü fuara gelmiştik. Yayınevinin standına bavullarımızla girdik. Onları kenara park edip soluklandık. İsmail abi uzaktaydı. Standı gören bir bankta, sigaradaydı. Terli kafasının selam vermek için oynadığını gördüm. Ben de öyle yaptım. Koltuğuma oturdum. Daha etkin görünmek için kalkıp altıma minder koydum. Yükseldim. Fuara hizmet eden kafenin garson çocuğu standa geldi. Hayata karşı hiçbir şey bilmeyen bir civciv gibiydi gözleri. Türk kahvemi tarif edip söyledim. Buse’ye de bir Ice Tea bilmemneli getirttim. Patron telaş yapmasın diye getiren civciv çocuğa “Yayınevine yazma” dedim. “Al, peşin.” Parayı göstere göstere verdim, bir müddet tutup güneşte parlamasını sağladım. Parlayıp uzaklara gitsin rengi. İsmail abi terlemiş tombul kafasıyla uzaktan görsün. Sanırım gördü. Reklam ettiğim, güneşte parlayan elliliği görünce baya rahatladı. Üflediği dumandan anladım. Rahatlar. Çünkü Balsac gibi kahve tükettiğimi iyi biliyordu. Aksi takdirde içtiğim her kahvede benim değil onun kalbi sıkışırdı.
***
Birkaç kitap imzalayıp açıldım. İnsanlar görünmeye başlamıştı. Genelde kadınlardı. Kitap okumak için ince bir ruh gerekir. Bir afişe, bir de bana bakıyorlar, “Sizsiniz di mi” diyorlardı, tatlı bir kadın şaşırmasıyla. Gülümseyip utanıyordum. Bir yerlerde fotoğrafının asılı olması ne utanç verici bir sorumluluk. Hele aynaya bakınca direkt kusurlarınla göz göze geliyorsan… Sonra kitaplardan konuşuyorduk.
Ben kalem oynatmaya çalışırken; Buse yanımda pinekliyor, bacaklarını konan sineklere emdiriyor, stanttaki genç kız kitaplarını kırıyor, yayınevi çalışanları sağa sola gittikçe paraları alıp para üstlerini uzatıyordu. Kimse gelmediğinde bacaklarını yerlerde gezinen kitap kolilerine uzatıyordu. Bu bacaklar, akşam da böyle güzel görünsün e mi. Elde edince normalleşmesin. Bir de memelerine, uçları bluzundan görünmesin diye yuvarlak etiketler yapıştırmıştı. Ama bu sefer de o yuvarlaklar görünüyordu? Sıcaktan oluşan boynundaki ter tanecikleri gözüme çarptı. Yavaşça yanına sokuldum. Hayır, terler ter kokmuyordu. İyi haber…
Türk kahvesinin birini gönderdim diğerini aldım.Okur trafiği azalınca kalkıp sahafları turladım. (Az önce köpek gibi 50 kitap da imzalasanız, sizi stantta öylece otururken görürlerse “Ah yazık, kimse gelmemiş” görüntüsü oluşur.) Sahaflarda aradığım tek bir kişi vardı: Bukowski. Ölü ihtiyarın okumadığım iki kitabını soruyordum sürekli. Birkaç sahafta denedim, çıkmadı. Son şansımda bir kitabını buldum neyse ki. Hemen koşup bizim standa girdim ve çürüklerinden olmak üzere kendi kitaplarımı kaptım. (İsmail abi bankında ve görünürlerde yoktu.) Kolumda kitaplarla, insanları tersleyen aksi sahafın önünde tekrar belirdim. Adamın sanki amacı para kazanmak değil, gelenleri aşağılayıp içini rahatlatmaktı. Her şey para değil… Benimkileri uzatıp sarı çürümüş sayfalı bir Bukowski aldım. Üzerine 5 TL istedi. Durdum. Haklıydı. 4 Mehmet Ali Çatal, artı tanıdık indirimi, artı 5 TL, eşittir büyük yazar Charles Bukowski!
Bukowski…
Hayatta dönüp dönüp okuyacağım başka kimsem yoktu. En zor zamanlarımda yanımda duran bir kedi gibiydi o. Bir kaban gibi de diyebilirim. Çünkü bir tane kabanım var, en zor, en fakir günlerimde hep üstümde o bulunuyordu, bu yüzden kopamıyorum. Her kış onu giyiyorum. Bazen giyilmemesi gereken mevsimlerde de. Siyah, yünlü, kokuşmuş bir arkadaş gibi o. Sabit bir kokusu var, neyle yıkarsan çıkmıyor. Bir mağazaya onunla girdiğimde çalışanlar yüzlerini çeviriyor. İç astarları da delik deşik. Fırsat buldukça bakışları ekşiyen insanlara hatırası olduğunu, daha iyisini alabilecek kapasitede olduğumu belirtiyorum.
