O ilk hafta kapıdan içeri girdiğimde gözüm köşedeki boş koltuklara takıldı. Santrala bitişik, arkasında personel posta kutularının olduğu bu küçük alan, yerleştirilen bir kaç koltuk ile gazetenin bekleme salonu haline getirilmişti. Daha önce çeşitli sebeplerle Cumhuriyet Gazetesi’ne geliş gidişlerimde, bir kaç defa bu koltuklarda otururken rastlamıştım Berin Nadi’ye. Yüzünde mutlu bir ifadeyle etrafını seyrederken kapıdan girenlere gülümseyerek bakar, göz göze geldikleriyle de zarifçe selamlaşırdı.
Yirmili yaşlarımdan itibaren yolum iki defa Cumhuriyet Gazetesi’ne düşmüştü. İlkinde bir çizgi roman dergisi projesi, ikincisinde ise ondan yaklaşık on beş sene sonra bir çocuk dergisi projesi için bu kapıdan içeriye girmiştim. Her ikisi de şanssız bir şekilde akamete uğramıştı. İşte bu son girişimimizden yaklaşık beş yıl sonra ise artık bir çalışanı olarak aynı kapıdan içeriye adım atıyordum. Karmaşık duygular içerisinde gözüm köşedeki koltuklara takılmıştı. Eşi Nadir Nadi’nin ölümünden sonra kurulmasına öncülük ettiği ve başkanlığını üstlendiği vakfın şemsiyesi altına alarak Gazete’nin geleceğini sağlama aldıktan sonra, ne yazık ki Berin Hanım da bu dünyaya veda etmişti. Ara sıra gazeteyi dolaşmaya geldiğinde kendisini yönetim katında ağırlamak istediklerinde bir süre yukarıda oyalandıktan sonra aşağıya indiğini ve girişteki bu misafir koltuklarında oturarak etrafını seyretmeyi tercih ettiğini, bundan da büyük bir haz duyduğunu öğrenmiştim çok sonraları.
Labirent adını verdiğim haftalık çizgi öykülerim, Cumhuriyet’in pazar eki ‘Pazar Dergi’de yayınlanmaya başlayacaktı. Bu öyküler aynı birinci kareden başlayarak ilerliyor ve muhtelif yerlerden çatallanarak üç ayrı final ile son buluyordu. Özellikle görsel olarak labirent bulmaca formuna sahip olan bu anlatım tarzı tamamen benim buluşumdu ve bildiğim kadarıyla dünyada başka örneği de yoktu. Uzun süre çalıştığım mizah dergilerinin kollektif olarak iş üretilen kısmen daha rahat çalışma ortamının dışına çıkarak ilk defa kendi başıma bir şeyler yapacaktım. Aslında daha önce bir yılı aşkın bir süre ilk denemelerini Tempo Dergisi’nde yaptığım Labirent çizgi öyküleri şimdi de Cumhuriyet’de yayınlanacaktı.
Çalıştığım mizah dergisi kapanmıştı. Çizerlik yaşantımın bu döneminde bu çizgi öykülere ağırlık vermek, kendi bulduğum bu tarzın olanaklarını görerek özümsemek istiyordum. Bu nedenle bir süredir işlerimi yayınlatabileceğim yepyeni bir alan, bir mecra arayışı içerisindeydim. Uğraşanlar bu gibi işlerin pek de kolay olmadığını bilir. Ben de o günlerde bir yandan böyle bir alan arayışımı sürdürürken bir yandan da vakit geçirmek için müzeleri, tarihi ve turistik yerleri geziyordum. Bu gezmelerimin birinde yolum o zamanki Ayasofya Müzesi’ne düşmüştü. Turistlerle beraber içerisini gezerken üzerindeki deliğe parmak sokularak dilek dilenen ‘Dilek Taşı’ denilen mermer sütun dikkatimi çekti. Herkes sırayla baş parmağını sokarak dilek diliyordu. Ben de düşünmeksizin onlara katıldım ve peşlerine takılarak aynı hareketi tekrarladım. Bu arada kafamda da, doğal olarak aklımdan hiç çıkmayan Labirent öykülerim için yeni bir yayın organı bulma arzusunu taşıyordum.
