36,3210$% 0.08
38,0367€% 0.04
45,9370£% 0.25
3.425,41%0,13
2.935,06%0,06
9.916,89%0,82
14 Aralık 2023 Perşembe
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
“Benzemez dostluğumuz
Kuş ve bulut dostluğuna,
Bu ömür kısa gelir
Yedi karış boyumuza,
Biz biliriz yaşamanın tadını
Baş başa omuz omuza
Dizleri terli
Gözleri tuzlu dostlar,
Merhabanız
Yeter bana”
(Cahit Irgat)
İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarıdır. Yukarıdaki satırların yazarı, şair, tiyatro sanatçısı ve Yeşilçam’ın genellikle kötü adamı Cahit Irgat, “insan haysiyetini boğazlayarak, kışın soğuk bir gününde”, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırılır. Neyzen Tevfik’inse akıl hastanesine adeta kombinesi vardır. Doktoru olduğu kadar dostları da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman’ın aracılığı ve valiliğin oluru ile hastanenin 21 no’lu koğuşu ona ayrılmıştır. Adeta “mekanın sahibi”dir Neyzen, istediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar gider.
İşte o günlerden birinde Cahit Irgat “uysal deliler” koğuşunda yatarken Neyzen gecenin bir yarısı çıkagelir. Ve sonra… Sonrasını da bırakalım Cahit Irgat anlatsın:
“Onu tanımayan yoktur sanırım o kuşakta ve bizim kuşakta. Yeni kuşak merak sarsa, belki biraz tanıyabilir onun kişiliğini şiirlerinden…
Görmek mümkündü onu Beyoğlu’nda, Havuzlu Beyazıt Meydanı’nda, Küllük Kahvesinde,1 Kumkapı’da, Samatya’da… İstanbul’un her yerinde, her semtinde, hemen her meyhanesinde. Ya yarı sallanır, ya tam sallanır durumda, ister cebinde para olsun, ister meteliği olmasın, ceplerinde defteri, kurşun kalemi, neyleriyle, nısfiyeleriyle…
Onunla ilk Özcan Meyhanesi’nde karşılaşmıştım uzaktan uzağa. Beş kuruşa, yedi buçuk kuruşaydı o zamanlar rakının tek kadehi. On kuruşa kulplu bardaklı bira ve çeşitli mezeler… Bursa Sokağı’na yakın sokaklardan birindeydi Özcan Meyhanesi. Sanatçılar çıkardı o günlerde oraya. Ve sanatçıları sevenler. Oraya, Degüstasyon’a, Fişer’e, Çiçek Pasajı’na, Tuna Birahanesi’ne. Bilinen yerlerdi sanatçıların çıktığı yerler… Meyhaneler, kahveler, pastaneler, Nisuaz, Petrograd, Moskova ve Viyana kahveleri…
Benim onu asıl tanımam kahvelerde, meyhanelerde olmadı. Benim onu asıl tanımam, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde olmuştu:
İnsan haysiyetini boğazlayarak, kışın soğuk bir gününde, dilim bağlı, dört duvar arasına koydular beni. En uysal delilerin koğuşuydu bu. Her adam kendi dünyasını yaşıyordu. Birkaçı sobanın çevresinde halkalanmışlar, birkaçı pencerelerden dışarıyı seyrediyordu. Biri parke taşlarını sayıyordu. Bir başkası bir köşeye büzülmüş, sigarasını avucunun içinde saklayarak içiyordu. Üçü beşi ellerini arkasına bağlamış, üçü beşi sıralar üstünde ayakta, başlarını havaya sallayarak mırıldanıyorlardı. Çoğu yalınayaktı. Zaman zaman susan, zaman zaman yumruklarını başına ve bacaklarına çarparak dövünen, acı acı uluyan biri çevremde üçgenler dörtgenler çizerek çömeliyor, kalkıyor, gene dolaşıyordu. İki Yahudi hasta, el ele, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı.
(…)
Gene böyle bir günde, hastalar akşam saat altı sularında yataklarına yatırılmıştı. Söz dinleyen uysal hastalar. Kimsesizler, itilip kakılmışlar, hor görülmüşler, çıldırmışlar, yalnızlar.
Gece yarısını çoktan geçmişti zaman…
– Oh!.. of!..
Sesleri çınladı önce avluda, sonra koğuşta… Bitmez tükenmez “Of’lar, oh’lar ve ah’lar”…
Gelen Neyzen’di.
Zilzurnaydı, yıkılmış haldeydi.
– Üstat geldi!.. dedi hastabakıcılardan biri.
Üstü başı berbattı. Düşe kalka gelmişti, belli…
Kim getirdi seni üstat, buraya? dedi nöbetçi doktor.
