34,7566$% 0.05
36,6142€% 0.19
44,1442£% 0.25
2.966,00%0,54
2.651,76%0,38
9.886,05%0,60
25 Eylül 2021 Cumartesi
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Havaalanında bir şey yiyip içmemeyi başararak uçaktaki yerimi almıştım. Uçağın içi buzhaneydi, tepemdeki boynumu felç etmeye çalışan klimayı iki parmağımla tutup öndeki adamın ensesinde bulunan damara kıvırınca her şey daha iyi oldu. Ve sırtımı dinlendirip hostes seyrine başladım.
Uçak tekerlekleri kalkana kadarki sinir bozucu dakikaları hep böyle yerim: Hostes izleyerek. Çekmiş etekler, sımsıkı çoraplar, capcanlı rujlar derken zaman hızlanır ve pilot bağırsaklarından konuşarak kalkacağını haber verir.
Böyle bir hostes kızı aklıma kaydediyordum. Bir kadının yanıma yanaştığını hissettim. Bunu tamamen burnumla hissetmiştim: Beyni bloke eden kadın parfümü!
"Pardon" dedi parfüm sahibi. Neden Fransız ayağı yaparız ki? “Pardon?” nedir? Nerede lanet Türkçemiz? "Af edersiniz"in nesi var? Aslında bu çok taktığım bir konu değildir; banane, sadece cam kenarını kaptırdığım için kendi içimde asabileşmiştim biraz.
Kadına çevirdim bedenimi. Kıyafetleri parfümünü yüzüme pompalamaya devam etti. Ohh. Gelsin. Bolca. Derin bir fırt çektim. Koku, sanki dünyada olmayan bir tada sahipti. Ne kokusu olduğunu beynimdeki iki et parçası düşündü durdu ama yaklaşamadı bile.
Göz kapaklarım güçsüz kalıp kapandı. Sanırım yaşama enerjimi kadın parfümünden alıyorum.
Gözlerimi geri açtım, şu "başarılı kadın" kıyafetleri giyen tiplerdendi. Çok severim. Sahiden Fransız çıkmasın? Uçaktayız sonuçta ve ancak Fransız kadınları 40'ında bile taş gibidir, kadın olduklarının farkındadır. Türk kadınları ise 40'ı gördüklerinde "götümü nereye salabilirim" der.
Kalktım ve cam kenarını kaptırabileceğim en hoş şeye kaptırmanın kıvancını yaşadım. Birazdan 50 bin fite çıkınca Tanrı'ya şükredeceğim tabii ki. Eğer uçak düşmezse çok güzel bir yolculuk olacak!
Beni kaldırıp geçerek cama yerleşti. Ben de koltuk numaram gereği, bir yanına.
"Teşekkür ederim" dedi. Türk'müş! 40'ında ama götünü böreklerle, poğaçalarla doldurmayı reddetmiş bir Türk! Gözümün kenarıyla süzmeye devam ettim bu müzelik parçayı.
Bu arada uçak tenhaydı. Dolacağa da benzemiyor. Tek tük yeni kafalar görüyordum. Kim kışın Giresun'a gider ki?
Fazla parfümünü üzerime göndermeye devam eden kadın dizlerine dosyalar çıkardı. Hem yan bakıp hem de yakını görmek, fokuslanmak çok zor, bu yüzden beynimdeki bazı damarlar gerilip kopabilirdi ama kâğıtları okumayı başardım! Üzerlerinde "mahkeme", "davalı" gibi hukuksal zırvalar yazıyordu. Etiketini yapıştırdım: Avukat! Başarılı kadın kıyafetleri giyen bir avukattı!
Erkeklere rüya mı olmaya çalışıyor bu hatun? Beyin kıvrımları ve vücut kıvrımları bir arada! Hadi çerçeveli gözlük de tak, bitsin bu olay, tak hadi!
Lanet olsun, bünyem zorlanıyor. Hoşlandığımı belli etmemeli, sanki Whatsapp'ım yukarıdan aşağı böyle kadınlarla kaynıyor gibi davranmalıyım.
Ağzımı dilimle turladım ve bir kere de yutkundum.
"Şey, eğer isterseniz ben öndeki boş koltuklardan birine geçebilirim. Baksanıza uçak boş ama biz yan yana oturuyoruz."
"Bu mantıklı bir hareket olmaz."
Bu neydi şimdi?
"Ne gibi?" dedim.
"Çünkü oturma düzeni uçağı dengede tutmak için özel olarak ayarlanıyor."
"Sahi mi?"
Yani şişman biri önlere otursa???
"Eğer herkes kafasına göre oturursa kalkış dengesi bozulabilir."
Kafamdaki düşünceyi doğru cümleye giydirmişti.
"Bir şey diyeyim mi, bu çok mantıklı geldi" dedim, gözlerimi kısa kısa.
Bu arada hostesler makyaj içine gömülü yüzleriyle bir şeyler anlatıyordu ama yanımda böyle bir kadın varken o boyalı zürafa belgeselini izleyecek değildim.
Avukat kadın dizindeki dava mava dosyalarına geri döndü.
"Ama bir şeyi merak ettim" dedim, kadına değil önüme bakarak.
Çünkü ona dönsem fazla yakın, dipdibe oluyorduk. Koltuklar sıktı. O ne öyle koklar gibi? Bir de heyecanlanıyordum işin doğrusu. Bir insanla konuşurken ‘out’a bakınca heyecanım kesiliyor.
