38,4848$% -0.01
43,9320€% 0.05
51,3471£% -0.7
4.087,12%-0,43
3.316,85%0,00
9.125,04%-1,08
Yedek Subay olarak o zamanki ‘Balıkesir Ordu Donatım Okulu’ bünyesindeki bir birlikte göreve başladığım ilk günlerdi. Bir yandan yalnızlığın ve ailemden uzak kalmanın içime çöken kasvetinden kurtulmaya çalışırken, bir yandan da yaşantımın bu ara dönemine kendimi hazırlamaya ve bulunduğum yeni ortama alışmaya çalışıyordum.
O akşam ilk defa nöbet tutacaktım ve dolayısıyla da biraz gergindim. Çam ağaçları arasındaki nöbetçi subayı barakasının yakınında nöbetten gelen erlerin dolu şarjörlerini teslim ettikten sonra tüfeklerinin namlularını içine sokarak boş tetik düşürdükleri, betona gömülü varillerin olduğu bir köşe vardı. Sorumluluk isteyen bu işlemin ‘doldur boşalt istasyonu’ denen bu köşede, Nöbetçi Subay nezaretinde yapılması gerekiyordu. Nöbeti devraldıktan bir süre sonra yardımcım olan er, ilk nöbetçi kafilesinin geldiğini söyleyerek beni doldur boşalt istasyonuna davet etti.
Prosedüre uygun bir şekilde yapılması gerekenleri yaptıktan ve nöbetçi kafilesini koğuşlarına gönderdikten sonra tam barakaya dönüyordum ki birden betona gömülü varillerin biraz gerisindeki beyaz duvarın üzerine asılmış çerçeveli bir takım çizimler dikkatimi çekti. Gündüz bu nöbet yerini uzaktan şöyle bir gösterdiklerinde bu resimleri hiç farketmemiştim. Şimdi ise gecenin ilerleyen saatlerinde ay ışığı altında pırıl pırıl parlayan beyaz duvar ve üzerindeki resimler büsbütün ortaya çıkmıştı. Merakla önüne gittiğim duvardaki çerçevelenmiş çizimleri görünce şaşkınlıkla donup kaldım. Bu çizimler, ‘doldur boşalt’ işleminin hangi sıraya göre ve nasıl yapılacağını anlatan eğitim panolarıydı. Madde madde yapılması gerekenler çizimlerle desteklenerek anlatılıyordu. Buraya kadar bütün bunlar gayet normaldi, beni şaşkınlığa sürükleyen asıl ayrıntı ise bu orijinal çizimleri bizim Galip’in, yani Galip Tekin’in yapmış olmasıydı.
Gecenin bir yarısı, ay ışığı altında kendimi yapayalnız hissettiğim bir çam ormanında, bembeyaz bir duvarda Galip’in çizgileriyle karşılaşmanın içimi nasıl ısıttığını, ilk başlarda hissettiğim yalnızlığı nasıl bir anda yok ettiğini anlatmamın imkânı yok elbette. Sevgili Galip, benden bir dönem önce aynı birlikte bedelli olarak askerlik yapmış ve askerliği boyunca birliğin adeta bütün duvarlarını çeşitli eğitim panolarıyla donatmıştı. Bu inanılmaz tesadüf ve askerliğim boyunca her köşe başında, koridorlarda ve odalarda karşıma çıkan çizimleri sayesinde her yer bana aşinaymış gibi görünmüş, ilk başlarda hissettiğim yalnızlık duygusundan eser kalmamıştı.