– Kim mi getirdi beni?.. Kendim geldim, tıpış tıpış, ayaklarımla!.. Benim haysiyetimle oynadılar mı, kalkar gelirim buraya!.. Haysiyetli insanlar arasına!.. Burası benim evim!.. Evim burası!.. Evim!..
Üstünü başını temizlediler, yıkadılar, temiz pijama giydirdiler. O hâlâ “oh!..” çekiyordu.
Koğuşta bölme bölme, sonradan bölünmüş birkaç oda vardı. Bu odaların birinde yanındaki karyola boştu. Oraya yatırdılar onu.
Duvarın tahta bölümüne birkaç çivi çaktım, defterini kalemini sicimle astım. Neylerini nisfiyesini yerleştirdim, kendine gelince çok sevinmişti buna…
– Sen kimsin? dedi bana, necisin?
Söyledim, anlattım…
– Âlâ, âlâ… Demek sen Abidin Dino’nun arkadaşısın! Çok severim, çok severim onları. Severim, severim, severim…
Bir sözü tutturdu mu, tutturur da tuttururdu…
İğneler, ilaçlar, kusmalar, zor uyuttuk onu o gece.
Sabah erken uyanmıştı, durmadan “of” çekiyordu.
– Fahrettin Kerim gelince gelsin beni görsün, dedi.
Fahrettin Kerim başhekimiydi hastanenin. Gerçekten de gelip görmüştü viziteden önce onu. Hatırını, isteklerini sormuştu.
İyi bir çorba istiyordu önce, sonra söğüş, bir tavuk, sütlaç mahallebi ve komposto…
İkinci Harbin ortalarıydı. Alman orduları zaferden zafere koşuyordu. Nedense Hitler’e tutkundu üstat o sıralar… Ama Alman orduları kuşatılıp geriledikçe, o da gerilemeye, Hitler sevgisi erimeye başlamıştı. Bir şeyi tutturdu mu tutturur, ertesi günü de yüz seksen derece dönüverirdi… Nedeni yoktu bunun, öyle işte…
Haftada iki gün ziyaret günüydü hastanenin. Ama bizim için böyle bir şey bahis konusu değildi. Abidin Dino’lar, Arif Dino’lar, Asaf Halet Çelebi’ler, Sait Faik’ler vb. isteklerince ziyaretimize gelir, isteklerince otururlardı. Abidin Dino her gelişinde, onun karakalem portrelerini çizerdi. Konuşarak, kahkahalar atarak çizer, çizer, çizerdi. Hayranlığı vardı bu başa… S.E.S. dergisi çıkıyordu o zaman. Orda yazıyorduk yazılarımızı… Orda yayımlıyordu o günlerin önde gidenleri… “Bulunmaz bir yüz!” diyordu Abidin, “ne kadar çizsem doyamıyorum…”
Ve çizmekten yorulmaz, S.E.S.’te yayımlardı bu çizgilerini…
Ara sıra sinirlenirdi en olmayacak şeye.
Kıvır kıvır beyaz saçlı, lahana yüzlü, harita yüzlü Neyzen Tevfik yarı homurdanır, yarı susar, yemekleri beğenmez, küfreder, aklına estikçe de neyini veya nısfıyesini üflerdi…
– Getirin elbisemi; çıkar, kaçarım burdan da ha!.. Kimse beni tutamaz!.. Bu dünyadan da kaçarım ha!.. Adam gibi eşit davranın insanlara!..
Bu gözdağını sık sık tekrarlardı…
Bir gün tıp öğrencileri gelmişti hastaneye. Koğuş koğuş gezdiriliyorlardı. Bir sirkteymiş gibi eğleniyorlardı hastaları seyrederek… Öyle ya, kimi:
– Çörçil’le randevum var yarın, uçağı hâlâ hazırlayamadılar mı? Adam bekler mi beni? Çörçil bu! Londra’da buluşup Rozvelt’e gideceğiz. Waşhington’a! Özel kalem müdürüm de hep gecikir!.. Kovacağım onu bugün de gecikirse! diyor, kimi İsmet Paşa’ya, kimi Stalin’e, kimi Hitler’e sövüp sayıyordu. Görülecek, zevk alınacak şeylerdi herhalde bu görünüş onlar için. Etüt yapıyorlardı…
Bu arada üç güzel kız gelmişti bizim odaya. Birbirinden güzel üç kız. İçlerinden biri üstada:
– Bize bir şey çalar mısın? dedi.
– Ben hırsız mıyım kızım?
– Hayır, ney demek istiyorum.
– Ben çalgıcı mıyım?.. Ney çalınmaz, üflenir. Beni çalgıcı mı sandınız?
– Hayır ama…
– Hayırı bayırı yok!.. Ben, benim gönlüm isteyince üflerim.