"Nedir?" dedi.
Olamaz hâlâ benimle konuşuyordu! Cevap veriyor! Çok da önemli bir şey söylemeyecektim oysa.
"Bir avukat bunu nerden biliyor?" dedim laf torbasını doldurmak için.
"Haha" dedi.
Böyle bir parçaya durup dururken "haha" dedirtmek mi, bu içimi hayatla doldurdu.
"Uçaklara ilgim var diyelim. Siz ne iş yapıyorsunuz?"
"Pilotum."
Kadın yüzüme baktı. Fazla morallenmiş olabilirim.
"Şakaydı…" dedim.
Hostes bu kez bizim bölgeye geldi ve kurumsal yüz ifadesiyle üzüntülü bir şeyler anlatmaya başladı. Bu arada bir hareketlenme vardı? Millet uçaktan inmeye gayret ediyordu? Yaşlısı genci kapıya gidiyor… Neler dönüyor böyle? Artık filmlerde bile uçaklara bomba konmuyor? Bu ne demode bir terör eylemi?
Yo. Hostes, "Değerli misafirlerimiz. Ordu – Giresun havaalanındaki ani bir fırtınadan ötürü uçuşumuz İPTAL EDİLMİŞTİR. Vik vik vik…" diyordu.
Sanırım hosteslerin amiri. Yaşı makyajdan saptanamıyordu ama memeleri yerde bir kadındı.
Avukat kadınla birbirimize baktık, iki şaşkın olarak. Yakındık. Damardan C vitamini almış gibi gözleri parlıyordu. Fondötenini koklayabiliyordum. Metalik bir kokuydu. Ne güzel samimileşmiştik. Şu halimize bak. Ayrılıyoruz.
Hostes, alayımızın Türk olmasına rağmen aynı cümleyi İngilizce sarf ederken benimki hukuksal dosyalarını muhteşem diz kapaklarından toparlamaya başladı.
"Ben şimdi ne yaparım, evim havaalanına çok uzak" dedim, hem kendi kendime, hem de ona.
"Merak etme, seni uçakla evine bırakacaklar" dedi.
Biraz düşününce iyi espriydi.
Ekledi:
"Sakin ol. Uçuş iptal olduğuna göre havayolu şirketi konaklama sağlamak zorunda."
"Bak sen."
Bu ciddiydi. Toplanıp kalktık.
Öndeki adam da klimayı yemiş ensesini tutarak kalkmaya çalışıyordu. Klimaların nasıl kapandığını bilmediğimden hep başkalarına çevirerek çözüyorum olayı.
Pegasus Havayolları sahiden bir kanka gibi davrandı ve 5 yıldızlı otelde konaklama ile yüksek tavanlı bir salonda akşam yemeği ısmarladı.
Ancak 5 yıldızlı otelde kalıp ertesi gün nasıl normal orta direk hayatımıza döneceğimize dair bir açıklama yapmadılar. Bir psikolog görevlendirseler iyi olurdu. Buradaki insanların büyük bir kısmı yarın delirecek.
Otele girdik ve önce ayağımızın tozuyla koca bir salona alındık. Tavanı o kadar güzeldi ki bir görgüsüz olup 10 dakika bakmak istedim. Ama yapmadım. Yine de 5 dakika baktım.
Avukat kadını görüyordum, ilerideki masalardan birinde bıçağı ve çatalı Fransızlar gibi tutuyordu. Ağzı minik minik oynuyordu yemekle.
Bense "Kahvalto do olacok mı acoba" diyen bir camışla aynı masaya düşmüştüm. Bir elinde bir kilo kıl vardı. O ellerle nasıl yiyor? Kendi şahsi elim bile olsa onu ağzıma götüremem!
Benim evin önüne abone olmuş bir dilenci var. Bir gün kolu sakat, öteki gün kör, öbür gün ayakları yok… O bile bundan güzel giyiniyor. Uçağa biniyorsun herif, LC Waikiki’den 15 TL’ye masa örtüsü gömleği de mi alamadın. Uçaktaki ekürime bak, şuna bak.
Her seferinde özel bir hatunla yan yana denk gelip uçağı dengelemek gibi bir dünya yok Memo. Hayatta 2 kere yaşanacak gelişmelerdendi…
***
Yemek çok iyi geliyordu. Çünkü havaalanı çok geçiriyor diye açlıktan ağzımdaki bakterileri yemiştim saatlerce. Pirzolamı bitmesin diye 40 parçaya böle böle yavaşça yemek borumdan yollamaya devam ettim. Bağırsaklarım çok şaşıracak. Şarap yoktu ama masadan göbeğim ileride ayrıldım. Bedenim yemek yediğim için sevinçliydi.
Tekerlekleri binlerce tur dönmüş emektar bavuluma pahalı halıları yalatarak 5 yıldızlı odama çıktım. Koridorda ilerlerken birinin odasına girişini izledim ve artık kapıların nasıl açıldığı olayını çözmüştüm! Şimdi rahatlamıştım işte.
Zira tekno kapılar rezillik çıkaracak gibi duruyordu. Önünde ter dökeceğim sanmıştım. Odamın önüne geldim ve bana verilen kartı çıkardım. Tek hamlede öttürdüm cins kapıyı: Driling! Kapının kulpundaki girilmez (kırmızı) renk iç ferahlatıcı candan bir renge (yeşil) döndü.