Günlerim bu arayışla, aralıksız sürdürdüğüm çeşitli girişimlerle devam ediyordu. Bir yandan da gezmeye devam ediyordum. Yıllardır gezmeye fırsat bulamadığım görülmeye değer ne kadar yer varsa her yeri tek tek dolaşıyordum. Bir an geldi, neredeyse bu kültür turları benim için vakit geçirmekten çıkıp ana amaç haline gelmeye başlamıştı ki; ansızın, beklediğim telefon geliverdi. Cumhuriyet Gazetesi’nden görüşmeye çağırıyorlardı. Çok sevinmiştim. Özellikle Cumhuriyet’ten çağırılmanın benim için anlamı çok büyüktü. Üniversite yıllarımda bu gazeteyi elimden düşürmez, özellikle ikinci sayfadaki Hıfzı Veldet, Melih Cevdet ve daha bir çok değerli yazarın yazılarının yer aldığı ‘Olaylar ve Görüşler’ köşesindeki ağır yazıları bütün bir hafta boyunca döne döne dimağımı zorlayarak okumaya çalışırdım.
Bu gazetenin okuyucuları da diğer gazetelerin okuyucularından farklıydı. Her şeyden önce bu gazetenin önemi, okurlarının gazeteyi kendi kafalarında çok farklı ve önemli bir yere koymalarından ileri geliyordu. Bazı ilginç gelenekleri vardı gazetenin, mesela bazı özel günlerini okuyucularıyla buluşarak birlikte kutlardı. O günlerde kapılarını açar, okuyucular gazete içerisinde istedikleri gibi dolaşır, istedikleri yazar veya çizerleri ziyaret ederek sohbet ederlerdi. Böyle günlerden birinde hem benimle sohbet etmek, hem de çalışırken beni izlemek isteyen genç bir hanım sohbetin bir yerinde “İnanır mısınız” dedi “Ben bu gazetede olmak, buranın havasını teneffüs edebilmek için gerekirse burada paspas yapmaya razıyım. ”Kendisini samimiyetle ifade edebilmek için abartılı cümleler kurmak zorunda kalmıştı muhtemelen, ama gazete hakkında hissettiklerinde doğruluk payı olduğu da inkâr edilemez bir gerçekti. Bu gazetenin adeta yıllar içerisinden süzülüp gelen, her köşesinden ışıyan müthiş bir parıltısı vardı. Yıkık dökük bir duvar, köhne bir merdiven bile sıradan bir yıkık dökük duvarın, merdivenin çok daha ötesinde, dolu dolu yaşanmış bir geçmişin anılarıyla, anlamlarıyla yüklüydü. Her köşe başı, her dönemeç gazetenin kuruluşundan bu yana adını yücelten, bazıları da bu yolda hayatını kaybetmiş yazarlarından izler barındırıyor, her dönemece bu değerli insanların gölgeleri düşüyordu.
İşte artık böyle bir gazetenin çalışanı, çizeri olacaktım. Çağırılır çağırılmaz hemen gazeteye koştum. Yol boyunca neler yapabileceğimi hayal ederken, o sırada birden yolumun Ayasofya’nın önünden geçtiğini farkettim. Aklıma bir anda yaklaşık on gün önceki ziyaretim ve o dilek taşı geldi, kendi kendime gülerek “Bak sen!” dedim, “Ne kadar etkiliymiş bu taş, iş yakın yerden ayarlandı hem de!”
İki gün üst üste manşetin üstünden köşemin duyurusu yapılmış ve Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız haftalık sohbet köşesinde “Aramıza katıldı” diye adımı yazmıştı. On yılı aşkın bir süre boyunca gururla ve zevkle çalıştığım bu gazetede çalışma hayatımın en verimli en güzel dönemlerini geçirdim diyebilirim rahatlıkla. Kısıtlı imkanlarına rağmen, gazeteyi de çalışanlarını da hep çok sevdim. Yolu bu gazeteden geçen herkeste de içlerinde filizlendirdikleri aynı sevgiyi yıllarca barındırdıklarını gördüm. Günümüzün bir çok ünlü gazetecisinin de yolu bu gazeteden geçmişti, özellikle Spor Servisi, Haber Merkezi gibi servisler bu mesleğe yeni adım atan gençlerin adeta ilk uğrak yeridir. Bu gençler belli dönemlerde gazeteye akın ederek çeşitli servislerde çalışmaya başlarlar ve bir süre sonra da bazıları kadroya geçer, diğerleri de “Ben Cumhuriyet’ten geliyorum” diyerek muhtelif yayın organlarına baş vurarak iş hayatına atılmış olurlardı.