Birbirlerinden üç güzel kız fena bozulmuşlardı. Onların bu haline üzüldü mü ne:
– Ver şunu! dedi bana birden.
– Neyi mi, nısfiyeyi mi? dedim.
– Nısfıyeyi, dedi.
Sonra üç güzeli yataklarımıza oturttu, başladı üflemeye. Uzun uzun, çok uzun uzun…
Önce kızlardan biri başladı ağlamaya, sonra ikincisi, sonra üçü birden… Sessiz sessiz ağlıyorlardı. Ne dokunmuştu onlara böyle?.. Yaşlı bir üstadın tımarhanede oluşu mu?.. Böyle büyük bir adamın bu hallere düşüşü mü?.. Ses’ti…
Sonra birdendan:
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç
Kara sevdalı birer âşıktı…
– Neden kendinden değil de Yahya Kemal’den? dedim.
– Her şey, hepsi benden mi olsun? dedi, biraz da Yahya Kemal’i hatırlayalım. Benim şiirler ağır gelir bu genç güzel kızlara. Bu okuduğum tam onlar için. Hafif, nahif, güzel, tatlı.
Üç güzel çok istediler kendinden okuması için. Ama Neyzen uzun uzun baktı kızlara, uzun uzun süzdü onları, tepeden tırnağa kadar, okumadı…
Kızlar Neyzen’in elini öpmek için eğildiler:
– Ben hoca mıyım, papaz mıyım?.. dedi, çekti öptürmedi elini üç güzele.
Sen ne papazsın, ne hoca; sen, bir daha hiç gelmeyeceklerden’din…
O bir filmde de oynadı. Bir frak giydirmişlerdi ona… Çok yakışmıştı siyahlar, o güzel başa… Bir konser veriyordu anıma göre. Ama pek beceremediğini sevemediğini söylemişti bu işi…
Gönlünce yaşamalıydı o, dörtgenler, çizgiler içine girmeden, dilediği gibi. Hiç kimseye boyun eğmeden.
Ve sonra aylar, aylar geçti aradan… Çiçek Pasajı’nda karşılaştık. Sev-İç Birahanesi’nde. İyice hoştu başı. Dilediği gibi içiyordu, dilediği gibi konuşuyordu. Bana çok kızgındı. Onu o tarihlerde Bakırköyü’nde bırakıp, ondan önce çıktığım için hastaneden…
Evet, dilediği gibi konuşuyordu. Onun dediklerinin birini söyleseydi başka biri götürürlerdi. O zamanlar götürmek âdeti boldu. Ama ona kimse dokunmazdı. Dokunulmazlığı vardı sanki denilebilir. Bir çeşit gelenek dışı…
Bir arife günü ona Küllük’te rastlamıştım. Oturttu beni yanına. Üst üste çay içtik. Bir değil, üç beş bardak. “Bu keser,” dedi. “İçki isteğini keser…” Sonra fakir çocuklarını toplamaya başladı yanına. Çay ikram etti onlara. Bir iki derken, çocuklar top top olmuş birikmişti çevremizde. İki sıra yaptı onları okul çocukları gibi. Kimi yalınayak, kiminin üstü başı yırtık pırtık…
– Haydi, dedi, şimdi Mahmut Paşa’ya.
– Ne olacak?
– Param var bu gün. Bu yetimler de sevinsin, yarın bayram, giydireceğiz bunları…
Giydirdi o gün o fakir fukara çocuklarını. Sonra gene meyhaneye. Rakıdan önce bir fincan zeytinyağı. Rakı çabuk çarpmasın diye.
“Kızdım,” deyip, kızına kızdığını anlatmıştın bana bir gün. Doğru muydu bilmem… Evde temizlik yapılıyormuş Pendik’te, tahta siliniyormuş…
– Baba basma! demiş.
Vay sen misin söyleyen!..
– Nasıl dersin, demişsin, sen babana, basma diye! Benim ayaklarımda ne var?
– Çamur var! dememişlerdir sana. Ama sen kızmışsın bir kere. Ötesi bahane. Vurmuş kapıyı çıkmışsın. Aylarca içmişsin hırsından… Hepsi bahane.
Nedeni bu değildi elbet… Evden çıkmak, kaçmak, içmek istiyordu canın. Ve arşınlamak her yeri…
Sesinle doldurmak… Ama bir türlü bulamıyordun istediğini. Ve gece gündüz içmek, içmek, içmek…
Ve bulamadan öldün. İnanıyorum. Ve ağlayan o üç kız geliyor gözlerimin önüne. Fakir fukara çocukları ve o günkü deliler.”*
*Cahit Irgat, Çok Yaşasın Ölüler, Notos
Bir deniz atına binen su tanrıçası Thetis'i gösteren yüzük. Ametrin taşından. Antik Roma, yaklaşık MÖ 1. yüzyıl ortaları.