Yalnız uçaktaki avukat kadını o kadar kafama takmışım ki hâlâ kokusu burun deliklerimi turluyor. Koridor o kokuyor! Ah o dizler! O başarılı kadın kıyafeti! Bavulumu bacağımla ittirip odaya sokup tekmeledim, arkasından da kendim giriyordum ki…
Arkamı döndüm ve o! Karşımdaydı! Arka karşımda yani! Avukata karşı odamı mı vermişler! Kartı yanlış yerlere okutup duruyordu zavallım. Anlaşılan kapılar uzmanlık alanı değildi. Yanına yanaştım.
"Pardon."
Kenara, pembe bavulunun yanına çekildi. Kartını elinden nazikçe aldım ve havalı olsun diye boku çıkarılan kapının "key"ine sokup çektim. O okutmaya çalışıyordu, bense bıçaklar gibi sokup çekmiştim işte, olay buydu.
Ve "DRİLİNG!"
Kapı aralandı, onun da ağzı aralandı ve beyaz dişleri bir sunum yaptı.
"Teşekkür ederim" dedi dişler.
"Bir şey olursa" dedim ve kapımı işaret ettim, "Komşuyuz."
Daha büyük gülümsetmiştim onu.
"Evet burada da komşuyuz…"
Odama gidip her tuttuğumu kurcalamaya başladım.
Kapım çalıyordu. Açtım ağır kapıyı. Avukattı.
"Bir şey oldu” dedi, gıdısız beyaz yüzüyle.
"Ne gibi?" dedim.
"Sıkıldım."
Yüzünü buruşturuyordu ama buruşurken daha da güzel görünür mü bir insan?
"Bir şey diyeyim mi, ben de öyle. Zenginlik huzur vermiyormuş, yarım saattir öylece mobilyaları inceleyip fiyat biçiyorum. Bir sürü mantıksız düşüncenin kurbanı oldum. Yapacak bir şey yok."
"Sohbetin fena değildi, o yüzden kapını çalmak istedim."
Sen şuna tipin fena değildi desene. Sohbet denen şey bende yoktur çünkü. İkinci cümleden sonra kulvardan çıkarım.
"Peki komşu. Sen mi bana gelirsin, yoksa ben mi sana?" dedim.
"Evlerimiz aynı komşu. Bir şey fark edeceğini sanmıyorum."
"Benim yan odamda Alman çift var. Fark edebilir. Sana gidelim."
Alman çift yalan. Sadece fantezimdi. Aslında tek korkum baksırımdı. Öylece götümden fırlatıp atmıştım. Odanın en ortasında bağırıyordu. Bir de geçen sene atmam gereken ama hâlâ giydiğim diken diken olmuş çoraplarım.
***
Odasına geçtik.
Meydan derli topluydu, ortada bir tane fırlatılmış terli sutyen bile yoktu. Ah keşke.
"Demek pilotsun he" dedi, çelik ketıla basarken.
"Uçakta şakaydı demiştim, duymadın orayı galiba."
"Yok duydum. Sadece yalanı devam ettirecek misin diye çek ettim."
"Vaay, test he. İyi denemeydi. Geçtim."
2 tane kahve yaptı. Kahvelerimizi minik, iki tane çikolatayla kıymetlendirdi.
Birden derin bir sessizlik oluştu.
Sessizlik içinde öylece durmayayım diye kahvemden 2 saniyede bir çekiyordum. Dilim eridi.
Kadına bakıp duruyordum. Bir daha 37 sene sonra bile bu ve benzeri bir fırsatı yakalayamayacağımı biliyordum. O yüzden biraz görgüsüzlük yapabilirdim. Sessizlik balonuna kafamı sokup patlattım:
"Banyoyu görme fırsatın oldu mu? Jakuzi var."
"Yaa, değil mi!"
"Doldurup içine girelim mi?"
Cümleyi söyledikten sonra hemen toparlanıp odama yöneliyordum ki…
"Nereye?"
"Şey. Kovmayacak mısın beni?"
"Yoo gel otur."
“Kusura bakma biraz hızlı olmak istedim çünkü sadece bir günümüz var.”
Kahvemi elime teslim edip daha önce kimse oturmamış gibi yepyeni duran koltuğa geçti.
"Bak şimdi… Giresun'a kendi boşanma davam için gidiyorum. Resmi olarak hâlâ boşanmadım. "
"Kendi davan mı? Avukat değilsin yani?"
"Avukat değilim."
"Demek o dosya senindi…"
Yüzünde küçük mahcubiyet şekerlikleri gördüm.
"Aynen."
"Bir dakika."
"Ne oldu?"
"Uçak iptal olduğuna göre… Yarınki davaya yetişmen mümkün değil?"
"Evet" dedi, kahvesinden çekip.
"Ve boşayamayacaksın adamı?"
Kahveyi indirdi.
"Tam öyle değil. Davaya katılmama gerek yok. Sadece saygın bir ayrılık olsun diye ikimiz birden katılma kararı almıştık o kadar."
İçim rahatlamıştı. (Ama dilim hâlâ zonkluyordu. Sigarayı dilime bastırarak yakabilirdim. Öyle yanıyordu. Bozuntuya vermedim. Umarım oral seks sevmiyordur, salyalarım kızgın tereyağı etkisi yapıp onu havaya sıçratabilir.)
Kocasının beyninde sorunlar olmalı. Karşımdaki kadın boşanılacak en son kadındı. Yeni bir yüzü vardı. Gülünce güzeldi, sert bakınca güzeldi. Yandan, karşıdan, tavandan, göze fena gelen bir açısı yoktu. Gıdısı da yoktu, yani aşağıdan tutulan ön kamerada bile iyi çıkardı.
