34,8027$% 0.33
36,9104€% 0.25
44,5584£% 0.44
2.946,34%0,41
2.632,97%0,07
10.089,00%1,54
20 Mart 2024 Çarşamba
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Belki de adım bile değildi. Bir minibüs kuyruğunda beklerken vakit geçsin diye aldığım Gırgır dergisinin ikinci sayfasında ‘Her pazartesi karikatürlerinizle birlikte bekliyorum’ diyordu. Uzun süredir zaten çevremdekilerin pek beğendiği bir şeyler çiziktiriyordum, alıp götürmeye karar verdim.
Sonra, işte o pazartesi günleri okuduğumuz okuldan, çırak olarak çalıştığımız berber dükkanından, tamirhaneden fırlayıp koltuğumuzun altında çiziktirdiklerimizle Cağaloğlu’nun yolunu tuttuğumuz yıllar başlamış oldu.
O ilk haftayı hayal meyal hatırlıyorum, çok da büyük olmayan bir odadaki masasının etrafını benim gibi bir sürü genç çepeçevre sarmıştık. Herkesin karikatürüne dikkatle bakıyor ve bir şeyler söylüyor, bazen önündeki kağıda çizerek anlatıyordu. Arada bir arkasına yaslanıp sesini kalınlaştırarak ‘Veysel Beey!’ diye koridordan gelen çaycının ayak seslerine doğru seslenerek hepimize çay ısmarlıyordu. Çıt çıkarmadan anlattıklarını anlamaya çalışıyorduk. Kolayca çiziliverdiğini sandığımız bu şeyler amma da alengirliymiş meğerse, saatler ilerledikçe şaşkınlığım daha da artıyordu.
Sonunda sıra bana geldi, üç tane falan götürmüştüm. Bir karikatürlere bir de yüzüme baktı, “Daha çok getir” dedi. İkisini aldı. Bir şeyler söylesin diye bekledim. Başka hiç bir şey söylemedi, hiç eleştiri de yapmadı.
Böylece burada da paylaştığım ilk karikatürümü o hafta yani 20.04.1975 tarihli 141. sayıda, ikinciyi de ertesi hafta yayınladı. Üçüncü veya dördüncü karikatürden sonra arka sayfaya geçtim.
Önce ikinci sayfada yayınlanırdı karikatürleriniz, sonra arka sayfaya geçerdiniz, arka sayfadan sonra işler daha da zorlaşırdı, orada uzun süre kalabilirdiniz. Çünkü arka sayfadan sonraki aşama derginin içerisine doğru yol almak demekti. Arka sayfadan bir önceki sayfada yer alan Avni’nin altı, daha sonra Hasbi’nin yanındaki dar sütun ve giderek üçüncü sayfa ve derginin diğer sayfaları size açılır, yani kadroya dahil olurdunuz.
Geçtiğimiz günlerde vefat eden rahmetli Sedat Öztürk yıllar sonra birgün bana, o yıllara ait ilk defa duyduğum bir bilgi aktarmıştı. Rahmetli uzun yıllar amatör bir ruhla çizgisini hiç değiştirmeden karikatürler çizdi. Gırgır’ın arka sayfasında karikatürlerini sıkça gördüğümüz çizerlerden biriydi. Aynı yıllarda aynı yerlerde dolaşmış olmamıza rağmen hiç karşılaşmadık, sadece ismen tanır ve izlerdim.
Kendisiyle ancak son yıllarda çeşitli sergilerde karşılaştıktan sonra tanışma fırsatı bulabildim. Yanıma gelip kendisini tanıttığında eski bir dostu görmüş gibi olmuştum. Yıllar önce Gırgır’ın sayfalarında yan yana karikatürleri çıkmış olan bizleri birbirine bağlayan bağlar o kadar benzersizdi ki; birbirimizle hiç tanışmasak bile yıllar sonra karşılaşıtığımızda yıllardır tanışırmışız gibi koyu bir sohbete dalmaktan kendimizi alamazdık.
Bu sohbetlerimizden birinde anlattığına göre Oğuz Abi benim olmadığım bir Pazartesi Toplantısı sırasında aralarında Sedat Öztürk’ün de olduğu bir grup çizere “İçinizden birini arka sayfadan içeriye alacağım” demiş.
“Biz” dedi Sedat Öztürk, “Heyecanla beklemeye başladık acaba kimi alacak diye… Sonra bir baktık sizi aldı.” İlk defa duyduğum ve yıllarca önemsediği için hafızasında sakladığı bu bilgiyi, bu minik anekdotu işittiğimde haliyle çok mutlu oldum. Ben o sözün söylendiği toplantıda yoktum, olayın bu şekilde cereyan ettiğinin de farkında değildim. Karikatürlerim bir gün iç sayfalarda yayınlanmaya başlamıştı. Bunun başkalarının bilincinde yer eden, sevgiyle hafızasında korunup saklanacak denli önemli bir merhale olduğunu yıllar sonra sevgili Sedat bana özenle gösterip vurguluyordu..