Bir küre üzerinde duran ve uzanmış elinde bir çelenk tutan tanrıça Nike figürlü yüzük. Altın ve oniks. Doğu Roma, MS 4. yüzyıl. Walters Sanat Müzesi.
İsis ve Horus'u betimleyen altın yüzük. Antik Mısır, MÖ 332-30. Chicago Sanat Enstitüsü.
Köpeğini besleyen bir genci tasvir eden akik yüzük taşı. M.Ö. 2-3. yüzyıllara ait olan bu yüzük, J. Paul Getty Müzesinde sergileniyor.
Kaya kristali ile işlenmiş 1. Yüzyıla ait Antik Roma dönemi yüzüğü. Yüzüğün Tito Carvilio Gemello isimli bir Romalı'ya ait olduğu ve muhtemelen kristalin içindeki yüzün ona ait olduğu biliniyor. Kristalin yarattığı mercek etkisi, erkek figürüne gizemli bir derinlik ve hologram etkisi katıyor. Yüzük, Roma'da bulunan Palestrina Ulusal Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.
Altın ve lal taşından Athena betimli mühür yüzüğü. Bosporos Krallığı dönemi, MÖ 3. yüzyıl başları. Panticapaeum Nekropolü, Kerç yakınları, Kırım.
Bir panterin bir geyiğe saldırdığı anın betimlendiği altın mühür yüzüğü. MÖ 5.-4. yüzyıllar. Kuzey Karadeniz kıyısı, Taman Yarımadası. 1875 yılında Vladimir Tizengauzen tarafından Yedi Kardeş Tümülüsleri'nin altıncısında bulundu. Devlet Ermitaj Müzesi, Rusya.
Tanrıça Minerva’yı (Athena) betimleyen kabartma taşlı altın yüzük. Bu minyatürün taşı kalsedon olmasına rağmen, özellikle Romalılar tarafından değer verirlen bir taş olan zümrüt gibi gözüküyor.Roma İmparatorluk Dönemi, M.S. 1. yüzyıl. J. Paul Getty Müzesi, Kaliforniya.
Kurbağa biçimli akik yüzük. Geç dönem-Ptolemaik dönem, yaklaşık MÖ 664-30. Mısır. Özel koleksiyon.
Kaya kristalinden Sfenks şeklinde oyulmuş antik Mısır yüzüğü. Yeni Krallık, 19.-20. Hanedan, MÖ 1295 – 1069. Phoenix Antik Sanat Galerisi.
Edebiyatımızın cesur kalemi Yaşar Kemal’in anlatmaya cesaret edemediği bir hikâyesi vardı. Ama bu hikayede onu ürküten şey, ne siyasi ne de edebi değildi. Yaşar Kemal, hikayesini ilk ve son kez Alain Bosquet ile söyleşilerinden oluşan “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor” kitabında anlattı. Peki, neden o güne kadar susmuştu, o gün neler değişmişti. O anlatılmayan kayıp Kotey’in hikayesi neydi? Yaşar Kemal anlatıyor…
1951 yılında gazeteci olarak röportaj yapmaya Ernis köyüne gittiğimde baktım ki, bütün köy beş aşağı beş yukarı akrabam. Başka köylerden de anamın akrabaları geliyorlardı akın akın. Bunların birçoğunu ad olarak biliyordum.
Bir gün de mezarlığa gideyim, dedim. Bütün tanıdığım, tanımadığım, yani adlarını bilip bilmediğim akrabalarım orada yatıyorlardı (…). Bir de sürülerce köpek. Sürülerce çocuk. Geçen yıl Amerika’da çıkmış bir Ermeni’nin anılarında yazıyordu: O kadar çok köpek, o kadar çok çocuk kalmıştı ki ortalıkta, sanki bütün dünya çocuktan, köpekten ibarettir, sanırsın. Çünkü, diyordu, köpeklerin sürüleri yok olmuş, sahipleri sürülmüş savaşta ölmüş, öldürülmüş.
Mezopotamya çölü, Güney Doğu, Doğu Anadolu savaşta öldürülmüş, sürülmüş Ermenilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin, Azerilerin, Yezidilerin, Nasturilerin, Asurilerin, Süryanilerin sürüleri yok olmuş köpekleri, babasız anasız kalmış çocuklarıyla dolup taşmıştı.
Aç, azgınlaşmış köpekler yüzlerce, binlerce sürüler halinde dolaşıyor, saldıracak hayvan, ceren, kurt, kuş arıyorlardı.