"Medeni çiftler sizi. Yarın kaçta dava?"
"Öğlen 11."
"11'i 5 geçe boşanmış güzel bir kadın olacaksın yani?"
"Evet, teknik olarak."
İstemeden içip durduğum ve dilimi leş ettiğim şu sade kahveyi bir kenara koydum.
"Yani jakuziyi 11'i 5 geçe fokurdatabiliriz?"
Yüzünde hafif utanç sevimlilikleri belirdi.
"Peki sen?"
"Ne ben?"
"Yarın uçağa binmeyecek misin?"
"Sana şöyle bir bakıyorum ve… Binmemeyi tercih ediyorum. Ama odanın bir tanesini kapatalım, ağır olur."
Çok istekli göründüm. Sanki Whatsapp'ımda bir tane bile böyle bir kadına rastlanamazmış gibi. Vites küçültme ve centilmenlik kurallarını hatırlama zamanıydı.
"Ama istemiyorsan sorun yok" dedim nazlı bir bakire gibi.
"İstemiyor muyum? İstemesem uçakta gelip de yanına oturmazdım."
"Koltuk numaran oturttu seni oraya. Uçak dengelensin diye."
"Hayır, koltuk numaram C 13'tü."
"Peki o denge olayı?"
"Aşağıdaki bavullarla dengeliyorlar zaten, bir kişiden bir şey olmazdı elbette."
"Peki ya otel odalarının karşı karşıya denk…"
"Hayır hayır o tamamen tesadüf. Benimle ilgisi yok."
"Ohh."
"Uçaktaki tek amacım o elleri kıl üretme makinesi olan adamın yanından tüyüp yakışıklı biriyle yolculuk etmekti. Tekrar söylüyorum, otel tesadüf gerçekten. Güzel bir tesadüf."
"Tekrar söylüyorum: Ohh.”
“Haha.”
“Evrenin benim için tesadüfler ayarlaması sevindirici. Bir an ayarlamadı sandım. Ayarlamış. Kusura bakma heyecan yaptım. Hayat pek yüzüme gülmez de."
"O zaman 11'i 5 geçe sevgi pıtırcığı!"
"11’i 5 geçe, Boşanan Kadın."
Anlaşmıştık. Eee şimdi ne yapacaktık? Beklemeye koyulduk.
Ama nasıl?
TV'de beyni olan bir canlı için dikkat uyandıracak hiçbir yayın yoktu. Açmamızla kapamamız bir oldu. Pardon 5 dakika National Geographic'e yaşına hürmeten baktık. Aslanların taşaklarıyla ilgili "yepyeni" bir belgesel yapmışlar…
***
Aslında dolapta zamanı hızlandıracak buz gibi içkiler yatıyordu. Ama iflasımı da hızlandırabilirdi o şerefsizler. Bu yüzden bahsini bile açmadım.
Boşanan kadın, "Böyle durumlar için yaptığım bir şey var" dedi, yatağa uzanarak.
Olamaz, lütfen içki içmek olmasın!
"Ne gibi?" dedim.
"Kendimi geçici olarak öldürmek."
"Uyumak yani?"
"Hayır değil, öldürmek."
Neyden bahsediyordu böyle? Temiz ayaklarını uzattı ve ellerini bir ölü gibi karnında bağladı. Yanlardan hafif çekik gözlerini de kapadı.
"Otur ve sessizce izle" dedi, hiç kımıldamayarak.
Dediğini yaptım ve sessizleşip bekledim. Bir şey yoktu. Sessizlik. Arada ona bakmak dışında bir şey yapmadım. Az sonra konuştu:
"Pardon unuttum. Banyodaki saç kurutma makinesini çalıştırır mısın sana zahmet?"
İlginç isteğini yerine getirdim.
"Perdeleri de çek tamamdır" dedi.
Onu da yapıp koltuğa oturdum. Umarım dalga geçmiyordur. Hiç çekemem. Zaten onca saat nasıl beklerim onu düşünüyorum.
Boşanan kadın 3 dakika öylece yattı. Şovuna saygı duyup çıtımı çıkarmadım. Kaliteli parkeleri izledim.
Güzel kadınlar böyle oluyor. Deli oluyorlar biraz. Tarihimde bir tane güzel sevgilim olmuştu. Normalde beni 4. sekse kimse kaldıramaz. Ama ona her bakışımda kendimi hazır hissediyordum. Kulaklarındaki saç taneleri bile cezbediyordu. Haftada bir ağır kavga ediyorduk ve gömleğimi bıçakla kesip beni bıçaklamaya ne kadar yakın olduğunu gösteriyordu. Beni dövüyordu. Çok hoşuma gidiyordu. O beni döverken ben de kahkahalarla onu izliyordum. En son gücünü biriktirmesine rağmen attığı tokatla yüzüm dönmüyordu bile. Kavgamız bitince alevli sekse başlıyorduk…
Boşanan kadın kımıldamamaya devam etti.
Amacı ne bunun? Hıphızlı nefes almaya başladı!
“Sakin ol, biraz gezegenimizi de düşün” dedim.
Nefesi yavaş yavaş seyrekleşti. O hızlı alış verişler tam tersi bir rölantiye girmişti. Sonra durdu. Durdu ve bedeninden bir sis çıktı! Tavana yükselip orada sabit kaldı sis!
