Hiçbir şeyi değiştirmeye gücün yetmiyordu. Yıllardır boşa koysan dolmuyor doluya koysan almıyordu. İki yakanın bir araya gelmemesi tamamen öğrendiklerini, akıl süzgecinden geçirip damıtamadığından, kısacası başından geçen olayları iyi algılamadığından dolayıydı. Eskilerin; “idarenin mektebi yoktur” deyimi tam senlikti.
Alın terinden, emekten ve dürüstlükten yana çizmiş olduğun çizgide iniş çıkışların yoktu ve fakat ekonomik yönden gözle görülür zikzaklarla dolu bir grafik sergiliyordun.
Yaşam heyulasında, çevrende koşuşturan insanlardan daha fazla devinim halindeydin. Günün nasıl bu kadar çabuk tükendiğini, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan akşam oluşuna akıl, sır erdiremiyordun. Eklem yerlerinde uzayan kılların boyutundan, faturaların ödeme tarihlerinin gelmesinden, bankaların gönderdiği kredi kartı hesap özetlerinden zamanın bittiğini daha doğrusu yittiğini anlıyordun. Aynalar içinde bulunduğun anı gösterdiği için zamanın tahribatından haberin yoktu; ah o sırrı bozulası aynalar.
Akşam eve döndüğünde pişmanlıklarından yaptığın sanal tabloların asılı olduğu salonda; televizyonun karşısına geçip pelte gibi koltuğa uzanıyor, yorgunluktan ancak başparmağını hareket ettirebildiğin kumanda ile olan yakınlaşman başlıyordu.
Akşam yemeğinde eşin “Sen eve gelmeden on dakika önce Ali amcan aradı beni arasın diye not bıraktı” dedi. Yıllar önce Almanya’da; yerin yedi kat altına işçi olarak çalışan amcanla, izine geldiğinde küçük bir çocukken yaptığın sohbeti anımsadın “Günlerin nasıl geçiyor orada?” diye sormuştun; o da “Televizyon izleyerek, dinlenerek” demişti, şaşırıp kalmıştın.
– Gezmeye bir yerlere gitmez misin, sinemaya, konsere, maça filan?
– Nerdee evladım! Alman seni bir hafta çalıştırarak posanı çıkarıyor, iki günde ancak kendine gelebiliyorsun. Ne gezmesi, ne tozması…
Aynı durumdaydın, seni bu durumlara Alman değil, her geçen gün biraz daha kendin düşürüyordun. Kendine ettiğin kötülüklerden gökdelenler inşa etmekteydin. Doktorunun “Ooo, bakıyorum gidiş bileti almışsın, dönüşü olmayan bir yolculuktasın” uyarılarına aldırış etmiyor, tansiyon ilaçları kullanmanı, kolesterol seviyenin yüksek olmasını, her sabah güne baş ağrılarıyla uyanmanı ve en önemlisi haftada bir de olsa bayılmanı ciddiye almıyordun (Ben hatırlatana kadar).
Telefonla amcanı aradın, hal hatır sormalardan sonra konuya girdi “Dün İlim abim aradı; babam, çocuklarımı çok özledim, çağır da gelsinler. Bir daha ya görürüm ya görmem” demiş. Özellikle senin de gelmeni istemiş. Dedenin gözünde tütüyormuşsun, babanı da arayıp söyledim. Sen biletleri ayarla, yarın yola çıkalım. Arada bin dört yüz kilometre varmış, mevsim kışmış, borç harç içindeymişsin, daha bir sürü mazerete aldırış etmeden “olur” dedin.