Çocuklar da sürüler haline gelmişti, aç sefil, çırılçıplak… Sürüler halinde dolaşıyor, köylere kasabalara saldırıyor, yüzlerce çocuk, gözlerinin kestiği bir köye saldırıyor, bir yanından giriyorlar köyün, kasabanın, öbür yanından çıkıyorlar. Köyde yiyecek adına hiçbir şey kalmıyor. Çekirge sürüleri gibi. Ben bunun hikâyelerini hem bizimkilerden, hem de bu olayları yaşamış birçok kişiden dinledim. Birinci Dünya Savaşı’nın korkunçluğu olacak gibi değil. Hele bu savaşta Anadolu insanının çektiği.
Bizimkiler yolda gelirken bir çocuk yitmişti. Çok güzel bir çocukmuş. Yittiğinde ya sekizinde ya da dokuzundaymış.
Ben 1938’de Adana’da ortaokulda okurken Adana Ulu Camisi önünde dilenen bir kişiye rastladım. Dilenci, bir gün baktım birisiyle Kürtçe konuşuyor, yanına yaklaştım, o zamanlar Kürtçem çok daha iyiydi, adını, memleketini, köyünü sordum. Karşıma o yitirilen çocuk çıktı. Kadirli’deki akrabalara haber verdim, Şakir amca ona sahip çıktı, yardım etmeye çalıştı.
Onun başından geçen olayları anlatmak zorundayım: Bu çocuk yitince, ne yapsın, aç susuz kalmış, az önce sözünü ettiğim çocuklara karışmış. Çocuk sürüleriyle birlikte de dolaşmaya başlamış. Silahlı atlılar da bir yerde bir çocuk görmesinler hemen öldürüveriyorlarmış. Silahlı atlılar böyle çok çocuk öldürmüşler. Silahlı atlılar, göçmenleri, Yezidileri, daha çok Yezidileri öldürüyorlarmış. Yitik çocuk, bir şeyi hiç unutmuyordu. Gözleriyle görmüştü. Görmüş de yüreği paramparça olmuştu.
Çölde bir tepe, Araplar çöldeki tepelere tel dikiyorlarmış. Çoluk çocuk, kadın erkek, kız delikanlı, yaşlı koca, koca karı tepeye doldurmuşlar yüzlerce insanı atlılar. Uçan atları varmış altlarında, parlayan kılıçları varmış ellerinde. Atlılar, ellerindeki uzun değneklerle tepenin yöresine halkalar çizmişler.
“Bunlara Yezidi diyorlardı,” diyor yitik çocuk. “Gözlerimle gördüm onları. Ellerini göğe açmışlar, doğan güne dönmüşler, türküler, çok yanık türküler söylüyor, ağlıyorlardı. Atlılar, onların yöresine halkalar çizmişler, çekmiş gitmişlerdi. Ortalıkta bir tek atlı bile kalmamıştı. Tepenin üstündekiler kaçmıyorlardı. Biz çocuklar bir kum tepesinin arkasındaydık, oradan bunlara bakıyor acıyorduk. Ama bunlar kaçmıyorlardı. İçimizde bir Hasan vardı, o şehirliydi, her şeyi biliyordu. ‘Bunlar Yezidi’, dedi. ‘Onun için öldürüyorlar onları. Ben çok Yezidi bilirim. Yezidiler, yörelerine çizilmiş halkayı geçip dışarı çıkamazlar. Onlar da biliyorlar, az sonra atlılar gelip onları öldürecekler. Gene de kaçamazlar. Hepsini öldürecek, paralarını da, her bir şeylerini de alacaklar. Burada görürlerse bizim hepimizi de öldürürler. Bizim paramız yok, Yezidi de değiliz ya bizi de öldürecekler’. Bütün çocukları da öldürüyorlar. Az bir zaman geçtikten sonra atlılar tozu dumana katarak çölden çıktılar, belki iki yüz vardılar. Biz iyice saklandık, kuma gömüldük. Atlılar tepeye çıktılar. Bir çığlık aldı dünyayı, dünya sarsıldı, indi indi çıktı. Öğleye doğru, tepeden bir tek kişinin iniltisi geliyordu. Hepsini kılıçla doğramışlardı. Tepeye koştuk, atlılar gözükmez olduktan sonra, vardık ki, bir çocuk on yaşlarında anasının ölüsü altında kalmış, çıkardık. Karnında yarası var. Hasan gitti köyden ilaç getirdi. Çocuk iyileşti, bizim aramıza katıldı. Köy soygunlarında, talanlarda, dövüşlerde en yiğidimizdi. Sonra da başımız oldu. Belki emrinde beş yüz altı yüz çocuk vardı. Hiçbirimiz onun buyruğundan çıkmazdık”.
Bu adamın, yani yitik çocuğun adına Kotey, diyorlardı. Ben Kürtlerde böyle bir ad olduğunu bilmiyorum. Belki lakabıydı. Belki bu adın bir anlamı var da ben bilmiyorum.