Oğuz Abi ve benzersiz dergisi Gırgır, çok genç yaşlarda bir araya getirdiği, Gırgır mahallesinde top koşturan, adeta çocukluk arkadaşları sayılabilecek olan bizleri derinden etkilemiş ve ortak bir hazzı hep birlikte paylaşmamızı sağlayarak, bundan sonraki hayatlarımıza yön vererek biçimlendirmiştir.
Mühendislik diploması aldığımı duyduğunda “Herkes mühendis olabilir ama herkes karikatürcü olamaz” demişti..
Kırkbeş yıldır karikatürcü olabilmek için çabalıyorum..
Yorucu bir süreçten sonra nihayet üniversite bitmiş, inşaat mühendisliği diploması almaya hak kazanmıştım. Bitirme projeleriyle sayısız sınav ve mülakattan sonra okul ve dersler dışında başkaca hiç bir şeyle uğraşamadan geçirdiğim bu sıkıntılı dönem böylece tamamlanmıştı.
Bu süre içerisinde genç yaşlardan itibaren çokça emek harcadığım karikatürle, okuyucu olmak dışında bütün bağlarımı koparmıştım. Öyle yoğun zamanlarım oluyordu ki mizah dergisi almaya, veya aldığım dergiye şöyle üstünkörü baktıktan sonra okumaya bile fırsat bulamadan bir kenara atıp derslerime kapanıyordum. Fırsat bulup dergileri karıştırdığım zamanlarda ise karikatüre hemen hemen birlikte başladığım arkadaşlarımdan bazılarının ulaştıkları seviye ve müthiş ilerleyişe hem gıpta ile şahit oluyor hem de hüzünleniyordum. Beş yılı aşkın bir süre karikatürden ve mizah dergilerinden uzak kalmış ve bu süre boyunca yapılanları izlemekle yetinmiştim.
Oğuz Abi’nin çağrısına yanıt vererek gelen ilk grup çizerler aslında çok naifti. Çoğu ‘Ben de bir şeyler karalıyorum bir gideyim bakayım’ diye şansını denemek ve hatta keşfedilmek isteyenlerden oluşuyordu. Tamamen Oğuz Abi’nin yönlendirmesine açık, onun gözünün içine bakarak adeta ‘benden bir şey olur mu’ sorusunun cevabını ararlardı. Bu grupların içerisinden çok azı daha sonra devam ederek yetkin çizerler haline geldiler ki onlar da zaten daha ilk geldiklerinde diğerlerinden farklı oldukları belli olan insanlardı. Oğuz Abi bu yetenekte çizerleri görür görmez anlar, onlarla özel olarak ilgilenir; hatta bazılarını odasına masa koydurarak kendi gözetiminde çalıştırırdı.
Çizgi işlerini meslek haline getirenler, gazetelerin, dergilerin çizerleri olarak veya grafik servislerine yerleşerek çok profesyonelce işler ortaya koyanlar, ilk dalganın ardından gelenlerin içerisinden çıktı. Onlar, bir önceki kuşağın naif çabalarını ve ortaya koydukları naif işleri izleyerek yetişmiş ve ardından da neyin nasıl olması gerektiği konusunda kafalarında aşağı yukarı oturmuş fikirlerle dergiye geldiler. Ne yapmaları gerektiğini o kadar iyi biliyorlardı ki, bir süre sonra çok harika, çok zekice, çok profesyonelce işler ortaya koymaya başladılar. Öyle ki Oğuz Abi gün geçtikçe dergiye giren işlerin boyutlarını ufaltmak, daha çok iş sokabilmek için “Gırgır’ımın Kenarı” gibi formüller geliştirmek zorunda kaldı. Artık sık sık “Bu derginin her santimetrekaresi değerlidir” gibi cümleler kurmaya başlamıştı. Ünivesite bahçesinde yalnız kaldığım zamanlarda elime geçen dergilerdeki bu parlak işlere gıptayla bakıyordum. Bu harika işler beni öylesine etkiliyordu ki, farkında olmadan kafamda yeni fikirler uçuşmasına yol açıyorlardı. Kendimi ders sırasında veya kantinde espriler bulurken veya bu tür fikirler geliştirirken yakalıyordum.
İşte ‘Labirent’ fikri bu sıralarda oluştu. Önceleri sadece, farklı finallerle biten çizgi öyküler yapılamaz mı acaba diye düşünüyordum. Hatta ilk başlarda ‘Kendi esprini kendin bul’ mantığıyla ve başlığı altında eğlenceli bir bulmaca şekilde çözmeye çalıştım meseleyi. Boş kaldıkça “Bu fikri nasıl derli toplu, sürekli üretilebilir bir hale getirebilirim?” diye düşünüyor, okuldaki yakın arkadaşlarımla bu fikrimi paylaşmaya çalışıyordum. Onlar da benim karikatürle olan geçmişimi bildikleri için heyecanla anlattıklarımı tüm ciddiyetleriyle dinliyor, hatta çeşitli fikirlerle katkıda bulunmaya çalışıyorlardı.