Yedi çocuğunun en küçüğü olan baban, dedenin yaşını tahmin ederken; “On yedi yaşında evlense, iki senede bir de çocuğu olsa, ben doğduğumda en az otuz yaşında olur. Ben yetmiş yaşındayım, babam rahat yüz yaşında” demişti. Elli yıldan fazla bir zamandır uyuma hastalığına yakalanmıştı. İki gün boyunca kırk sekiz saat uyuyor, uyanınca da kırk sekiz saat uyanık kalıyordu. Uyuduğu zamanlarda yanında top patlasa duymuyor, kılını kıpırdatmadan ölü gibi yatıyordu. Uyanık olduğunda ise senden benden daha hareketli, yemesine, içmesine diyecek yok, oldukça sağlıklıydı. Babanın İstanbul’a tayini çıkınca doktorlara götürmüş, günlerce hastanelerde yatmış ama teşhis dahi koyamamışlar. Deden gerisin geri köye dönmüş, o günden beri de en büyük oğlunda kalıyordu.
İçinden işte fırsat bu fırsat, en azından üç beş gün kafa dinlerim diye geçirerek eşine; “Yarın babam, amcam, ben köye gidiyoruz” dedin. “İş güç ne olacak?” sorusuna, “Dedem rahatsızmış. Hem üç-beş günle bir şey olmaz. Siz varken sırtım yere mi gelir benim?”
Her sözcük bir anahtardır iknaya, sen yeter ki uygun olanını bul. Neredeyse on beş yıldır gitmediğin köyüne gidecek olman, içindeki çocuğun kıpraşmasına neden oldu. Telefonla memleketine giden uçak firmalarını arayıp üç kişilik rezervasyon yaptırdın. Eşin de çantanı hazırladı, yattınız. Sabah erkenden kalktın, vedalaşıp yapılacaklar listesini masanın üzerine bıraktın, taksiye atlayıp isminden gurur duyduğun, evine beş dakika mesafedeki Sabiha Gökçen Havaalanına çek dedin. Baban ve amcan seni bekliyorlardı. Biletleri alıp uçağının kalkma saatini beklemeye başladınız…
Artık doğduğun şehrin topraklarındaydın, Görevlilerden birine “Nereden araç kiralayabiliriz?” diye sordun. “Şehir merkezinden kiralayabilirsiniz, taksiciler size yardımcı olur” dedi. Teşekkür edip perondan çıkışa yürüdünüz. Sıradaki taksiciye araba kiralama servisine gitmek istediğinizi söyledin “He babam, başım gözüm üstüne” deyip şehir merkezine doğru yola çıktınız. Taksi içindeki kokunun; sabah evinden çıkmadan önce ahırdaki ineğinin sırtını sıvazladıktan sonra dışarı çıktığında yerden aldığı karla elini yıkadığını sanan taksiciden geldiğini pek anlamadın. Camına kocaman harflerle “Kafkasyalı Rant a car” yazan acenteyi göstererek “burasıdır” dedi. Kısa sürede işlemleri yapıp arabanın anahtarını aldın. Şehir merkezinde alışveriş yaptınız, bolca meyve, sebze alarak çocukluğunun geçtiği köye doğru yola çıktınız. Aklında ne ödemeler ne alacaklar vardı.
İçin, bilgisayardaki ismi konulmamış boş bir “yeni klasör” gibiydi. Köyün girişindeki okulun ve on yaşına kadar oturduğunuz lojmanın önünden geçerken duygulandın. Kesme şekerde yürüyen çay gibiydi hüzün.
Köydeki amcanın evinin önüne arabayı çekip bagajdan aldığınız öteberiyi ve hediyeleri nerdeyse her parmağınıza bir poşet gelecek şekilde yüklenerek eve girdiniz. Hoşbeşten sonra çay içtiniz, söyleşmeye başladınız. Amcan, oğluna “Deden kaçta uyanacak?” diye sordu “Daha bir saati var” dedi. Bir saat sonra hep beraber yanına gittiniz.
Zamanın gücü bir dedene yetmemişti, el öpüp yatağının kenarına oturdun. Titrek elleriyle sıkı sıkıya tutuğu elini bırakmadan konuşmaya başladı.” Çok göresim gelmişti sizi, evvelsi gün amcana dedim; çağır da gelsinler. Ne olur, ne olmaz bakarsınız ölür mölürüm de sonra gözlerim açık giderim, ne iyi ettiniz de geldiniz.”