BUNU BEKLEMİYORDUM! Koltuktan fırlatılmış gibi kalktım ve geriye çekildim! Ellerimle arkamdaki kaliteli perdeleri tutup sıktım. Bana bakmıyordu ama oradaydı sis! Yataktaki bedense beyazlamıştı. Ama beyazın tonları vardır. Bu ilk tondu. Bir ona bakıyordum, bir sise, ikisini de yokluyordum. Ya birden fırlayıp içime girerse, diye düşündüm…
Benim değil, sis aniden onun içine geri girdi! Boşanan Kadın karnına ani bir top yemiş gibi yatakta doğruldu! Boğazını acıtan uzun bir nefes çekti! Geri gide gide dolabın önüne kadar gelmiştim. Kalp atışımdan sol kolum sallanıyordu!
Bir numara beyaz yüzüyle "Nasıldı?" diye sordu.
Ağzımı kontrol edebileceğimi sanmıyordum.
"Bu, bu, bub…"
"Bunu nasıl mı yaptım?"
"Se, se, senn…"
"Ben ne miyim?"
Yataktan kalkıp yanıma yürüdü. Nefesini toparlamaya çalışıyordu. Toparlaması gereken bendim.
"Korkmana gerek yok. Kendimi öldürebiliyorum. Ve istediğim zaman diriltebiliyorum. Olayım bu."
Sanki az önce şehadet şerbetini içmemiş gibi banyoya yürüyüp saç kurutma makinesini kapattı. Geri geldiğinde hâlâ tekliyordum.
"Na, nan, na…"
Bağırdı: "Artık normale döner misin lütfen? Korkulacak bir durum yok."
Uzattığı cam şişe suyu diktim.
"Na, nasıl yaptın?"
"Gördün. Bir ölü gibi uzan. Kaslarını kımıldatma. Saç kurutma makinesinden destek al ve odaklan. Allah rahmet eylesin."
Beyaz yanaklarına dokundum. Buzluktaki tavuk göğsü gibiydi.
"Kalbin atıyor mu peki?"
"Öldüğümde mi? Pek sayılmaz. Çok yavaş. Dakikada 1 filan."
"Dakikada 1 mi!"
"O da atmasa vücut iflas etmeye başlar. Bir tür rölanti gibi düşün."
Elimde titreyen su şişesini alıp kalanları dikti ve yatağa geçtik.
***
Herhalde onu rahatsız ettim ki "Çok abarttın ama, bana öyle bakma" dedi bağdaş kurarak. Kocasının böyle bir afeti hangi akla hizmet boşadığını yavaş yavaş anlamaya başlamıştım.
"Kusura bakma doğal olarak şaşkınım. Her gün ölüp dirilen insanlar görmüyorum."
"Şaşırma. Beyin çok güçlü bir organ. Beynin sen ne istersen onu yapabilir."
Soracağım binlerce soru vardı. Sadece aklımın oturmasını bekliyordum. Mini dolabı açtım, soğuk buharı yüzüme hücum edince korkup geri çekildim. Boşanan Kadın bunu görünce güldü. Sert bir şeyler çektim raftan. Şişeler renkli, oyuncak gibiydi ama içlerindeki iksirlerin oyuncaklıkla alakası yoktu.
İçkilerden bir tanesini yatağa, ona fırlattım. Ne olduğuna biraz bakıp içmeye başladı. Diğerini ayakta öldürdüm. ÖBÜRÜNÜ DE ALIP DUVARA FIRLATMAK VE STES ATMAK İSTİYORDUM ama gerek yoktu. Son yudumla ağzımı çalkalayıp dilimi eski ısısına soktum. Bir tane de yanıma alıp yatağa geçtim.
Tokuşturup içmeye başladık. Küçük bir velet gibi merakla doluydum.
"Peki ölünce ne oluyor? Ne görüyorsun yani?"
"Evrende dolaştığımı. Uzaydayım…"
"Nasıl geri diriliyorsun?"
"Bir yöntemi var."
"İstediğin zaman geri dönüp dirilebilirsin yani?"
"Elbette. Ama geri dönemeyen arkadaşlarım da oldu."
"Ekip misiniz?"
"Yok be ne ekibi."
"Tarikat?"
"Hayır ya, sadece birimiz bunun nasıl yapılacağını bulduk ve birbirimize gösterdik. Tıpkı sana gösterdiğim gibi."
"Saç kurutma makinesi olayını anlamadım?"
Banyoya bakarak konuştu:
"Verdiği ses işime yarıyor. Saç kurutmanın frekansı anne karnında duyduğumuz sesle büyük oranda aynı. Bu da derin uykuya sokuyor merkezi sinir sistemini."
Elimdekini de bitirmiştim. Ama içtiklerim kâr etmedi. O görüntüyü kafamdan atamadım bir türlü. Rahatlayamıyordum. Normale dönemiyordum. Perdeleri kapalı, kasvetli, kendini öldürebilen bir kadının ve bambaşka şekilde kullanılan bir saç kurutma makinesinin yer aldığı bu odadan bir an önce götümü kurtarmak istiyordum.
"Ben çok korkuyorum, gidebilir miyim?"
Yüzüme şaşırarak baktı. Sanki saçmalıyorum, ortada hiç korkulacak bir şey yok!
"11'i 5 geçe gelecek misin?"
"Evet, elbette, kendimi toparlar toparlamaz."