Neyse… Bukowski…
Bukowski de işte bir kedi, bir kaban gibi benim için. Hayattaki konumuma acıdığımda, moralim sıfırken açıp uzaklaşıyorum buralardan.
“Şimdi”den. Moralim 1 oluyor, moralim 2, moral 3… Sonra kapağı kapatıp Bukowski’nin buruşuk büyük yüzüne soruyorum: “Bütün bunlar nasıl çıktı?”
5 TL’yi uzattım gitti…
Bukowski’mle standa döndüğümde Buse denize gideceğini söyledi. “Tabii ki. Çok açılma, boyun kısa” dedim. Tekerlekleri dönmeyen bavulunu çeke çeke kumsala yürüdü. Diğer güzel bacaklarla birlikte denizi şenlendirmeye. Maviliğe doğru gidişini gururla izledim. Neresinden izlediğimi tahmin etmişsinizdir. Sonra oturdum. Sıcak hava, Buse’nin bardağındaki buzları yarım bardak suya çevirmişti. Bardağın rujlu kısmıyla onları içtim. Ruju da yaladım. Bir Türk kahvesi daha rica ettim. Civcive kızdım.
“Oğlum kahvesini fazla atın şunun, su içiyorum sanki. O kadar az atıyorsunuz ki saat akşam 5 oldu, uykum açılmadı daha. Beni çarpmalı, tokatlamalı bu meret.”
“Tamam efendim, söylerim.”
“Öyle sert söyleme ama.”
“Tamam efendim.”
“Efendim mi?”
Usluca stanttaki afişime, fotoğrafıma bakıyordu.
“Sakin ol, ünlü bir yazar değilim.”
***
Tek tük okur geliyordu. Birkaç tanıyan, genelde tanımayan. Sandalyemin yönünü kumsala çevirip güneş gözlüğümü taktım. Bir nevi ışıkları kapattım. Akşamki tuzlu Buse’yi hayal ettim. Sonra da Bukowski’mi okuyacaktım, arındırılmış kafayla.Mutluydum.
***
Buse bir daha geri gelmedi. 5 kere arayınca mesaj attı: “Denizde biriyle tanıştım. Üzgünüm.” Sanırım masraflarını karşılayan biri. Akşam olmuştu. Afişimi indirip elimde ikiye katladığım Bukowski’mle birlikte bavulumu çeke çeke otele yürüdüm. Geceyi duvarlarla ve yatakta dönerek geçirdim. Bukowski’ye dalıp unutmaya çalıştım olanları.
“Şimdi”yi. Geçmişe gitmek istiyordum, ya da geleceğe. Ya da ikisi gibi, şimdi olmayan yeni bir zamana. Yeter ki şimdi olmasın. Zordu. Sanırım kendimi çok hazırlamıştım. Tuzlu saçlara parmakları takacaktım. Yuvarlak etiketleri çıkaracaktım. Rujun tadı hâlâ ağzımda. Baktım Bukowski de benzer şeyler yaşıyordu. Tek farkımız ben içki sevmiyordum. Kahve… Uyuşmayı değil, açılmayı tercih ederim. Olabildiğince diri bir bilinç.
***
Sabah olunca kahvemi söyleyip Tinder’ı açtım. Herkesi hızlıca sağa kaydırınca engellendim… Ardından imzaladığım kitapların telifiyle yemek yiyip kumsala çıktım. Belki Busiş’i görürdüm. Kızgın kumlarla kaplı kumsalı turladıkça hem ayaklarım hem içim yanıyordu. Tinder arıyor, tarıyor bulamıyordu defilenin içinden bir manken. Datça’da kimsem yoktu. Birinin tanıdığının tanıdığı bile… Sadece sayfaları kopan Bukowski ve ben. Kitap şimdiden 250 sayfadan 200’e düşmüştü.
Geri dönüp yükseltilmiş koltuğuma sabırla oturdum ve birkaç kitap daha gitti. Kasadan alnımın teriyle 45 lira aldım. Kumsala dönüp bir şezlong kiraladım onunla. Bukowski’yi açtım. Gözlerim biraz okudu, biraz kadınları izledi, biraz Buse’yi aradı. Şimdiye kadar kafanızda hangi renkte canlandırdınız bilmiyorum ama sarı bir gündü. Yalnız ve parasız Mehmet Ali Çatal’ı kimse sağa kaydırmıyordu. Bu arada geri dönüş için uçak biletini hangi güçle alacaktım? İsmail abiye baktım, boş stantta terli terli sigara dumanı üflüyordu. Ne çok terliyor bu adam. Yanındaki Sinem abla değil mi?
Evet. Karısını da fuara getirmiş. Akıllıca.
‘Masraf’ ama değer.
Altay Kaynar anlatıyor: Bugünkü Telafi Dersimiz
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.