Seni o büyütmüştü, gördüğü zaman çömelip kollarını iki yanına açtığında koşarak gelip boynuna sarıldığını, hatta bir keresinde sırt üstü yere düşürdüğünü anlattı. Cebinden eksik etmediği kuru üzümle, akide şekerini çok sevdiğinden, yaşanılan sıkıntılardan bahsetti, yaptığın yaramazlıkları sıraladı, köy camisinin minaresine gizlice çıkıp ellerinle kulaklarını yarım kapatıp ezan okuyuşunu taklit etti, gülüştünüz. En çok da Kaftar küsküden korkardın dedi.
“Hangimiz korkmazdık ki baba!” diye araya girdi amcan.
– O ne, Kaftar ne demek?
– Kaftar korkunç, yaşlı, çirkin demek
– Unutmuşum öyküsü nedir?
Çocukları korkutmak için asırlarca önceden süregelen bir masal, dur anlatayım. Eskiden kış çok çetin geçermiş, öyle ki toprak donarmış. Toprağa kazma, kürek işlemediği için ölüler de mecburen fazla derin olmayan mezarlara konulurmuş. Üzerine de ocağın külü örtülürmüş. Gece de kokuyu alan yabani hayvanlar gelip ölüyü götürürmüş. Eskiler de çözümü kışın mezarın yanında ateş yakmakta bulmuşlar, ateşe vahşi hayvanların yaklaşamayacağını düşünmüşler ama fayda etmemiş. Ateş bir süre sonra sönünce, yine ölüler götürülür olmuş.
Bu sefer de, sabaha kadar ateşi canlı tutmak ve mezarı beklemek için aralarında nöbet yazmışlar. Bu böylece sürüp gitmiş. Mukaddim diye biri vardı otuz beş, kırk yaşlarında. Bir gün o nöbetçiymiş. Bir mezar duldasında uyuya kalmış. Uyandığında iri yarı iki kişinin ölüyü mezarından çıkartıp ellerinde değnek niyetine taşıdıkları koca küskülerle dipsiz mağaraya doğru gittiklerini görmüş. Kara bastıkları zaman kar, kart, kurt, kürt diye ses çıkarmasını bırak (ilahi Kenan Evren, boyundan büyük işler açtın yurdumun başına) attıkları her adımlarında oluşan ayak izleri siliniyormuş bile, Korkudan dili tutulmuş, altına kaçırmış, fizahlanarak* köye seğirtmiş*, gördüklerini anlatmış, düşmüş bayılmış. Ayıldıktan sonra Kaftar küsküden başka söz söyleyemiyormuş.
Ertesi günü olayı duyan köy halkı meydanda toplanmış, dipsiz mağaraya doğru yola çıkmışlar. Hatırlarsınız, içine girenin bir daha çıkamadığına rivayet edilen, içerisinde gaz lambalarının söndüğü ve bu yüzden kimsenin girmeye cesaret edemediği mağara. Mağaranın önünde akşama kadar ne yapacaklarını bilmeden beklemişler, daha sonra çaresizlik içinde geri dönmüşler. Öykü bu.
– Fena bir öyküymüş, kanım dondu.
– Baba senin mağaraya girdiğin söylentisini çıkartmışlardı, anlatsana.
– Yok, evladım. Bende nerde o yürek, hem akıl karı mı oraya girmek, sağ çıkmak.
Yemekten sonra kahve içip sohbet etmeye devam ettiniz. O anlattıkça gördüğün incelediğin her obje seni geçmişine götüren birer taşıt olmaya başlamıştı. Duvardaki su içen geyikler desenli kilim, kahve tepsisi üzerindeki acem kızı resmi, şekerlik olarak kullanılan üzerinde Arapça yazılar yazılı tavus kuşu resimli metal çay kutusu, İran işi altın işlemeli fincanlar… İçine cemreler düşüyor gibiydi bir bir.
Mutlu olmaktan bu kadar mı mutlu olur bir insan?