Kalktım. Uça uça yürüdüm. Kapının kulpunu tutmuştum.
"Baksana…"
Arkamı dönmedim.
"Evet?"
"İstersen 11'i 5 geçe jakuzide değil de başka türlü yapabiliriz?"
Kafamı çevirmiyordum. Kapıya bakarak sordum:
"Nasıl?"
"Ben ölüyken?"
İçimden bir korku dalgası geçti! Midemin, yukarısındaki bir organa kafasını çarptığını hissettim.
"Harika olacak."
***
Odama gidip ilk iş mini dolaptaki her şeyi içtim. Son bir tane içkiyi de ALIP DUVARDA PATLATTIM! Bunu hep yapmak istemişimdir. Ağzımı silip eski dikenli çoraplarımı çöpe attım. Havlu bile çalmadan fermuarından eşya taşan bavulumu sürükleyerek o lanet otelden kaçmayı düşünüyordum.
Ya da ölü bir kadınla seks yapmayı…
Burnu hariç hoş kızdı. Ona çirkinlik katmıyordu burun. Sadece, ‘güzel’ olabilecek bir kızı son dakikada ‘hoş’ yapmıştı. Karadeniz değil, palyaço burundu. Ama geri kalanlar (kulak, boğaz) fazlasıyla affettiriciydi. 5 bin liraya bakardı direkten dönen güzellik, doktor dokunsa düzelirdi…
***
Datça’da 2 günlüğüne imza günüm vardı. Cumartesi-Pazar. Yapış yapış bir yaz fuarı. Kitapların terlediği, sıcaktan kalınlaştığı, kapaklarının güneşin yalamasıyla kıvrıldığı… Bu fuarlar genelde keyif işidir. Kitapçılar işin tatiline oradadır. Bir cacık bırakmaz. Gider pusulasından “yemek”in üzerini çizersin. Hadi şanslıysan “otel” maddesinin de. Gerisi cepten halledilir.
Bu yüzden yayınevimin patronu İsmail abi, baştan arayıp bombarde etti:
“Mehmet Ali’cim masraflarını karşılayamam. Üzgünüm.”
“Yemek bile mi?”
“Yemek bile.”
“Peki uçak?”
“???”
Kendime dumanlar üfleyen bir kahve yapıp bilgisayar başına geçtim. İmza günü afişimi hesaplarımda paylaştım. Duyurdum olayı. Burnundan bahsettiğim Buse, işte burada devreye girip mesaj attı:
“Seninle Datça’ya gelebilir miyim?”
Hmm…
Cevap yazmadan önce yüzüne tıkladım. Fotoğraflarını incelerken işte bu analizi yaptım:
“Burnu hariç hoş kız.”
Düşündüm. Datça’da birini bulmak zor olurdu. Konuş, ısın, güven, ısmarla ve kendini küçük düşüren sonu belirsiz birçok çabaya giriş… Ve Tinder oralarda iyi çalışmaz. Hiçbir ‘yanışma’ uygulaması çalışmaz. Herkesin kolunda biri vardır zaten.
“Olur” dedim Buse’ye. “Yalnız masraflarını çekemem, üzgünüm.”
Sorun çıkarmadı. Telefonu kavrayıp aradım yayınevinin sahibi İsmail abiyi. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Önden bir sohbet açmalıydım.
“İsmail abi orası nasıl, ona göre kıyafet alayım” dedim.
“Mehmet Ali nasıl olabilir? Ağustos ayındayız ve Datça’dayız. Güneşin kafa attığı bir yer burası. Herhalde dünyada daha sıcak başka yer yoktur.”
“Afrika daha sıcaktır abi” diyerek konuyu dağıtmadım.
Terse ters yapmadım.
“Buse diye bir kızla geleceğim” dedim, asıl derdimi belli ederek.
“Masraf çıkarmayın yeter” dedi.
Zor durumda olsa gerek, sürekli masraftan bahsediyor. Kitaplarımı 3’er bin adet 70 gram kâğıda ayraçlı mayraçlı basmış, hemen ardından Korona patlamıştı. Tabii ki bataktaydı. Çamurun içinde kulaç atmaya çabalıyordu. Kulaç attıkça da yüzeye çıkmıyor, sadece ağırlaşan kollarıyla daha da batıyordu. Kitaplar uzun zamandır elindeydi. Elinde demek doğru olmaz, sırtındaydı. Canım 70 gramlar sararmıştı. Doğa, o sayfaları yıpratmayı bekliyordu. Bu yüzden umutsuz, yapış yapış yaz fuarlarına bile balıklama giriyordu. Tatil için değil, onları eritmek için. Canlarım erimiyorlar, tek tek gidiyorlardı…
***
Buse’yle havaalanında buluştuk. Hiçbir şeye dokunmadan uçağa binelim istiyordum. Hosteslerden bile önce. Hem havaalanı pahalılığından, hem uçağa yetişememe korkusundan. (Havaalanı karadelik gibidir: Zaman orada normalden 3 kat hızlı akar.) Kaçırırsak iki katı fiyatına bir bilet daha almak zorunda kalırız. (Son dakika biletlerinde “düşene tekme atma” kampanyası vardır.) Ve Datça’da yiyecek param kalmaz. Sürekli “masraf, masraf” diye kâbuslar gören patrona şaka gibi “masraf” olurdum. Hem de Buse’yle. Yaşlı kalbinin gerilmiş damarları kopardı İsmail abimin. Buse’nin paralı bir kız olduğunu sanmıyorum çünkü. Tişörtü biraz soluk geldi. Neyse kalkmamızla inmemiz bir oldu ve Datça göründü.