Sevgiyle çalıştığım bu yıllar içerisinde, ‘Labirent’in yanı sıra yine Pazar Dergi’de ‘Rüzgar Eser ve Ceptay’ spor eki ‘Cumhuriyet Spor’da ‘Topla Gel Tayfun’ isimli tiplerin çizgi öyküleriyle, başta Pazar Dergi olmak üzere gazetenin pek çok yerinde ve çeşitli eklerinde bir çok illüstrasyon, vinyet, karikatür ve çizgi portrelerim yayınlandı, çeşitli kapak ve birinci sayfadan açılışlar yaptım. Son olarak önceleri pazar günleri ana gazetede yarım sayfa olarak yayına başlayan ‘Uydudan Naklen’ adlı karikatür köşesine daha sonra, bana göre Cumhuriyet Gazetesi’ni diğer gazetelerden ayıran en özgün sayfalarından biri olan ‘bant karikatür’ sayfasında devam ettim. Maalesef bu sayfa bu gün, sadece çok değerli iki çizere rağmen oldukça cılız bir şekilde varlığını sürdürmeye çalışıyor. Uzun yıllar diğer işlerimin yanı sıra ‘Uydudan Naklen’ adlı bu bant karikatür köşesini çizmeyi sürdürdüm. Bu süre zarfında okuyuculardan aldığım olumlu tepkilerle mutlu oldum, gururlandım. Okuyuculardan gelen “Elinize, yüreğinize, bileğinize sağlık” mealindeki mailler benim her zaman en büyük destekçim oldu. Fakat ne yazık ki bir zaman sonra yönetimi ele geçiren bir grubun kararıyla bir çok çizer gibi ben de her zaman sevgiyle içimi titreten bu gazetede çizme olanağımı kaybetmiş oldum.
Artık aramızda olmayan Berin Nadi gibi, gazetenin önemli yazarlarından Deniz Som da artık aramızda değil. Yıllar önce Nokta Dergisi’nde hazırladığı ‘Nokta..Nokta..’ adlı haber sayfaları içinde ‘Çizirti’ adlı bir karikatür köşesi hazırladığım sıralarda tanışmıştım kendisiyle. Yıllar sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde de yine yollarımız kesişmişti. Haftanın belli günlerinde gazetede bu sefer de adı ‘Vaziyet’ olan başka bir köşe hazırlıyordu. Bu köşenin çok enteresan bir hikayesi vardır. Seksenli yılların başlarında, 12 Eylül darbe yönetimi hâlâ iş başındayken bir gün gazeteye uzun bir süre kapatma cezası gelir. Gazete personeli bu kapatma cezası sırasında da gazete sanki çıkıyormuş gibi her gün düzenli olarak gazeteye gelip gitmeye devam ederler. Bu arada Deniz Som ve iki arkadaşı da hem oyalanmak hem de eğlence olsun diye ‘Vaziyet’ adında bir duvar gazetesi hazırlamaya başlarlar. Kendilerine konu olarak da gazete çalışanlarını seçerler. Bu duvar gazetesi, gazete içinde o kadar popüler olur ki herkes acaba kendileri hakkında da bir şeyler yazılmış mı diye her gün bu gazetenin asıldığı duvarın başında toplanmaya başlar. Daha sonraları da bu duvar gazetesinin ismi Deniz Som’un tek başına gazete sayfalarında hazırlamaya başladığı köşenin adı olur. Fakat işin en ilginç yanı ise o duvar gazetesi çıkarken bir gün Berin Nadi’nin, Deniz Som’un önünü keserek “Nadir’i de yazın” demesidir.
On yılı aşkın bir süre çalıştığım bu gazetede biriktirdiklerimi bu yazıya sığdırmanın imkânı yok elbette. Zamanı geldikçe onları da yine burada, yeniden konu edineceğim. Son olarak şu küçük anekdotu da aktarmadan geçemeyeceğim. Gazetenin gece servisiyle evlerimize döndüğümüz bir gece yarısı, polis rutin kontrolünü yapmak için aracımızı durdurmuştu. Servisler her gece çalıştıkları iş yerlerinden ‘Yol kağıdı’ adında bir belge alırlar ve yola o belgeyle çıkarlardı. Polis bu belgeyi görmek ve kontrol etmek amacıyla aracımızı durdurmuştu. Gerekli kontrolleri yaptıktan sonra başını hafifçe açık camdan içeri doğru uzatarak “Arkadaşlar kim?” diye sordu. Şöförümüz de “Gazete çalışanları” diye cevapladıktan sonra polisin müsaadesiyle tekrar yola koyulduk. Yolda şöförümüze “Öyle söylemeyecektin arkadaş” dedim. “Saysaydın ya, araçtakileri; İlhan Selçuk, Şükran Soner, Ali Sirmen, Oktay Akbal…” diye “Biz bu büyük gazetecileri temsilen buradayız!”



0 Yorum