Gece geç saatlere kadar deden anlattı, siz dinlediniz. Eskiden kalma alışkanlıkla “Yol yorgunusunuzdur, bana göre hava hoş, hadi şimdi yatın, yarın devam ederiz” dedi “Hayırlı geceler” deyip yumuşacık sakallarının kapladığı yanağından öperken kulağına usulca “Yarın sana çok önemli bir şey anlatacağım” deyiverdi. Kendini geriye çekip gözlerine baktın, ışıl ışıldı. “Peki dede” dedin, odadan ayrıldın.
Yatağa girdiğinde gözlerinin ağırlaştığını hissettin, baraj kapakları açılan sel gibiydi uyku, engel olamadın. Sabah horoz seslerine uyandın, Tüm ev halkının alışkın olduğu iş döngüsü başlamıştı, giyinip dışarı çıktın. Ortalık göz alabildiğine beyazdı, güneş ise doğum yapıyordu güne. Kendinden geçmiş bir durumda manzarayı izlerken bir yandan da tertemiz havayı derin, derin soluyordun. Kahvaltının hazır olduğu haberi geldi, içeri geçip kalabalık yer sofrasının kenarına bağdaş kurup oturdun.
Amcan çocuklarına ve torunlarına yapılacakları anlattı, yengene de “Biz köy kahvesine gidiyoruz evlelüğa* gaz pişirin” diye seslendi. Çıktınız. İşlerini bitirenlerin ya da işi töremelerine devredenlerin sabah erkenden uğrak yeri olan kahvede; beş, altı kişi vardı. Daha ilk çayınızı bitirmeden tıka basa doluverdi. Hoşbeşten sonra her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Kimi İstanbul’dan birilerinin durumu hakkında bilgi alıyor, kimi de gidişata dair fikirlerinizi öğrenmek istiyordu. Köy ahalisinin meraklı soruları bitmek, tükenmek bilmiyordu. Kâh kahkahaların tonu yükseliyor, kâh hep bir ağızdan konuşuluyordu. Saatler sonra sesler yerini sükûta bıraktı. Aklın; dedenin çok önemli deyip anlatacaklarına takılmıştı. İçin gittikçe hercümerç* bir hal alıyordu. Müsaade isteyip hava almak için kahveden ayrıldın, doğruca eve geldin. “Nasılsın dede?” diyerek yatağının kenarına oturdun.
– Eyim torun.
– Nedir anlatacağın önemli şey dede?
– Kaftar küskünün devamı, kapıyı sürgüle gel de anlatayım. Kaftar küsküyü gördüğünü söyleyen lal Mukaddim vardı ya hani, onu köyde kimse ciddiye almadı. Ben o sıralar on bir, bilemedin on iki yaşlarındayım. Mukaddim’in itibarı sıfırlanınca seneye kalmadı, vefat etti. Otuz, otuz beş sene sonra; üç gece üst, üste rüyalarımda dipsiz mağaraya girdiğimi gördüm. İçime kurt düştü, bir yandan dipsiz mağaraya girmeyi çok istiyor, diğer yandan da başıma gelebileceklerden korkuyordum. Aklıma çöreklenen girme isteği; meyili görünce küçük bir kartopunun büyümesi gibi, büyüdü, büyüdü, çığ gibi oldu. En sonunda bu iş için İstanbul’dan el feneriyle bir düzine pil getirttirdim. Kasabadan da üç yüz metre urgan aldım. Babaannene sakın kimseye söyleme diye tembihleyip, gün ağarmadan ata atlayıp yola çıktım. İpin bir ucunu mağara girişine atın zincirini çaktığım sikkeye* bağladım, Öbür ucunu da belime bağlayıp mağaranın derinliklerine ilerlemeye başladım. Gittikçe gittim, yol çatallaştı. Önce sağ tarafa gittim, urgan yetmedi. Geri döndüm, sağa büküldüm soldakine gittim ben gittikçe mağaranın genişliği daraldı, yüksekliği alçaldı. En sonunda mihrap gibi bir oyukta bitti. Uzunca bir süre inceledim, mihrabın tüm yüzeyini karış, karış taradım bir iz, bir işaret aradım bulamadım.
