34,2773$% 0.31
37,5345€% 0
44,8533£% 0.04
2.929,50%1,40
2.657,64%1,07
8.876,22%-0,98
“Benzemez dostluğumuz
Kuş ve bulut dostluğuna,
Bu ömür kısa gelir
Yedi karış boyumuza,
Biz biliriz yaşamanın tadını
Baş başa omuz omuza
Dizleri terli
Gözleri tuzlu dostlar,
Merhabanız
Yeter bana”
(Cahit Irgat)
İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarıdır. Yukarıdaki satırların yazarı, şair, tiyatro sanatçısı ve Yeşilçam’ın genellikle kötü adamı Cahit Irgat, “insan haysiyetini boğazlayarak, kışın soğuk bir gününde”, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırılır. Neyzen Tevfik’inse akıl hastanesine adeta kombinesi vardır. Doktoru olduğu kadar dostları da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman’ın aracılığı ve valiliğin oluru ile hastanenin 21 no’lu koğuşu ona ayrılmıştır. Adeta “mekanın sahibi”dir Neyzen, istediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar gider.
İşte o günlerden birinde Cahit Irgat “uysal deliler” koğuşunda yatarken Neyzen gecenin bir yarısı çıkagelir. Ve sonra… Sonrasını da bırakalım Cahit Irgat anlatsın:
“Onu tanımayan yoktur sanırım o kuşakta ve bizim kuşakta. Yeni kuşak merak sarsa, belki biraz tanıyabilir onun kişiliğini şiirlerinden…
Görmek mümkündü onu Beyoğlu’nda, Havuzlu Beyazıt Meydanı’nda, Küllük Kahvesinde,1 Kumkapı’da, Samatya’da… İstanbul’un her yerinde, her semtinde, hemen her meyhanesinde. Ya yarı sallanır, ya tam sallanır durumda, ister cebinde para olsun, ister meteliği olmasın, ceplerinde defteri, kurşun kalemi, neyleriyle, nısfiyeleriyle…
Onunla ilk Özcan Meyhanesi’nde karşılaşmıştım uzaktan uzağa. Beş kuruşa, yedi buçuk kuruşaydı o zamanlar rakının tek kadehi. On kuruşa kulplu bardaklı bira ve çeşitli mezeler… Bursa Sokağı’na yakın sokaklardan birindeydi Özcan Meyhanesi. Sanatçılar çıkardı o günlerde oraya. Ve sanatçıları sevenler. Oraya, Degüstasyon’a, Fişer’e, Çiçek Pasajı’na, Tuna Birahanesi’ne. Bilinen yerlerdi sanatçıların çıktığı yerler… Meyhaneler, kahveler, pastaneler, Nisuaz, Petrograd, Moskova ve Viyana kahveleri…
Benim onu asıl tanımam kahvelerde, meyhanelerde olmadı. Benim onu asıl tanımam, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde olmuştu:
İnsan haysiyetini boğazlayarak, kışın soğuk bir gününde, dilim bağlı, dört duvar arasına koydular beni. En uysal delilerin koğuşuydu bu. Her adam kendi dünyasını yaşıyordu. Birkaçı sobanın çevresinde halkalanmışlar, birkaçı pencerelerden dışarıyı seyrediyordu. Biri parke taşlarını sayıyordu. Bir başkası bir köşeye büzülmüş, sigarasını avucunun içinde saklayarak içiyordu. Üçü beşi ellerini arkasına bağlamış, üçü beşi sıralar üstünde ayakta, başlarını havaya sallayarak mırıldanıyorlardı. Çoğu yalınayaktı. Zaman zaman susan, zaman zaman yumruklarını başına ve bacaklarına çarparak dövünen, acı acı uluyan biri çevremde üçgenler dörtgenler çizerek çömeliyor, kalkıyor, gene dolaşıyordu. İki Yahudi hasta, el ele, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı.
(…)
Gene böyle bir günde, hastalar akşam saat altı sularında yataklarına yatırılmıştı. Söz dinleyen uysal hastalar. Kimsesizler, itilip kakılmışlar, hor görülmüşler, çıldırmışlar, yalnızlar.
Gece yarısını çoktan geçmişti zaman…
– Oh!.. of!..
Sesleri çınladı önce avluda, sonra koğuşta… Bitmez tükenmez “Of’lar, oh’lar ve ah’lar”…
Gelen Neyzen’di.
Zilzurnaydı, yıkılmış haldeydi.
– Üstat geldi!.. dedi hastabakıcılardan biri.
Üstü başı berbattı. Düşe kalka gelmişti, belli…
Kim getirdi seni üstat, buraya? dedi nöbetçi doktor.