Datça yanıyordu. Güneş çok büyük bir ısıtıcı gibi tepedeydi. Sokak köpekleri bile denize giriyordu. Kadınlar kıpkırmızıydı. Her biri, bir diğerinin üstünüydü. Dümdüz duran göbekler görünce öyle hararetlendim ki Buse’ye kolumu atıp bulutlara baktım: “İyi ki rasyonel bir kararla, buraya Buse ile gelmişim”di bulutlara ettiğim cümle.
Bulutlara 5 dakika falan baktım. Buse sonra “Nereye bakıyorsun öyle, drone mu gördün” dedi. O kadar bakmışım. Bazı hormonlarım diğerlerini sollayıp fark attı sadece Buse. İlk kez, bu halde, böylesine ihtiyacım olduğunda yanımda bir kadın vardı. Hormonlarım ve susturucuları karşı karşıyaydı yani. Yanımda erkek çocuğu sesli, palyaço burunlu, ‘hoş’ bir kız. Her şeyin çaresi. Ve güneş onu yakıyordu. Akşam için pişiriyordu sanki.
Bana.
Bacakları alınmış, kirpikleri yamultulmuştu.
***
Yürü yürü fuara gelmiştik. Yayınevinin standına bavullarımızla girdik. Onları kenara park edip soluklandık. İsmail abi uzaktaydı. Standı gören bir bankta, sigaradaydı. Terli kafasının selam vermek için oynadığını gördüm. Ben de öyle yaptım. Koltuğuma oturdum. Daha etkin görünmek için kalkıp altıma minder koydum. Yükseldim. Fuara hizmet eden kafenin garson çocuğu standa geldi. Hayata karşı hiçbir şey bilmeyen bir civciv gibiydi gözleri. Türk kahvemi tarif edip söyledim. Buse’ye de bir Ice Tea bilmemneli getirttim. Patron telaş yapmasın diye getiren civciv çocuğa “Yayınevine yazma” dedim. “Al, peşin.” Parayı göstere göstere verdim, bir müddet tutup güneşte parlamasını sağladım. Parlayıp uzaklara gitsin rengi. İsmail abi terlemiş tombul kafasıyla uzaktan görsün. Sanırım gördü. Reklam ettiğim, güneşte parlayan elliliği görünce baya rahatladı. Üflediği dumandan anladım. Rahatlar. Çünkü Balsac gibi kahve tükettiğimi iyi biliyordu. Aksi takdirde içtiğim her kahvede benim değil onun kalbi sıkışırdı.
***
Birkaç kitap imzalayıp açıldım. İnsanlar görünmeye başlamıştı. Genelde kadınlardı. Kitap okumak için ince bir ruh gerekir. Bir afişe, bir de bana bakıyorlar, “Sizsiniz di mi” diyorlardı, tatlı bir kadın şaşırmasıyla. Gülümseyip utanıyordum. Bir yerlerde fotoğrafının asılı olması ne utanç verici bir sorumluluk. Hele aynaya bakınca direkt kusurlarınla göz göze geliyorsan… Sonra kitaplardan konuşuyorduk.
Ben kalem oynatmaya çalışırken; Buse yanımda pinekliyor, bacaklarını konan sineklere emdiriyor, stanttaki genç kız kitaplarını kırıyor, yayınevi çalışanları sağa sola gittikçe paraları alıp para üstlerini uzatıyordu. Kimse gelmediğinde bacaklarını yerlerde gezinen kitap kolilerine uzatıyordu. Bu bacaklar, akşam da böyle güzel görünsün e mi. Elde edince normalleşmesin. Bir de memelerine, uçları bluzundan görünmesin diye yuvarlak etiketler yapıştırmıştı. Ama bu sefer de o yuvarlaklar görünüyordu? Sıcaktan oluşan boynundaki ter tanecikleri gözüme çarptı. Yavaşça yanına sokuldum. Hayır, terler ter kokmuyordu. İyi haber…
Türk kahvesinin birini gönderdim diğerini aldım.Okur trafiği azalınca kalkıp sahafları turladım. (Az önce köpek gibi 50 kitap da imzalasanız, sizi stantta öylece otururken görürlerse “Ah yazık, kimse gelmemiş” görüntüsü oluşur.) Sahaflarda aradığım tek bir kişi vardı: Bukowski. Ölü ihtiyarın okumadığım iki kitabını soruyordum sürekli. Birkaç sahafta denedim, çıkmadı. Son şansımda bir kitabını buldum neyse ki. Hemen koşup bizim standa girdim ve çürüklerinden olmak üzere kendi kitaplarımı kaptım. (İsmail abi bankında ve görünürlerde yoktu.) Kolumda kitaplarla, insanları tersleyen aksi sahafın önünde tekrar belirdim. Adamın sanki amacı para kazanmak değil, gelenleri aşağılayıp içini rahatlatmaktı. Her şey para değil… Benimkileri uzatıp sarı çürümüş sayfalı bir Bukowski aldım. Üzerine 5 TL istedi. Durdum. Haklıydı. 4 Mehmet Ali Çatal, artı tanıdık indirimi, artı 5 TL, eşittir büyük yazar Charles Bukowski!