Hevesim kursağımda kaldı. Tam umudumu yitirip çıkacakken mihrabın sol üst köşesindeki taşa altı köşeli yıldız şeklinde bir şeyin belli belirsiz oyulmuş olduğunu fark ettim. İçinin toprağını temizleyip, tozunu sildim, yıldızı iyice belirginleştirdim. Fakat hiç bir şey anlamadım. Şapkamı önüme koyup oturdum bir sigara sardım, sigaramı içerken el fenerini de mihrabın üzerinde gezdiriyordum. Işığı gezdirdiğim başka bir yerden çektikten bir an sonra, kabartma şeklinde el kadar altı köşeli yıldızın parlayıp söndüğünü gördüm. Tekrar denedim, feneri çektiğim halde yıldız görünüp, ondan sonra kayboluyordu. Heyecanla ayağa kalktım, bacaklarımın titremesine engel olamıyordum. Kalbim yerinden çıkacak sandım, telaş içinde eve döndüm. Ertesi günü tekrar girdim, yanımda murç, keski, çekiç, manivela getirdim.
– Demek mağaraya girdiğin doğruymuş, ee sonra, sonra ne yaptın dede?
– Yıldızı ellerimle yokladım, sanki Horasan harcıyla sonradan oraya kaynatılmıştı. Keskiyle, çekiçle, murçla etrafını oymaya başladım. Çok uğraştım, ellerim su topladı. En sonunda pıt diye düştü yıldız. Düşer düşmez delikten, gözleri kamaştıran bir ışık huzmesi yayıldı ki sonrasını hatırlamıyorum. Ben dönmeyince rahmetli babaannen, değme erkeklere taş çıkartır yiğit bir kadındı, mağaraya gelip, ipi izleyerek beni baygın yatarken buluyor. Ayıltıp atın terkisine atarak eve getiriyor. İki gün ateşler içinde yatmış, sayıklayıp durmuşum.
İyileşir iyileşmez, komşu köyde tek başına yaşayan cinli Henzede nineye gittim. Yıllar önce huddemleri* varmış ve insanlara yardım etmek için kullanırmış. Nasıl olmuşsa defineciler musallat olmuş, en anlaşılmaz haritaları çözüp bulunan hazineden pay almaya başlamış. Bu yüzden huddemleri terk etmiş, pek doğaüstü yetenekleri kalmamış. Ama gizli, saklı iş yapanlar, sevdiği kızın başını çevirmek isteyenler, kısmetini kapatmak isteyenler için ilk akla gelen insandı Henzede nine. Dipsiz mağaraya girdiğimi, yolun çatallaştığını, ısrarla sağdaki yola gittiğimi, altı köşeli yıldızı yerinden söktüğümü anlattım. Ayılıp, bayıldı gözlerinin karası kayboldu, sesi bir kalınlaştı, bir çocuklaştı, sallapati sallapati anlatmaya başladı. Başıma bin türlü belaların geleceğini, bu belaların yedi sülaleme sirayet edeceğini, bir daha mağaraya gitmemem gerektiğini söyleyip, gitmeyeceğime dair Kuran üzerine el bastırıp ant içtirdi. Kafam allak bullak oldu köye döndüm.
İçimde benden başka biri daha yaşıyor da sanki beni sürekli kışkırtıyor gibi bir durumdaydım, hiç kimseye bir şey anlatamıyordum. Serde Mukaddim’in durumuna düşmek vardı. Köyün en bilgini Molla Şükrü; babamı cuma namazından sonra yanına çağırmış, “Oğluna söyle, gittiği yol, yol değil, başına işler açacak” demiş. Molla Şükrü ki nefesi çevre köylere, illere yayılmış, gelecekten haberler veren, hastaları iyileştiren, yeryüzüne iyilik yapmak için gelen biri. Hatta bir defasında; ocağın başında oturup Kuran okurken, hanımına demiş ki “ Hatun kalk bir battaniye al, kapıya çık birazdan aşağı köyden hasta bir kadını getirecekler, kadın çıplak bir vaziyette battaniyeyle üzerini örtersin.” Çok geçmeden dediği vaki olmuş, eli ayağı bağlanarak getirilen hasta iyileşip köyüne dönmüş.