Geçtiğimiz yıllarda genç denilebilecek bir yaşta kaybettik Galip Tekin’i. Ortaya koyduklarıyla hayatımıza ve hayallerimize güzellikler katan, güzel insanlardan biriydi. Tıpkı, Murtaza Gürkan gibi… O da genç yaşlarda aramızdan ayrılmış, kahkahası ve kalın çerçeveli gözlüklerinin arkasından kocaman açtığı gözleri ile bakarak bağıra bağıra konuşmasıyla zihnimizde takılı kalmıştı. Çevresindeki insanlara yüksek sesle, isim ve soyadıyla birlikte hitap ederdi. En fazla kendi esprilerini ifade etmeye yetecek kadar çizebiliyordu. Kahkahalar atarak bağıra bağıra anlattığı çetrefilli esprilerinin eskizlerini de genellikle bana çizdirirdi. Bulunduğu ortamlar bir anda gürültüye ve neşeye boğulur, o ortamlarda ilginç bir şekilde türlü komik şeyler vuku bulurdu hep. Bir keresinde Tekin Abi’nin tüm ciddiyetiyle herkesi toplantıya çağırdığı Fırt’taki odasına kulağında takılı unuttuğu gönye ile girmişti. Herkesin sessizce konuşulanları dinlediği bir sırada Tekin Abi’nin gözü Murtaza’ya takılmış ve konuşmasını keserek bakışlarının öylece kilitlenip kalmasıyla toplantının da sonu gelmişti.
Murtaza ile daha sonraları başka yayınlarda da bir araya geldik. Kendisini her gördüğümde içimin aydınlandığını hissettiğim güzel insanlardandı. Tıpkı, Orhan Alev gibi… Sessizce masasında oturarak bir ucundan başlayıp bir sanatkâr titizliğiyle oya gibi işlediği ‘espri düşünme eskizleri’ adeta birer sanat eseri gibiydi. Hiç bir yerinde hiç bir boşluk ve karalama olmadan doldurduğu bu sayfalara eskiz demek zaten imkânsızdı. Bu çizimlerden sekiz on tanesinin de bende olması lazım aslında. Fakat çok kıymet verdiğim bu eskizleri başına bir şey gelmesin diye öyle iyi saklamış olmalıyım ki, bir süredir her yeri didik didik aramama rağmen bir türlü bulabilmiş değilim maalesef. Aslında harika bir çizgisi vardı Orhan Abi’nin, hatta Oğuz Abi zorla çizdirdiği bir kaç karikatürünü dergide de yayınlamıştı. Ama harika eskizler çizen bu insan, iş orijinal çizmeye gelince eli ayağına dolaşıyor, beyaz şöhler kartonun karşısında kilitlenip kalıyordu. Bir kaç defa orijinalden farksız olan eskizlerini alıp öylece yayınlamayı bile düşündüler. Tarama ucuyla yıldızı hiç barışmamıştı bu yüzden ısrar edildiği için çizdiği karikatürleri rapidoyla veya rapido benzeri bir kalemle mürekkepliyordu. Oğuz Abi bir süre sonra çizmesi için ısrar etmeyi bıraktı. Zaten o da bu süre içerisinde çoktan esprici olarak derginin temel direklerinden biri haline gelmişti.
Oturduğu masasında kâh önündeki kağıda çizerek kâh karşıya bakarak sessizce espri düşünürdü. Espri düşünürken o kadar kendisini kaptırırdı ki, bu konuda çok hoş bir hikayesi de vardır: Bir keresinde sandalyesinin arka iki ayağı üzerinde yaylanarak espri düşünürken, birden ‘küüt!’ diye arkası üstü düşmüştü. Düştükten sonra da yattığı yerden tavana bakarak düşünmeyi sürdürmesi üzerine yanında oturanların seslenerek “Orhan Abi, düştün!” diye yaptığı uyarıya istifini bozmadan “Biliyorum” diye cevap vermiş ve sırt üstü yattığı yerde düşünmeye devam etmişti. Böylece her koşulda sürekli espri düşünebildiğini de kanıtlamış oluyordu.