– Kim mi getirdi beni?.. Kendim geldim, tıpış tıpış, ayaklarımla!.. Benim haysiyetimle oynadılar mı, kalkar gelirim buraya!.. Haysiyetli insanlar arasına!.. Burası benim evim!.. Evim burası!.. Evim!..
Üstünü başını temizlediler, yıkadılar, temiz pijama giydirdiler. O hâlâ “oh!..” çekiyordu.
Koğuşta bölme bölme, sonradan bölünmüş birkaç oda vardı. Bu odaların birinde yanındaki karyola boştu. Oraya yatırdılar onu.
Duvarın tahta bölümüne birkaç çivi çaktım, defterini kalemini sicimle astım. Neylerini nisfiyesini yerleştirdim, kendine gelince çok sevinmişti buna…
– Sen kimsin? dedi bana, necisin?
Söyledim, anlattım…
– Âlâ, âlâ… Demek sen Abidin Dino’nun arkadaşısın! Çok severim, çok severim onları. Severim, severim, severim…
Bir sözü tutturdu mu, tutturur da tuttururdu…
İğneler, ilaçlar, kusmalar, zor uyuttuk onu o gece.
Sabah erken uyanmıştı, durmadan “of” çekiyordu.
– Fahrettin Kerim gelince gelsin beni görsün, dedi.
Fahrettin Kerim başhekimiydi hastanenin. Gerçekten de gelip görmüştü viziteden önce onu. Hatırını, isteklerini sormuştu.
İyi bir çorba istiyordu önce, sonra söğüş, bir tavuk, sütlaç mahallebi ve komposto…
İkinci Harbin ortalarıydı. Alman orduları zaferden zafere koşuyordu. Nedense Hitler’e tutkundu üstat o sıralar… Ama Alman orduları kuşatılıp geriledikçe, o da gerilemeye, Hitler sevgisi erimeye başlamıştı. Bir şeyi tutturdu mu tutturur, ertesi günü de yüz seksen derece dönüverirdi… Nedeni yoktu bunun, öyle işte…
Haftada iki gün ziyaret günüydü hastanenin. Ama bizim için böyle bir şey bahis konusu değildi. Abidin Dino’lar, Arif Dino’lar, Asaf Halet Çelebi’ler, Sait Faik’ler vb. isteklerince ziyaretimize gelir, isteklerince otururlardı. Abidin Dino her gelişinde, onun karakalem portrelerini çizerdi. Konuşarak, kahkahalar atarak çizer, çizer, çizerdi. Hayranlığı vardı bu başa… S.E.S. dergisi çıkıyordu o zaman. Orda yazıyorduk yazılarımızı… Orda yayımlıyordu o günlerin önde gidenleri… “Bulunmaz bir yüz!” diyordu Abidin, “ne kadar çizsem doyamıyorum…”
Ve çizmekten yorulmaz, S.E.S.’te yayımlardı bu çizgilerini…
Ara sıra sinirlenirdi en olmayacak şeye.
Kıvır kıvır beyaz saçlı, lahana yüzlü, harita yüzlü Neyzen Tevfik yarı homurdanır, yarı susar, yemekleri beğenmez, küfreder, aklına estikçe de neyini veya nısfıyesini üflerdi…
– Getirin elbisemi; çıkar, kaçarım burdan da ha!.. Kimse beni tutamaz!.. Bu dünyadan da kaçarım ha!.. Adam gibi eşit davranın insanlara!..
Bu gözdağını sık sık tekrarlardı…
Bir gün tıp öğrencileri gelmişti hastaneye. Koğuş koğuş gezdiriliyorlardı. Bir sirkteymiş gibi eğleniyorlardı hastaları seyrederek… Öyle ya, kimi:
– Çörçil’le randevum var yarın, uçağı hâlâ hazırlayamadılar mı? Adam bekler mi beni? Çörçil bu! Londra’da buluşup Rozvelt’e gideceğiz. Waşhington’a! Özel kalem müdürüm de hep gecikir!.. Kovacağım onu bugün de gecikirse! diyor, kimi İsmet Paşa’ya, kimi Stalin’e, kimi Hitler’e sövüp sayıyordu. Görülecek, zevk alınacak şeylerdi herhalde bu görünüş onlar için. Etüt yapıyorlardı…
Bu arada üç güzel kız gelmişti bizim odaya. Birbirinden güzel üç kız. İçlerinden biri üstada:
– Bize bir şey çalar mısın? dedi.
– Ben hırsız mıyım kızım?
– Hayır, ney demek istiyorum.
– Ben çalgıcı mıyım?.. Ney çalınmaz, üflenir. Beni çalgıcı mı sandınız?
– Hayır ama…
– Hayırı bayırı yok!.. Ben, benim gönlüm isteyince üflerim.