Babam eve gelir gelmez beni çağırtı, Şükrü hocanın neden öyle dediğini sordu, söz dilimin ucuna geldi. Sustum, çekindim, anlatamadım. Sesi şimdi bile kulaklarımda rahmetlinin “Aman oğul belanın sırtını yere getiren olmamıştır, uzak ol”
Aradan beş on gün geçti. Bir sabah Molla Şükrü’nün yanına gitmek için kapıyı açtım, o geldi, “Sen gelmeden ben sana geleyim” dedi. İçeri buyur ettim, şu iskemleye oturdu. Duvarların dili olsa da konuşsa… Bak oğul; duyduklarım iyi şeyler değil, babanla haber gönderdim, ama görüyorum ki içinde kıyametler kopmaya devam ediyor. Şunu bilmelisin ki her insanın idrakı aynı değildir. Gel vazgeç bu işten, aklını oynatırsın. Dünyaya geliş maksadını aşma, ibadetini yap yeter” dedi.
Mukaddim’in gördüğü Kaftar küskünün, dipsiz mağaraya gidişini sordum, “Onun gördüğü Münkir ve Nekir melekleridir, elindeki de küskü değil tokmaktır, topuzdur. Gerçekten mi gördü, rüya mı gördü bilinmez, yalnız hakikat olan fazla yaşamadığıdır.” Sözünü kesip; rüyalarımı, başımdan geçenleri anlattım. “Kimseye açtın mı” diye sordu. Henzede nineye anlattığımı, onun da bana dediklerini söyledim. “Vah ki ne vah, hiç iyi etmemişsin.”
Ocakta yanan ateşin mor alevinden başını kaldırmadan, “Bak evlat; birbirine yapışık iki dünyanın, giriş kapılarından birini bulmuşsun” dedi. “Burası madde âlemidir, orası mana âlemi; o kapıdan geçenin kalp gözü açılır, her şeyi kalp gözüyle görür. Geçmek için şartları uymayanın ise içinde kavgaları baş gösterir. Her insanın içinde onlarca kişilikler yaşar, bunlardan biri, dizginleri ele geçirdiği vakit, kişiyi ele geçirir, yaşamı alt üst olur. Zaten benim yaptığım da bu, asıl olanı, yönetmesi gerekeni geri getirmek, kişinin, dizginlerini ele geçirenden geri almak, kişiyi eski haline döndürmek. Bu ters yüz olmuş pantolonu çevirmek gibi bir şey. Bu iş senin sonun olacak. Bak çoluk çocuğun ortada kalacak, gel bu inadından vazgeç, fazla kurcalama” diye uyarıp gitti.
Bir hafta, on gün kadar sonra Henzede ninenin yanına gittim, evi virane olmuştu. Sordum sırra kadem bastı, iyilerdenmiş, sırlar âlemine göç etti dediler. Dün değil, evvelki gün sabaha karşı evi ateşe verilmiş. Enkazından ölüsü çıkmadı, yalnız evinin yandığı gün; sabah namaza gidenler bugüne kadar eşi menendi görülmemiş, yüksek, yağız, doru bir ata binmiş birinin, köyden çıkıp sizin köye doğru dörtnala gittiğini görmüşler. Esrar, bulaşıcı bir hastalık gibi dokunduğum şeylere sirayet ediyordu. Köye dönmekten başka yapacağım şey yoktu. Düşünmekten uyku uyuyamadım, birileri mi Henzede ninenin evini ateşe verdi, yoksa Henzede nine kendi evini mi yaktı, mana arıyordum.