“Çok ölüm, çok kan, çok ateş gördüm. İyi ki bu dünyayı görmez oldum. Bu kanı göreceğime, keşke gözlerim daha önce kör olsaydı.”
“Gözlerin ne zaman kör oldu?”
“Ekinler yandıktan sonra.”
Ekinler yandıktan sonra… Ben bu olayı ta çocukluğumdan bu yana çok çok dinlemiştim. Dengbejler bile yanan ekinler üstüne destanlar çıkarmışlardı.
Ekinler başaktaydı. Sapsarı tarlalar dağlardan çöllere kadar uzanıyor, dünya sarı kıvılcımlar içinde çalkanıyordu. Göçmenler yola dökülmüş yürürlerken iki cephe arasında kaldıklarını geç anladılar. Sağdan soldan, önden arkadan yağmur gibi kurşunlar yağıyordu. Göçleri uzun bir göçtü, binlerce insan üst üste yığılmışlar, dört yandan gelen kurşunlardan nasıl sakınacaklarını bilemiyor, dönüp duruyorlardı. Uzaktan gelen top sesleri de gittikçe onlara yaklaşıyordu. O gece oldukları yerde kaldılar. Yerlerinden kıpırdayamadılar. Arada sırada karanlığın içinden çığlıklar geliyor, kimin öldüğü, kimin kaldığı, bilinmiyordu.
Tanyerleri ışıdı ışıyacak bir top güllesi geldi kalabalığın ortasına düştü. Çığlıklar, parçalanan kollar bacaklar… (Bunca yıldır yazı yazarım, azıcık da olsa yazma ustalığına eriştim, bu ekin yangınını birkaç kez yazmaya çalıştım, o, eski destancıların ustalığının yanına bile yaklaşamadım. Hep düşünüyorum, sanatın, ustalığın gücünü, ben sanatın gücüne yaşamın gücünden daha çok inanırım, acaba doğru mu? Destancılarınki de bir sanat değil mi, hem de on bin yıllık anlatım sanatından gelmiyorlar mı onlar?) Dört yandan da hem top mermileri, hem de kurşun yağıyor. Kalabalık can havliyle bir açılıp bir kapanıyor. Kurşunların arkasından da bir yangın başlıyor. Bir ateş düşmüş düz ovaya, kaptırmış, hızla dört bir yandan saldırıyor. İnsanlar, kurşun, top yağmuru altında, bir de dört yanı sarmış gelen ekin yangınının ortasında… Dön ha dön… Çığlıklar, ağlamalar, inlemeler…
Anam derdi ki: “Nasıl kurtulduğumuzu daha bilemiyorum. O zaman da nasıl yangından çıktığımızı düşünmüş düşünmüş bulamamıştık.”
“Ben bu yangında yittim,” dedi Kotey, “neredeydim, ne yapıyordum, bilemiyordum. Tek başıma öylesine korkmuştum ki… Çöl, gökler kadar uzak, ıssızdı. Uzaklardan top sesleri geliyordu. O kadar çok koşmuştum ki, yangın bir yerlerde kalmıştı. Ben de bir yarın dibine sığınmıştım. Sığınmış, oraya büzülmüş, bir topak kalmıştım. Bir ses, bir soluk bekliyordum. Arada sırada uzaktan top sesleri geliyor sonra da kesiliyor, ortalık ıssızlıktan çın çın ötüyordu. Sonra birden ayak sesleri duydum, ayağa kalktım sevinçle, bir çocuk kalabalığı geliyordu, çölden aşağıdan. Yanıma kadar geldiler, yüzleri kapkara is karasıydı, hepsinin de… Giyitleri de yanmıştı birçoğunun… Bana acıyarak baktılar. Sonradan öğrendim ki, benim yüzüm de onlarınki gibi. Karıştım çocuklara, hepimiz açtık. Gece yarısına doğru gündüzden göz koyduğumuz Bedevi çadırlarına tuzağa geçtik. Gece yarısı olunca da… Bedevilerin ceren tutan atları, azgın köpekleri, tabancaları, tüfekleri vardı. Bir de atıcılardı ki, uçan turnayı gözünden vurabilirlerdi. Ne yapalım, açlıktan ölüyorduk. Bedevi obasını basacaktık. Gecenin karanlığında saldırdık. O kadar ustalaşmışlardı ki çocuklar, çadırların dibine varıncaya kadar köpekler ne bizim kokumuzu alabildi, ne bizden bir ses duyabildi. Birden saldırdık, bir göz açıp kapayıncaya obada ne var ne yoksa aldık kaçtık. Arkamızdan tüfekler patladı. Biz çöle dağılmıştık. Gizliye yattık. Atlanan Bedeviler bizim bir tekimizi bile bulamadılar. Sabah olduğunda biz başka bir yerdeydik. Bir su başı