Üzerinde düşünmeye devam ettikçe bu fikrin ancak aynı sayfada başlayıp biten bir tasarımla gerçekleştirilmesi halinde bir bütünlük kazanabileceğini kavramıştım. Aynı yerden, aynı kareden başlayan bir çizgi öykü, aynı sayfa içerisinde başka başka finallere ulaşmalıydı. Birden ampül yanıverdi, bu ancak görsel olarak ‘Labirent bulmaca’ gibi bir düzen içerisinde mümkün olabilirdi. Okul nasılsa bitmişti ve önümde askere gidene kadar yaklaşık bir seneye yakın boş bir zaman vardı. Askerliğini yapmamış yeni mezun bir mühendis olarak, bir kaç girişimden sonra zaten doğru dürüst bir iş bulmanın da pek mümkün olmadığını anlamıştım. Aynı kareden başlayıp farklı ‘son’larla biten bu öyküler üzerinde çalışabilmem için bu zaman dilimi ideal bir fırsattı.
Önce belli uzunlukta bir çizgi öykü hazırlamakla işe giriştim. Kareleri eşit büyüklükte, basit, çizgi komiği ağırlıklı, az konuşma balonlu, bir veya iki adamdan oluşan uzunca bir çizgi öykü hazırladım. Uzun yapmamın sebebi her hangi bir yerinden rahatça alıp farklı bir yere götürebileceğim, espriyi kolayca çeşitleyebileceğim alternatif bir çok çıkış yeri olabilmesi içindi. Ortaya nasıl bir şey çıkacağını bilmediğim için çok kontrollü bir biçimde ilerlemeye çalışıyordum. Bu ana öykünün farklı yerlerinden çatallanarak üç ayrı final daha buldum. Böylece aynı birinci kareden başlayarak dört ayrı finale ulaşan, bir ağacın dallarına veya köklerine benzeyen bir yapı kurmuştum. Şimdi sıra bu haliyle görsel olarak pek hoş görünmeyen bu yapıyı daha önce kararlaştırdığım gibi ‘Labirent bulmaca’ formu halinde sayfaya yerleştirmeye gelmişti. Fakat uğraştıkça hayal kırıklığı içerisinde bunu gerçekleştirmenin asla mümkün olamadığını gördüm. Hiç uygulanmamış bir fikri ve daha önce hiç denenmemiş bir anlatım tekniğini ilk defa somutlaştırırken karşılaşılan güçlükler hakkında bir fikir verebilmek ve ne zorluklarla vücuda getirildiğini vurgulamak için bütün bu sancılı süreci özellikle böyle detaylandırarak anlatıyorum.
Bu şekilde iş üretmenin pratik ve mümkün olmadığını anlayınca başka bir yol denemeye karar verdim. Aynı birinci kareden başlayarak dört ayrı finali olan on sayfa kadar birbirinden farklı labirent şablonları hazırladım. Bu şablonları hazırlarken her seferinde uyulması gereken bazı kurallar belirledim. Mesela final kareleri asla birbirine bitişik olmayacak, sayfanın dört bir yanına dağıtılacaktı. Ayrıca final kareleri son iki karenin birleştirilmesiyle daha büyük olacaktı. Veya espri bir yerden iki kola ayrıldığında en az iki kare geçmeden yeniden ayrılmayacaktı. Belirlediğim bu kurallar okuyucuya okuma kolaylığı sağlamak ve labirent gibi bir yapı içerisinde kaybolmadan öyküleri takip edebilmesine imkan sağlamak içindi. Bütün bunların yanı sıra her kareye sıra numarası, köşelere takip edilebilecek yönleri işaret eden ok’lar ve kareler arasına kalın, siyah labirent duvarları koymaya karar verdim. Ayrıca öykünün ilk karesine nasıl okunması gerektiğini anlatan bir kaç satırlık esprili bir açıklama yazısı da koyacaktım.
Bu kurallara sadık kalarak ve hazırladığım şablonları kullanarak iki ayrı eskiz hazırladım. Sevinçten adeta havalara uçuyordum, uzun zamandır kafamda olan, gerçekleştirilmesi zor bir fikri somut hale getirebilmenin sevinciydi bu. Nihayet başarmıştım. Labirent formundaki bu öykülere ‘Kendi esprini kendin bul’ başlığını koydum. Artık sıra bu eskizleri yaklaşık 6-7 yıl önce kapısından çıktığım ve bu süre içerisinde hiç adım atmadığım Gırgır’a giderek Oğuz Abi’ye göstermeye gelmişti. Karikatürden ayrı kaldığım bunca yıldan sonra hem ne durumda olduğumu tartmak hem de Oğuz Abi’yi görmek istiyordum.