Bukowski…
Hayatta dönüp dönüp okuyacağım başka kimsem yoktu. En zor zamanlarımda yanımda duran bir kedi gibiydi o. Bir kaban gibi de diyebilirim. Çünkü bir tane kabanım var, en zor, en fakir günlerimde hep üstümde o bulunuyordu, bu yüzden kopamıyorum. Her kış onu giyiyorum. Bazen giyilmemesi gereken mevsimlerde de. Siyah, yünlü, kokuşmuş bir arkadaş gibi o. Sabit bir kokusu var, neyle yıkarsan çıkmıyor. Bir mağazaya onunla girdiğimde çalışanlar yüzlerini çeviriyor. İç astarları da delik deşik. Fırsat buldukça bakışları ekşiyen insanlara hatırası olduğunu, daha iyisini alabilecek kapasitede olduğumu belirtiyorum.
Neyse… Bukowski…
Bukowski de işte bir kedi, bir kaban gibi benim için. Hayattaki konumuma acıdığımda, moralim sıfırken açıp uzaklaşıyorum buralardan.
“Şimdi”den. Moralim 1 oluyor, moralim 2, moral 3… Sonra kapağı kapatıp Bukowski’nin buruşuk büyük yüzüne soruyorum: “Bütün bunlar nasıl çıktı?”
5 TL’yi uzattım gitti…
Bukowski’mle standa döndüğümde Buse denize gideceğini söyledi. “Tabii ki. Çok açılma, boyun kısa” dedim. Tekerlekleri dönmeyen bavulunu çeke çeke kumsala yürüdü. Diğer güzel bacaklarla birlikte denizi şenlendirmeye. Maviliğe doğru gidişini gururla izledim. Neresinden izlediğimi tahmin etmişsinizdir. Sonra oturdum. Sıcak hava, Buse’nin bardağındaki buzları yarım bardak suya çevirmişti. Bardağın rujlu kısmıyla onları içtim. Ruju da yaladım. Bir Türk kahvesi daha rica ettim. Civcive kızdım.
“Oğlum kahvesini fazla atın şunun, su içiyorum sanki. O kadar az atıyorsunuz ki saat akşam 5 oldu, uykum açılmadı daha. Beni çarpmalı, tokatlamalı bu meret.”
“Tamam efendim, söylerim.”
“Öyle sert söyleme ama.”
“Tamam efendim.”
“Efendim mi?”
Usluca stanttaki afişime, fotoğrafıma bakıyordu.
“Sakin ol, ünlü bir yazar değilim.”
***
Tek tük okur geliyordu. Birkaç tanıyan, genelde tanımayan. Sandalyemin yönünü kumsala çevirip güneş gözlüğümü taktım. Bir nevi ışıkları kapattım. Akşamki tuzlu Buse’yi hayal ettim. Sonra da Bukowski’mi okuyacaktım, arındırılmış kafayla.Mutluydum.
***
Buse bir daha geri gelmedi. 5 kere arayınca mesaj attı: “Denizde biriyle tanıştım. Üzgünüm.” Sanırım masraflarını karşılayan biri. Akşam olmuştu. Afişimi indirip elimde ikiye katladığım Bukowski’mle birlikte bavulumu çeke çeke otele yürüdüm. Geceyi duvarlarla ve yatakta dönerek geçirdim. Bukowski’ye dalıp unutmaya çalıştım olanları.
“Şimdi”yi. Geçmişe gitmek istiyordum, ya da geleceğe. Ya da ikisi gibi, şimdi olmayan yeni bir zamana. Yeter ki şimdi olmasın. Zordu. Sanırım kendimi çok hazırlamıştım. Tuzlu saçlara parmakları takacaktım. Yuvarlak etiketleri çıkaracaktım. Rujun tadı hâlâ ağzımda. Baktım Bukowski de benzer şeyler yaşıyordu. Tek farkımız ben içki sevmiyordum. Kahve… Uyuşmayı değil, açılmayı tercih ederim. Olabildiğince diri bir bilinç.
***
Sabah olunca kahvemi söyleyip Tinder’ı açtım. Herkesi hızlıca sağa kaydırınca engellendim… Ardından imzaladığım kitapların telifiyle yemek yiyip kumsala çıktım. Belki Busiş’i görürdüm. Kızgın kumlarla kaplı kumsalı turladıkça hem ayaklarım hem içim yanıyordu. Tinder arıyor, tarıyor bulamıyordu defilenin içinden bir manken. Datça’da kimsem yoktu. Birinin tanıdığının tanıdığı bile… Sadece sayfaları kopan Bukowski ve ben. Kitap şimdiden 250 sayfadan 200’e düşmüştü.
Geri dönüp yükseltilmiş koltuğuma sabırla oturdum ve birkaç kitap daha gitti. Kasadan alnımın teriyle 45 lira aldım. Kumsala dönüp bir şezlong kiraladım onunla. Bukowski’yi açtım. Gözlerim biraz okudu, biraz kadınları izledi, biraz Buse’yi aradı. Şimdiye kadar kafanızda hangi renkte canlandırdınız bilmiyorum ama sarı bir gündü. Yalnız ve parasız Mehmet Ali Çatal’ı kimse sağa kaydırmıyordu. Bu arada geri dönüş için uçak biletini hangi güçle alacaktım? İsmail abiye baktım, boş stantta terli terli sigara dumanı üflüyordu. Ne çok terliyor bu adam. Yanındaki Sinem abla değil mi?
Evet. Karısını da fuara getirmiş. Akıllıca.
‘Masraf’ ama değer.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.