bulduk. Çocuklar buralarını avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Su başında rahat rahat karnımızı doyurduk. Gene de bütün çocuklar korkudan deliriyor, ölüyorlardı. Yemek yerken bile ürkek kuşlar gibiydik. Sonra, ben bu çocuklardan ayrılmadım… Taaa Besni’ye kadar. Köyler kasabalar bastık, evler yurtlar talan ettik. Talan ettiğimiz köylüler bizi atlara binip izliyorlardı. Yakalayınca da öldürüyorlardı. Bir kasabaya saldırdık. Bir sabahtı. Bir ucundan girdik kasabanın öbür ucundan çıktık. Kasabalılar ardımıza düştüler. Çok arkadaşımızı öldürdüler. Bir adam beni de yakaladı, tabancası elinde, sıkacakken vazgeçti, atından indi yanıma geldi, sevindim beni öldürmeyecek, diye. Yüzüme bir süre baktı, yazık, dedi, seni öldüremeyeceğim. Ne güzel bir çocuksun, Allah da seni ne yakışıklı yaratmış. Ben bu sesleri duyunca daha çok sevinmiştim. Sonra adam belinden hançerini çekti, beni yakaladı önce sağ gözüme soktu, sonra da sol gözüme. Bayılmışım, ne kadar baygın kalmışım bilmiyorum. Beni çocuklar uyandırdı. Seslerinden anladım, bizim çocuklar değillerdi. Üç yüz, dört yüz kişi olduklarını söyleyen daha kalabalık bir çocuk topluluğuydu. Nereye gittilerse beni de bırakmadılar, birlikte götürdüler. Bir köyde de baktırdılar. Cerrah gözümü iyi ettikten sonra beni gelip aldılar. Cerraha para da verdiler. İki üç yıl sonra hükümet geldi bizi topladı. Öteki çocukları okullara verdiler. Ben de burasını, Ulu Cami’nin önünü mekân tuttum. Allah razı olsun, cemaat bana baktı. Benim gibi yitmiş, benim gibi gözden olmuş bir kızla tanıştım, evlendim. Üç çocuğumuz var.”
Kotey’in hikâyesi beni çok heyecanlandırmıştı, üzmüştü. O kadar üzülmüştüm ki bu olaya, bu olayı ilk olarak yazıyorum, hiçbir romanıma koyamadım Kotey’in hikayesini, insanlara kıymak olurdu bu. İşte görüyorsunuz vazgeçtim bu düşüncemden. İnsanoğlu, her kişinin yaptığından sorumlu olmalıydı. Böyle olayları bilmeleri insanların belki bir gün işine yarardı.
“Neydi o günler, iki Özen arasında!”
Yılmaz Gruda böyle diyor ve o ünlü kahkahalarından birini patlatıyor. İki “Özen”. Bunlardan biri, Ankara’da Kızılay yapısının hemen duldasında lokantamsı bir yerdi (bugünkü Piknik’in işlevini görüyordu), ikincisi de aynı sırada, otuz kırk metre ilerde bir pastane. Yılmaz Gruda’yı o ikinci Özen’de tanımıştım. Yıl 1954. Yılmaz Gruda o sıralarda Akbank’ta çalışıyordu. Şiirleri de Yılmaz Arkon imzasıyla yayımlanıyordu. Aklımda kaldığına göre Gruda adını 1955’lerde kullanmaya başlamıştı. Balkanlar’da bir dağ dizisinin adıymış Gruda.
O ilk rastlaşmamızda nelerden söz ettik, unuttum. Ama Yılmaz’ın bizi görür görmez cebinden çok süslü bir el yazısıyla yazılmış bir şiir çıkararak okuduğunu anımsıyorum. Ahmet Oktay ve Güner Sümer vardı. Biz de oraya Muzaffer Erdost ve Orhan Duru’yla gitmiştik. Yılmaz Gruda’nın o şiiri hemen çıkarıp okumasının ayrı bir nedeni de vardı. Şiirin her dizesi “halbuki” sözcüğüyle başlıyormuş. Bir önceki karşılaşmalarında Erdost’a okumuş; o sıralarda hızlı bir dil devrimcisi olan Erdost “oysa” sözcüğünü kullanmasını önermiş. O da bütün “halbuki”leri “oysa” yapmış. “Yahu,” diyordu, “böyle de güzel oluyormuş” ve “Oysa…” diye yeniden okumaya başlıyordu şiiri.
Yılmaz Gruda’yla o ara Ankara’da kısa bir arkadaşlık dönemimiz olmuştu. Birlikte sinemaya falan giderdik. Carmen Miranda’ya benzeyen bir halası (ya da teyzesi) vardı. Bir piyanist kızdan söz ederdi boyuna. Daha çok Ahmet Oktay’la gezerdi. Sanırım, o yıllarda en yakın arkadaşı oydu.