Birbirlerinden üç güzel kız fena bozulmuşlardı. Onların bu haline üzüldü mü ne:
– Ver şunu! dedi bana birden.
– Neyi mi, nısfiyeyi mi? dedim.
– Nısfıyeyi, dedi.
Sonra üç güzeli yataklarımıza oturttu, başladı üflemeye. Uzun uzun, çok uzun uzun…
Önce kızlardan biri başladı ağlamaya, sonra ikincisi, sonra üçü birden… Sessiz sessiz ağlıyorlardı. Ne dokunmuştu onlara böyle?.. Yaşlı bir üstadın tımarhanede oluşu mu?.. Böyle büyük bir adamın bu hallere düşüşü mü?.. Ses’ti…
Sonra birde
ndan:Mehlika Sultan’a âşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç
Kara sevdalı birer âşıktı…
– Neden kendinden değil de Yahya Kemal’den? dedim.
– Her şey, hepsi benden mi olsun? dedi, biraz da Yahya Kemal’i hatırlayalım. Benim şiirler ağır gelir bu genç güzel kızlara. Bu okuduğum tam onlar için. Hafif, nahif, güzel, tatlı.
Üç güzel çok istediler kendinden okuması için. Ama Neyzen uzun uzun baktı kızlara, uzun uzun süzdü onları, tepeden tırnağa kadar, okumadı…
Kızlar Neyzen’in elini öpmek için eğildiler:
– Ben hoca mıyım, papaz mıyım?.. dedi, çekti öptürmedi elini üç güzele.
Sen ne papazsın, ne hoca; sen, bir daha hiç gelmeyeceklerden’din…
O bir filmde de oynadı. Bir frak giydirmişlerdi ona… Çok yakışmıştı siyahlar, o güzel başa… Bir konser veriyordu anıma göre. Ama pek beceremediğini sevemediğini söylemişti bu işi…
Gönlünce yaşamalıydı o, dörtgenler, çizgiler içine girmeden, dilediği gibi. Hiç kimseye boyun eğmeden.
Ve sonra aylar, aylar geçti aradan… Çiçek Pasajı’nda karşılaştık. Sev-İç Birahanesi’nde. İyice hoştu başı. Dilediği gibi içiyordu, dilediği gibi konuşuyordu. Bana çok kızgındı. Onu o tarihlerde Bakırköyü’nde bırakıp, ondan önce çıktığım için hastaneden…
Evet, dilediği gibi konuşuyordu. Onun dediklerinin birini söyleseydi başka biri götürürlerdi. O zamanlar götürmek âdeti boldu. Ama ona kimse dokunmazdı. Dokunulmazlığı vardı sanki denilebilir. Bir çeşit gelenek dışı…
Bir arife günü ona Küllük’te rastlamıştım. Oturttu beni yanına. Üst üste çay içtik. Bir değil, üç beş bardak. “Bu keser,” dedi. “İçki isteğini keser…” Sonra fakir çocuklarını toplamaya başladı yanına. Çay ikram etti onlara. Bir iki derken, çocuklar top top olmuş birikmişti çevremizde. İki sıra yaptı onları okul çocukları gibi. Kimi yalınayak, kiminin üstü başı yırtık pırtık…
– Haydi, dedi, şimdi Mahmut Paşa’ya.
– Ne olacak?
– Param var bu gün. Bu yetimler de sevinsin, yarın bayram, giydireceğiz bunları…
Giydirdi o gün o fakir fukara çocuklarını. Sonra gene meyhaneye. Rakıdan önce bir fincan zeytinyağı. Rakı çabuk çarpmasın diye.
“Kızdım,” deyip, kızına kızdığını anlatmıştın bana bir gün. Doğru muydu bilmem… Evde temizlik yapılıyormuş Pendik’te, tahta siliniyormuş…
– Baba basma! demiş.
Vay sen misin söyleyen!..
– Nasıl dersin, demişsin, sen babana, basma diye! Benim ayaklarımda ne var?
– Çamur var! dememişlerdir sana. Ama sen kızmışsın bir kere. Ötesi bahane. Vurmuş kapıyı çıkmışsın. Aylarca içmişsin hırsından… Hepsi bahane.
Nedeni bu değildi elbet… Evden çıkmak, kaçmak, içmek istiyordu canın. Ve arşınlamak her yeri…
Sesinle doldurmak… Ama bir türlü bulamıyordun istediğini. Ve gece gündüz içmek, içmek, içmek…
Ve bulamadan öldün. İnanıyorum. Ve ağlayan o üç kız geliyor gözlerimin önüne. Fakir fukara çocukları ve o günkü deliler.”*
*Cahit Irgat, Çok Yaşasın Ölüler, Notos
Susmayan bir ses Sabahattin Ali
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.