İçim içime sığmıyordu. Yıllarca kafamda taşıdığım, son iki aydır da masa başında çabalayarak gerçekleştirdiğim ‘müthiş’ buluşumu nihayet Oğuz Abi’ye gösterebilecektim. Ne söyleyeceğini çok merak ediyordum. Labirent eskizlerinin yanı sıra sekiz-on tane de espri bularak Gırgır’a gittim. Bir süre sohbet ettikten sonra “Bir şeyler getirdin mi, ver bakalım” demesi üzerine önce karikatür esprilerini uzattım. Başka bir yazıda bu karşılaşmayı daha detaylı anlattığım gibi, karikatürlerimi dikkatle inceledikten sonra, esprilerimin gelişmeye devam ettiğini ama çizgimin o yıllarda kaldığını ve artık bu çizginin olamayacağını söyledi. Getirdiğim esprilerin hemen hepsini aldı, bir tanesini de çizmem için bana verdi.
Sıra ‘Kendi esprini kendin bul’ başlığı altında hazırladığım labirent çizgi öykülerine gelmişti. Nefesimi tutarak rulo halindeki eskizleri uzattım “Şunlara da bir bakar mısınız?” dedim. Alıp hızla yan masadaki öbeğin üzerine koydu; “Şimdi bakamam, birazdan çıkmam lazım” dedi, aceleye gelmesini istemiyordum “Peki” dedim. Ertesi hafta yeni esprilerle tekrar gittim. Odasına girer girmez gözlerim faltaşı gibi açıldı, eskizlerimin Oğuz Abi’nin arkasındaki büyük panoya üst üste iliştirilmiş olduğunu gördüm. Yine diğer esprilerime baktı, alacağını aldı fakat panodaki eskizlerim hakkında hiç bir şey söylemiyordu. Her iş bittikten sonra “Bunlar için ne diyorsunuz?” dedim. Eskizleri panodan indirdi, uzun uzun bakarak düşündü. “Makina mühendisliği mi okumuştun sen?!” dedi. İnşaat olduğunu söyledim. Tekrar düşündü. “Haftaya gel konuşalım, çocuklarla görüşmem lazım” dedi. Sevinçle odasından çıktım, bu projemin önemli bir iş, önemli bir buluş olduğunu anladığını düşünüyordum. Ertesi haftayı zor getirdim. Yeni bazı esprilerle birlikte adeta uça uça tekrar dergiye gittim. Bu arada gelişmeye devam etmiş dediği esprilerim, ikinci ve üçüncü sayfalarda bazıları kafa iş olmak üzere artık ustalaşan eski arkadaşlarım tarafından çiziliyordu. Oğuz Abi ile haftalık alış verişimizi yaptıktan sonra heyecanla eskizlerim hakkında bir şey söylesin diye bekledim. Yine hiç bir şey söylemedi, eskizler de ortada görünmüyordu. Bu gerilime daha fazla dayanamayıp eskizlerim hakkında ne düşündüğünü sordum.
“Otur şöyle!” diyerek masasının önündeki sandalyeyi gösterdi. Bu her zaman olan bir şey değildi, içimden “Oo! durum çok ciddi” diyerek yavaşça oturdum. İyice gerilmiştim ne söyleyeceğini çok merak ediyordum. Nefesimi tutarak ağzından çıkacak sözleri bekledim. “Çocuklarla konuştuk” diyerek devam etti “Borges’in böyle hikayeleri varmış.” Bu ismi ilk defa duyuyordum, sonradan araştırdığıma göre meğerse o da bu tarz farklı sonlarla biten öyküler yazmış. Şaşırmıştım, Oğuz Abi, Borges’in yazıyla yaptıklarından farklı olarak çizgi öykülerime kattığım ‘Labirent bulmaca’ formundaki görsel buluşumu da görmezden gelerek adeta benim bu yazardan esinlendiğimi ima ediyor gibiydi. Devam etti “Onları” dedi “Orhan’a verdik, o bir şeyler yapacak.” Orhan Alev’den söz ediyordu, eskizlerimin de neden ortada olmadığı anlaşılmıştı. Hiç bir şey söylemedim. Yaklaşık on beş yaşında ilk defa karşısına çıktığım Oğuz Abi’ye zaten karşı bir şey söylemek bizim için pek kolay değildi. Bu Oğuz Abi’yi son görüşüm oldu.
Kararan akşamın alaca karanlığında morgun olduğu yokuştan Gülhane’ye doğru inerken bir yandan da düşünüyordum. Bu öyküleri özellikle bir labirent içerisine yerleştirmenin güçlüklerini çok iyi biliyordum. Yukarıda hangi zorluklardan geçerek gerçekleştirildiğini özellikle detaylandırarak vurguladığım bu iş, maalesef öyle göründüğü kadar kolay değildi. Bu labirent öyküleri hayata geçirmenin bütün zorluklarını aylarca bizzat yaşayarak görmüştüm. Gülümseyerek “Onu benden başka kimse yapamaz!” diye mırıldandım. Gırgır defterini böylece tamamen kapatmıştım. Bu arada askere gidene kadar, “Acaba Orhan Abi ne yaptı?” diye merakla dergiyi alıp heyecanla sayfalarını karıştırmaktan da kendimi alamıyordum.