Kuşluk vaktinde tekrar mağaraya gittim. Koparttığım yıldız yerine kaynatılmış, ilk halindeki gibiydi. Yeniden etrafını oymaya başladım. Son darbeyi vurmadan önce mendilimle gözlerimi bağladım, son çekici indirmemle yıldızın düşmesi bir oldu. Korkudan gözlerimi açamıyordum. Ne kadar süre orda öylece kaldım, bilmiyorum. Ben diyeyim üç saat, sen de beş saat; ama asırlar gibi beş saat. Bu şekilde beklemekle hiçbir şey kazanamayacağımı anlayıp cesaretimi topladım. Mendilin ucundan tutup aşağıya çektim, gözlerimi usulca açtım.
El fenerimin ışığından başka ışık yoktu, içim ferahlandı.
Yerdeki yıldızı elime alıp incelemeye başladım. Acaba ilk gördüğüm yıldız kalıbıyla büyüklüğü aynı mı diyerek yaklaştırdım. Aynıydı. Gayri ihtiyari olarak yıldızı, yıldız kalıbının içine koydum. İşte ne olduysa o zaman oldu. Mihrap usulca açıldı, ayağımın altındaki kaya hareket etti, beni alıp mağaranın öbür tarafına geçirdi. O tarafa geçtiğim günden beri iki günüm orada, iki günüm burada geçiyor. Oraya geçtiğim vakit bu tarafta uyuyor oluyorum. Bunu hiç kimse bilmiyor. Ben bu tarafta çok yaşlıyım belki ama öteki tarafta yarı yaşımdayım, orayla ilgili sana daha fazla bilgi vermiyorum. Tabiri caizse anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır.
– Neyse, gelelim asıl konuya. Önce şunu al, ben ölmeden kapağını açmak yok, anlaştık mı? İyi dinle bak; ben buradaki süremi doldurmak üzereyim, artık diğer tarafa geçmek istiyorum. Bana bu konuda bir tek sen yardım edebilirsin. Eğer bu gece sabaha karşı beni dipsiz mağaraya götürürsen, bundan sonra ayağına taş gelmeyecek, her işin yolunda gidecek. Gittiğim yerden sana mihmandarlık edeceğim. Zamanım azaldı, artık kalıbın içindeki yıldızın çıkma vakti geldi.
“Anlamadığım o kadar çok şey var ki…” diyecek oldun, lafını kesti.
Soru sorma, her şey kitapta yazıyor. Çok işine yarayacak. Şu an ne ben sorularına cevap verebilirim ne de sen vereceğimi anlayabilirsin, şimdi söz ver beni götüreceğine?
– Peki dede söz! …
Gece el ayak çekilince dedenin yanına gittin, seni bekliyordu. Giyinmesine yardımcı oldun, başkıltığındaki* el fenerini almanı söyledi, koluna girip birlikte yürümeye başladınız. Dış kapıdan çıkınca arabanın kapısını açıp, binmesini sağladın, dipsiz mağaraya doğru yola çıktınız. Yolun bitiminde arabayı durdurup farları yolunuzu aydınlatacak şekilde ayarladın. İnip yokuş yukarıya doğru yürümeye başladınız. Mağaraya geldiğinizde “Hadi evlat, sen git” dedi. Dinlemedin. “Seni oraya kadar götürmek istiyorum” diyerek karşı çıktın. İçeri girer girmez kesif bir leş kokusu yüzüne yumruk gibi çarptı, yürüyüşten vazgeçmedin. Mağaranın bittiği yere geldiğinizde gördüklerin dedenin anlattığıyla birebir aynıydı. Yıldızın olduğu yeri gösterdi. “Kalıbından çıkarıp şu deliğe bastır öylece bekle, o kendi kendine yerine kaynar” dedi. Dediklerini yaptın. “Şimdi kenara çekil. Elimi bırak, yere diz çök. Gözlerini sakın açma.”
***
Kendine geldiğinde herkes başına toplanmış, baban burnundan soluyarak (lafa bak) “Ne işin var senin dipsiz mağarada? İyi ki bir masal dinledin, merak edip ertesi günü hemen gitmen mi lazım? Neyi ispatlamak istiyorsun, ya sana bir şey olsaydı? İyi ki arabayı çalışır durumda bırakmışsın da farlar aküyü bitirmemiş, ışığı görmeseler kurda kuşa yem olurdun” diye söyleniyordu. Yattığın yerden doğrulup su istedin. Deden aklına geldi, hızla odasına girdin. Amcan “İki günlük uykusu başladı” dedi, rahatladın. Babanın nutuk çekmesi de olmasa rüya gördüğünü sanacaktın.