Şaka bir yana Sevgili Orhan Alev’de genç sayılabilecek bir yaşta ansızın aramızdan ayrılıveren güzel insanlardandı. Tıpkı, içimizde güzel duygular bırakarak vaktinden önce aramızdan ayrılan diğerleri gibi. İstiklâl Caddesi’ne her çıktığımda Anabala Pasajı’ndaki o büyülü dükkanına uğramadan geçemediğim Metin Demirhan gibi mesela… Annesi, cenazesine katılan kalabalığı görünce “Oğlumun ne çok seveni varmış meğerse” diyerek acısını bastırmaya, kendisini teskin etmeye çalışmıştı. Sonra, mesela Serdar Gilkal, ‘Lanetliler’ köşesindeki karikatürleri ve bu köşedeki olağanüstü anlatım dili ile kaleme aldığı öykücükleri, ‘Hocu’ ve ‘Kraliça’ gibi ünlemeleri ile şahsen tanışmasam da belleğimde sevgiyle yer edinmiş güzel insanlardandı. Ve burada anılmaya değer daha kimler, kimler…
Galip Tekin ile başlamıştık; Galip’le henüz o uçuk kaçık şeyleri yazıp çizen ‘Galip Tekin’ olmadan çok önce Gırgır’da tanışmıştık. Esprilerimizi ve çizgilerimizi birbirimize gösterip sonra da Oğuz Abi’ye beğendirmeye çalıştığımız dönemlerdi. Evlerimiz şehrin aynı yöresinde olduğu için çoğu akşam işler bittikten sonra dergiden birlikte çıkar, konuşa konuşa Cağaloğlu yokuşunu indikten sonra şimdilerde o eski halinden eser kalmayan Sirkeci Tren Garı’ndaki banliyö trenleriyle evlerimize giderdik. Bazı akşamlar trene binmeden önce garın Avrupa trenlerinin kalktığı bölümündeki büfede ayak üstü bir şeyler içer, o esnada kalkmak üzere olan trenlere ve koşuşturan insanlara bakarak sohbet eder, hayaller kurardık. Böyle günlerden birinde Galip, kalkmak üzere olan bir Avrupa trenine bakarak “Şimdi şu trene atlayacaksın, nereye gidiyorsa oraya kadar gideceksin” dedi. Ben de gülerek “Hakikaten! Bir gün yapmak lazım” dedim. O sırada biraz ilerimizde bir yandan demlenirken bir yandan da konuşmalarımıza kulak kabartan, bizden yaşça büyük çakırkeyif bir abimiz, bardağını şişesini alıp yavaşça yanımıza sokuldu “Bi dakka!” dedi kaykıla kaykıla, sözcükleri ağzında yuvarlayarak “Bi dakka! Sen gül gibi vatanını bırakıp da nereye gidiyorsun?!” Ortalık birden buz gibi oldu. Ben şaşırarak, ‘Yok abi yanlış anladın’ gibi bir şeyler söylemeye hazırlanırken Galip net bir şekilde “S.. l..” dedi. Ben, ‘Eyvah kavga çıkacak’ diye daha çok endişelenirken birden hiç ummadığım bir şey oldu, o çok kararlı ve ilkeli bir şekilde yanımıza yanaşan abinin birden hızla tornistan yaparak süt dökmüş kedi gibi “Pardon abi, kusura bakmayın abi, afiyet olsun abi” diyerek bardağını şişesini alıp usulca büfenin öteki köşesindeki yerine geri dönüşüne şaşkınlıkla bakakaldım. Galip ise içeceğinden bir yudum daha içtikten sonra sakin bir şekilde “Bunun gibi yavaşça yanaşıp lafa karışanları baştan hiç konuşturmayacaksın, yoksa burada yapışır kalır bütün gece onu dinleriz” diyerek duruma açıklık getirdi. Bu raconları bilmiyordum, hem çok şaşırmış hem de çok gülmüştüm.
Vefat haberini alınca o günleri ve daha bunun gibi pek çok anekdotu hatırladım. Sonraki yıllarda, artık iyice ünlendikten sonra bir karşılaşmamızda kendisine şakayla karışık; “Bu senin çizdiğin uzayda uçan adaları Enki Bilâl de çok çizmiş zamanında” diyerek takılmamı tüm ciddiyetiyle “Uzayda uçan adalar çizmek bütün fantastik öykü çizerlerinin hayalidir” diye cevaplayınca susmak zorunda kalmıştım. Pek denenmemiş bir alanda, çok başarılı işler ortaya koyan bu yetenekli arkadaşımız ve çoğu vaktinden önce aramızdan ayrılmış, burada anamadıklarımızla birlikte o güzel insanlar, kuşkusuz çok daha başarılı işlere imza atmaya devam edeceklerdi.
Servet Gürbüz’ün hayata dair cümleleri içinizi ısıtacak
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Dokunmuşsun yüreklere. İlgiliysen daha bir üst seviyede.👏
Kalemine yureğine sağlık Hakan Çelik