Sonunda askerlik bitmiş, geri dönüp gelmiştim. Şartlar beni, o sıralar yeni kurulan Hıbır Dergisi’ne alıp getirmiş, çalışanı olarak bir masaya oturtmuştu. Labirent projesini Oğuz Abi’ye gösterdikten bu yana yaklaşık iki yıl geçmişti. Bu süre içerisinde takip edebildiğim kadarıyla Gırgır’da herhangi bir şey yapılamamıştı. Aklımdan aynı projeyi bu sefer de Hıbır’a önermek geçiyordu ama eskizlerim elimde değildi ve yeniden oturup eskiz hazırlamak, aynı sıkıntılara yeniden katlanmak zor geliyordu açıkçası. Aslında amacım bir kerecik olsun bu fikrin benim imzamla yayınlanması ve hiç değilse bu şekilde benim adıma bir nevi tescil olmasıydı. O sırada çok ilginç bir şey oldu, ‘Kader ağlarını örüyor’ derler ya, aynı onun gibi, Orhan Abi Hıbır’a transfer oldu. Yanımdaki boş masayı verdiler, oturup çalışmaya başladı. Bu duruma hem çok şaşırmış, hem de çok sevinmiştim. Düğüm çözülmek üzereydi, fırsat kollamaya başladım.
Bir süre sonra bir sohbet sırasında, yaklaşık iki yıl önce Oğuz Abi’nin kendisine verdiği eskizlerime ne olduğunu sordum. “Ya, onları Oğuz Abi o zaman bana verdi ama, biz onları yapamadık ki!” dedi. Gülümseyerek “Tahmin etmiştim” dedim. “Onlar evde bir yerde duruyor, bulup getireyim sana” diyerek devam etti. Sevinçten havalara uçacaktım. Ertesi hafta sevgili Orhan Abi, birinin köşesindeki kurumuş çamur lekesiyle iki eskizimi de getirerek bana iade etti. O gün yağmurlu bir günde Oğuz Abi’ye götürürken elimden düşerek bir köşesi çamura bulanan ve onca emek az daha heba olacaktı diye çok endişelendiğim eskizlerim nihayet bana geri dönmüştü. Bir iki hafta sonra o eskizlerden biri ‘Kendi esprini kendin bul’ başlığı altında Hıbır’da benim imzamla ve çizgimle yayınlandı. Böylece nihayet emelime kavuşmuş, bunca sene sonra çabalarım ve emeklerim hedefine ulaşmıştı. Bir kere yayınlanması benim için şimdilik yeterliydi, zaten dergide hem yer sıkıntısı vardı, hem de benim böyle bir işi sürekli yapabilecek gücüm ve enerjim henüz yoktu. Sürekli yapabilecek duruma gelebilmem için bir kaç sene daha geçmesi gerekiyordu.
Hıbır kapanmış, devamı niteliğindeki Hbr Maymun dergisinin de son günleriydi. Dergi tiraj sıkıntısı yaşıyordu ve dolayısıyla ekonomik sıkıntılar da baş göstermeye başlamıştı. Çalışanların bir çoğu ek işlerle ayakta kalmaya çalışıyordu. Labirent’i ortaya çıkararak üzerinde tekrar çalışmanın zamanı geldi diye düşündüm ve projeyi o sıralar oldukça popüler olan haftalık Tempo dergisine önermeye karar verdim. Artık nasıl yapılması gerektiğini gayet iyi biliyordum. Hiç zorlanmadan bu derginin ölçülerine göre iki tam sayfaya yayılacak şekilde, yayınlanmaya hazır bir örnek hazırladım. Ekolin mürekkeplerle de renklendirdikten sonra dergi yönetimine sunduğum bu önerim, değerlendirildikten kısa bir süre sonra dergide yapılan küçük bir duyurunun ardından yayınlanmaya başladı. Adı da artık olması gerektiği gibi ‘Labirent’ olmuştu. Yayınlanmaya başlamadan önceki görüşmemizde Tempo’nun Yayın yönetmeni Levent Evkuran, okurların dergi sayfalarını durup okumadan hızla çevirdiğinden dem vurarak, “Okuyucuların senin bu sayfalarında takılarak oyalanmalarını ümit ediyoruz” diyerek köşemden ne beklendiğini açıkça ifade etmişti. Labirent öyküler, bu dergide bir buçuk yılı aşkın bir süre her hafta yayınlandığına göre sanırım bu amaca da hizmet etmiş olmalı. Pek de zorlanmadan her hafta düzenli olarak yapabildiğim öyküler, bu süre sonunda patlayan ekonomik kriz dolayısıyla yayın organlarının küçülmeye giderek telifle çalışan bütün işleri yayından kaldırması üzerine son buldu.