Akşam, unutmak üzerine kurulu düzen işlemeye devam ediyordu. Kendini konuşulan konulara veremiyordun, amcanın “Yarın komşu ilçe Çıldır’daki göle gidip buza delik açalım da balık tutalım, birkaç gün daha kalıp ondan sonra dönelim” önerisine olur dedin.
O günü balık tutarak geçirdiniz. Ertesi günü cephede seksenbin askeri donarak ölen Enver Paşa’nın Rusya’ya kaçmadan önce şehrin tek hamamının sıcak göbek taşına uzanıp keselendiği tarihi hamama gittiniz. Akşama kalmadan, evde eksikliğini gördüğünüz öteberiyi alarak köye döndünüz.
Dedenin kapısını aralayıp baktınız, yeni uyanmış yemeğini yiyordu. “Neredeydiniz, ne yaptınız?” dedi. “Gezdik dolaştık biraz dede, şehre indik, birkaç şey aldık geldik” dedin. Geçip oturdunuz. Amcanın oğlu hanımına “Çaylar nerede…” cümlesini tamamlamadan, “geldi, geldi burda” diyerek kapı aralandı. Gelin çayları verirken, kızı da kesme şekerleri dağıttı. Odada kaşık şıkırtısı arasında deden elinde tuttuğu bardağı düşürdü. Kolları iki yana düştü, kafası omzuna düşerken vücudunu da beraberinde götürüp oturduğu yatağına düştü. Her şey bir anda olup bitti. Hıçkırıklar, gözyaşları; eve ateş düştü.
İkindi namazında toprağa verdiniz. Gece uyuyamadın, dedenin verdiği kitabı örtüsünden çıkarttın kapağında ÂLEM-İ MİSAL yazılıydı, ilk sayfasını açtın ÂLEM-İ EŞBÂH yazıyordu, okumaya başladın.
Sabah yatakları kaldırdılar, amcanın oğlu “Gece uyumadın mı?” diye sordu. Gözümü uyku tutmadı deyip savsakladın. Gün boyu başsağlığına gelenleri karşılayıp gidenleri uğurladınız. Gece baban; “Oğlum sen işine, gücüne bak. Biz amcanla yedisini verip döneriz” dedi. Karşı koyacak oldun, amcan “İstanbul’da da baş sağlığına gelenler olur, onları karşılarsın” dedi. Sabah erkenden amcan seni havaalanına bıraktı, uçağa binip döndün.
Eve geldiğinde gözlerinden uyku akıyordu. Eşine “Üzerimde kırgınlık var, çok yorgunum dayanacak gücüm kalmadı, biraz kestireyim” deyip yatağa kıvrıldın. Gözlerini açtığında eşin yatağın kenarına oturmuş vaziyette başında bekliyordu “Ne biraz uyumasıymış be! Tam kırk sekiz saattir deliksiz uyuyorsun, ne yaptıysak seni bir türlü uyandıramadık” dedi; sarılıp yatağa çektin.
FİZAHLANMA: Bağırıp çağırma
SEĞİRTME: Koşma, kaçma
EVLELÜĞA: Öğlen yemeği
HERCÜMERÇ: Allak bullak
SİKKE: Atların zincirlerinin bağlandığı yere çakılan ucu sivri mil
HUDDEM: Cin familyasından Allah’a inanan insanlara yardım eden
BAŞKILTIĞI: Yatağın baş tarafı
ÂLEM-i MİSÂL: Ruhlar âlemi ile cismanî âlem arasındaki geçit âlemi
ÂLEM-İ EŞBÂH: Cisimler âlemi, varlıklar âlemi.
12.03.2011 Kurtköy
0 Yorum