Gruda’nın ilk şiirini Varlık’ta okumuştum. Biraz Attilâ İlhan, biraz Ahmed Arif havası taşıyan, büyük bir Nâzım Hikmet sevgisiyle dolup taşan, ama temelde değişik, kendine özgü bir şiirdi. Eski sözcüklere dayanan, bir hüznü bir başkaldırmayla birleştirmeye çalışan usta işi bir şiir. Bu yüzden onu olduğundan daha ergin, daha ileri yaşta düşünmüşümdür. Sonraları şiirleri dergi sayfalarında tek tek dökülüşmeye başlayınca onda büyük sözler söyleme, parıltılı, biraz da gümbürtülü bir şiir dökme isteği öne çıktı. Yalnız, küçük şeylerden söz ederken daha mı başarılı oluyordu? Böyle şiirlerinde ya da şiirinin böyle yerlerinde, retorikten, retoriğin sakıncalı olabilen yanlarından sıyrılıyor, buruk bir tada ulaşıyordu. “Kılçıklıdır benim şiirim” diyordu; “gayrisafidir” diyordu. Böyle olmasını da istiyordu. Bu onu zaman zaman yinelemelere de götürmekteydi. Belki biraz da “tarihsel süreç”e inmek isteyişinin bir sonucuydu bu.
O sıralar (1954-1956) hepimiz Attilâ İlhan’ın şiirini ayrı severdik. Yılmaz Gruda sosyal realizme katılıyordu. Ama kendi eleştirisini de her an hazır tutarak. Sık sık şöyle dediğini anımsıyorum: “Biz Söylev’in yorumcusu mu olacağız yahu! Olur mu yahu!” Oyun yazmaktan söz ederdi bir de. Hatta oyunlar yazdığından.
Yılmaz Gruda’yı oyuncu olmaya götüren nedenlerden biri de bu oyun yazma tutkusu mudur? Bana sorarsanız, hayır. Sanırım, işinden ayrılarak İstanbul’a gidişinin nedeni, kendisine orda bir iş bulup edebiyatla daha yakından ilgilenme olanağı elde etmekti. Belki de doğrudan doğruya basında çalışmak istiyordu. Ama İstanbul’da bir süre işsiz gezdikten sonra şans onun karşısına bir robot çıkaracaktı: Bahar ve Çiçek Bayramı’nda Gülhane Parkı’na gelen Sabor’u. Yılmaz Gruda’nın ilk işi “teatral” ve “göksel” sesiyle Sabor’u konuşturmak olacaktı. Bu ilginç “dublaj” işi, sonunda, onu tiyatroya itti. İlk sıralarda bizden kaçtığını anımsıyorum. Edebiyatçıların pek uğramadığı bir kahvede ya da bir pastanede oturur, diksiyon kitapları okur, yeni mesleğine hazırlık yapardı. Oysa o sıralarda bir dergi çıkaracaktık. O, ben, Demirtaş Ceyhun. Kanuniesasi Kıraathanesi’nde oturup derginin hazırlıklarını yapıyorduk. Derginin adı ne olmalıydı? Yılmaz Gruda Ankara’daki Şimdilik’i yeniden çıkaralım istiyordu. Ama onun tiyatroya geçişi en önce onu koparmıştı aramızdan. Bir süre sonra dergi işi iyice “yattı.”
Ama Yılmaz Gruda şiirle ilgisini kesmemişti. Hangi şair kesebilir ki! Gerçi iki “Özen” arasında yaşadığı günlere göre çok şeye biraz uzak düşmüştü; sinema ve tiyatro arasında yaşıyordu şimdi. Ama derdi günü yine şiirdi, edebiyattı. Yarı-gizli bir şairdi.
Sevgili Yılmaz, yazın yine süslü mü öyle?”
Şimdilerde nostaljik bir tadı kaldı damağımızda ama 90’lı yılların karikatüristleri bir dönemin kültürüne, mizahına, hatta konuşma diline damgasını vurmuştu. İnternet öncesi çağın figürleri olmaları nedeniyle sanal dünyada onlarla ilgili çok az kaynak bulunuyor. Aklımızda kaldığı, sayfalarımız elverdiği ölçüde 90’lara damga vuran karikatür tiplemelerini bir araya topladık… Okurken bazen yer yer gülecek, belki hafifçe hüzünleneceksiniz ama mutlaka aklınızın bir yerlerinden “ne günlerdi be” sözü geçecek. Keyifli okumalar…
Ve elbette Kaan Ertem’in anısına saygıyla, kahkahalar eskimez….
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.