Artık iyice kendime güvenim gelmişti. Kendi buluşum olan ve dünyada örneğinin olmadığına inandığım Labirent çizgi öykülerini ilk tasarladığımdan bu yana yaklaşık on beş sene sonra hiç zorlanmadan rahatça üretebilir hale ulaşmıştım. Sonunda başardığım ve sıra dışı olduğunu düşündüğüm bu işten büyük zevk alıyor ve yaptıklarımın ilgiyle karşılandığına inanıyordum. Çeşitli vesilelerle okuyuculardan aldığım tepkiler ve bana ulaşan geri dönüşler de bu düşüncemi doğrular nitelikteydi. Bir arkadaşımın “Böyle bir buluşla insan emekli olur” deyişini de hiç unutmuyorum. Her ne kadar buralarda işler bu şekilde cereyan etmiyor ve kolay kolay bu sonuçlara ulaşılamıyorsa da, keyifle çalışmaya devam ediyordum.
Bir ara nereden estiyse bir üniversitenin sanat ve tasarım fakültesinde yüksek lisans yapmaya kalkıştım. Labirent çizgi öykülerine öylesine güveniyordum ki, mülakata ‘Labirent’i anlattığım bir dosya ile katıldım. Şimdi sayısını tam hatırlayamadığım, üç ya da dört kişiden oluşan mülakat jürisi dosyamı incelerken bir yandan da kendilerine Labirent’in özelliklerini açıklayıcı bilgiler veriyordum. Bir ara “Bu tamamen benim buluşumdur, dünyada başka örneği yok” dedim. Heyetteki hocalardan biri gergin bir tonda “Nasıl böyle bir şey söyleyebilirsiniz?!” dedi. Ben de “Bildiğim kadarıyla yok, siz biliyorsanız söyleyin, buradaki gibi farklı sonlarla biten bazı yazılı örnekleri var ama görsel olarak labirent bulmaca formu içerisinde yapmak tamamen benim buluşum” dedim. Bunun üzerine aynı hoca asabileşerek “Biraz mütevazı olmak lazım!” dedi. Devam ettim; “Biz” dedim “Böyle bir şey yaptığımız zaman burada, yerelde sıkışıp kalıyoruz. Benim şu yaptığımı Belçikalılar, Fransızlar ya da Japonlar yapsaydı şimdiye kadar dünyayı iki kere dolaşırdı, biz de ‘Vay be adamlar neler yapıyorlar diye yere göğe koyamazdık.” Kısa bir sessizlik oldu. Yavaş yavaş bu mülakattan umudumu kesmeye başlamıştım. Diğer hocalardan bir hanım devreye girdi; “Hakan bey, bizim öğrencilerimiz lisanstan mezun oldukları zaman kafaları biraz karışıktır, biz onları yüksek lisansa alarak bu karışıklığı gidermeye, her şeyi yerli yerine oturtmaya çalışırız. Biz size ne verebiliriz?” dedi. Ben artık iyice umudumu kesmiş ve sıkılmaya başlamıştım. Ağzımdan bir çırpıda “Belki ben size bir şeyler verebilirim” sözcükleri dökülüverdi. Yine bir sessizlik ve “Buyurun, çıkabilirsiniz” dediler. Dışarı çıkarken ‘Her şeyi berbat ettik!’ diye düşündüm kendi kendime.
Birkaç gün sonra istemsiz ve umutsuz bir şekilde ilan edilen sonuçlara bakmaya gittim. Duvardaki camlı panoya bakarken gözlerime inanamadım, adım, yaklaşık 120 kişi kadar adayın katıldığı mülakatı kazanan 10 kişi arasındaydı. Tekrar tekrar baktım, inanamıyordum. Labirent öykülerime güvenmekle ne kadar haklı olduğum bir kez daha ortaya çıkmıştı. Çok sevinmiş ve bir o kadar da gururlanmıştım. O zamanlar mülakattan geçtikten sonra yüksek lisansa başlayabilmek için peşi sıra İngilizce sınavını da geçmek gerekiyordu. Maalesef ‘proficiency’ düzeyindeki bu sınavı geçmeyi bir türlü başaramadığım için bir süre sonra kazanmış olduğum yüksek lisans hakkımı kaybettim. İtiraf etmeliyim ki bu süreç benim için çok enteresan bir deneyim yaşamama sebep olmuştu. Daha sonraları duyduğuma göre bu üniversitede önce İngilizce sınavı yapıp ondan sonra geçenleri mülakata almaya başlamışlar. Doğru olan da buydu aslında.
Tempo dergisinde çizme olanağım ortadan kalktıktan sonra ekonomik krizin etkileri birkaç yıl daha devam etti. Bu arada Hbr Maymun dergisi de yayın hayatına çoktan son vermişti. Sağa sola savrulmakla geçen bu döneme, Hobor, Yırtık Krampon, Kırmızı Alarm gibi çeşitli mizah dergileri çıkarma girişimleri sığıştı. Ama maalesef hiçbiri ayakta kalmayı başaramadı. Bu sürecin sonunda artık elimde yayınlanmış örnekleri de olan Labirent’i, bu sefer Cumhuriyet Gazetesi’ne önermiş ve önerim kabul edilerek Cumhuriyet’in hafta sonu ilavesi olan Pazar Dergi’de yayınlamaya başlamıştı. Başka bir yazıda yine detaylarıyla anlattığım bu süreç böylece iş hayatımda on yılı aşan yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Her hafta yarım gazete sayfası büyüklüğünde yayınlanan Labirent’i artık bilgisayarla renklendirmeye başlamıştım. Yarım gazete sayfası, Tempo dergisinin iki tam sayfasından biraz daha küçük olduğu için kare sayısı mecburen azalmıştı. Bu yüzden öyküleri dört değil de üç ayrı finalle bitirmeye başladım. Böylece öyküler birbirine karışmadan daha rahat okunur hale gelmişti.
Labirent öykülerim yayınlanmaya başlayalı bir kaç ay olmuştu ki, ansızın Oğuz Abi’nin vefat ettiği haberi duyuldu. Çok üzülmüştüm. O gece içimde, kuvvetli bir şekilde, bir yazı yazarak Oğuz Abi’ye veda etme arzusu doğdu. “Güle güle Oğuz Abi!” başlıklı bir yazı yazdım. Suluboya ile bir de Oğuz Aral portre karikatürü çizdim. Karikatürde bir sürü çocuk ona doğru koşarak üstüne başına tırmanıyor ve üzerinden aşarak koşmaya devam ediyorlardı. Bu yazıyı ve çizimi ertesi gün Pazar Dergi editörü Berat Günçıkan’a götürdüm. Şöyle bir göz gezdirdikten sonra yazı ve çizimin o hafta hazırlanmakta olan sayıda kullanılmasını istedi.
Oğuz Abi, karşısına aldığı çocuk yaşlardaki gençlere yıllarca bıkmadan, usanmadan bütün bildiklerini öğretmeye, karikatürcülüğü bir meslek olanak sevdirmeye çalıştı. Gırgır dergisi ile okuyucuları arasından birçok yazar ve çizer çıkararak onları değerli bir uğraş sahibi yaptı. Yeri geldi bir baba, bir abi gibi onların sorunlarıyla ilgilendi. Ve artık devran döndü, o devir geçti, o dergi kapandı, alan aldı satan sattı. Bazıları çok müthiş şeyler yaptı, bazıları çok kazandı, bazıları Oğuz Abi’nin araladığı bu kapıdan koşarak geçti. Bazıları geçemedi, bazıları bakmakla yetindi o kapıdan, öylece dondu kaldı bazıları. Kimine göre Oğuz Aral, geride kendisini de geçen büyük ustalar bıraktı. Nitekim kendisi dahi Ergün Gündüz’e imzaladığı Avanak Avni albümüne “Benden bile iyi çizen….” ifadelerini kondurmuştu. Kimine göre ise bir sürü hırslı açıkgöz bıraktı geride. Ve hepsinden öte, gerçek olan bir şey varsa o da, geride muazzam bir çizgi hazinesi, bir büyük anlayış ve bir ekol bıraktığıydı. Ama kim ne derse desin Oğuz Abi, günahıyla sevabıyla bizim ustamız, Hakkı Devrim’in TV programında kendi ifade ettiği gibi ‘Akıldane’mizdi.
Yazıyı ve Oğuz Aral portre karikatürünü Pazar Dergi’ye teslim ettikten sonra ekin yayınlanacağı pazar gününü beklemeye başladım. Doğal olarak yazımın ve çizimimin hangi sayfada yayınlanacağını bilmiyordum. Pazar günü gazeteyi alıp Pazar Dergi’de yazımın yayınlandığı sayfayı bulduğumda öylece bakakaldım. O hafta Pazar Dergi’nin görsel yönetmeni benim bütün işlerimi aynı sayfada toplamaya karar vermişti. Gördüğüm manzara karşısında bir anda gözlerim doldu, sayfanın üstünde kocaman ‘Güle güle Oğuz Abi’ yazıyordu ve alttaki yarım sayfada ise benim imzamla yayınlanmış Labirent köşesi vardı.
Bir zamanlar Cağaloğlu denildi mi, hemen hemen bütün büyük gazetelerin yer aldığı, bunların yanı sıra kitabevleri, kırtasiyeciler, birçok yayınevi, matbaa ve mücellithane ile devamında Sirkeci’ye, Tahtakale’ye kadar uzanan kırtasiye toptancılarıyla dolu bir büyük bölgeden ve bir rüya aleminden bahsedilmiş olurdu. On dört, on beş yaşlarındaki çizerliğe hevesli ve yetenekli gençlerin rüyalarının peşinde koştuğu sokaklardı Cağaloğlu sokakları.
İşte şurası kapının yanındaki duvarda yer alan etkileyici rölyefiyle Hürriyet Gazetesi, Yan sokakta Kapalı Çarşı’ya giden yol üzerinde Milliyet, beride Gülhane Parkı’na doğru inen yokuşta Günaydın, Gırgır ve Fırt dergileri. Tarihi Sadaret binasının önünden geçerek Bab-ı Âli yokuşunu tırmanır tırmanmaz sağdaki İran Konsolosluğu ile Gazeteciler Cemiyeti arasındaki sokağa girip Erkek Lisesi’nin tarihi binasının önünden geçince önünüzde tüm ağırlığıyla Cumhuriyet Gazetesi. Hürriyet’in karşısında sokağın sonundaki Hürriyet ek binasında hazırlanan, basındaki ilk karikatürümün de yayınlandığı TV’de 7 Gün Dergisi ile yine aynı binada çıkan Çarşaf ve çeşitli dergiler. Hürriyet’in önünden devam edip Kız Lisesi’ni geçtikten sonra yolu kesen, şimdilerde tramvay geçen Alayköşkü Caddesi’nden karşıya Klodfarer Caddesi’ne devam edince çeyrek asırlık Akbaba Dergisi ve karşıya geçmeyip Alayköşkü Caddesi üzerinde sağa kıvrıldığınızda türbeyi geçtikten sonraki ilk sokak olan, Türbedâr Sokak’taki Hayat, Ses ve çocukluğumuzun efsane çocuk dergisi Doğan Kardeş. Ve daha bir sürü irili ufaklı gazete, dergi ve bilumum çeşitli neşriyat.
Bu saydıklarımın hepsi de kapılarını ardına kadar açtılar bize, benim gibi genç heveslilere. Gün oldu götürdüğüm karikatürleri alıp yayınladılar, gün oldu bir masaya oturttular, çalışanları oldum o yayınların. Ve her seferinde benim gibi bir çok arkadaşla tekrar tekrar karşılaşarak, yollarımız tekrar tekrar kesişerek sürdü gitti bu koşuşturma. İşte Uğur Durak’la mesela, yıllarca okuyucusu olduğum, bir an önce okuyup anlayabilmek için daha okula gitmeden uğruna okumayı söktüğüm Doğan Kardeş dergisinde, biribirini takip ederek, önce onun ‘Kafa Kamil’i ardından da benim ‘Zırzop Ali’ yayınlandı genç yaşlarımızda. Yıllar sonra ise bu sefer Hıbır’da yollarımız tekrar kesişmişti Uğur’la.
Babamın tayini çıktığı için orta okulu okuduğum ve üç yıl kaldığımız Ağrı’nın Doğubeyazıt’ında tanıştım ilk defa Gırgır dergisiyle. Yeni çıkmıştı, o yıllarda satılan günlük gazeteler üç gün önceki tarihi taşırdı. Harçlıklarımla bir yandan Süavi Süalp’in tek başına yazıp çizdiği Salata Dergisi’ni, bir yandan da yeni çıkan Gırgır dergisini takip etmeye çalışıyordum. Bir süre sonra evden yasak geldi Gırgır’a ve içindeki “cıbıldaklara”. Bu nasıl dergiydi böyle! Ta oralardan Hürriyet Çocuk Kulübü’ne de üye olmuştum. Bir gün oturdum, haftalık bir çizgi öykü hazırlayıp gönderdim. “Hürriyet” logolu ince uzun bir zarf içinde yine “Hürriyet” antetli bir kağıda yazılmış bir cevap alınca ne kadar çok sevindim anlatamam. Öykünün balonlarını çizginin içine değil de, ayrı bir kağıda yazmamı salık veriyordu sayfa yöneticisi ‘Yıldırım Ağabey.’
Çok değil bundan birkaç yıl sonra Gırgır Dergisi’nin çizeri olma mutluluğuna eriştim. Babam emekli olmuştu ve artık İstanbul’daydık. Cağaloğlu koşuşturmaları da başlamıştı aynı yıllarda. Bir yandan liseye devam ediyor, bir yandan da koltuğumun altına sıkıştırdığım karikatürlerimi yayınlatmak veya ustalara gösterip tavsiyelerini işitmek için çeşitli yayınların kapılarını çalıyordum. Hem ustalardan, hem de yayıncılardan hep ilgi gördük. O zamanlar öyle randevu almak falan yoktu. Kimin kapısına dayandıysak kapıdaki görevli “Genç bir arkadaş geldi, karikatür çiziyormuş” diye yukarıya haber vermesiyle, hep “Gelsin” denilerek buyur edilirdik.
Zamanla bu yayınlarda sayfalar yapmaya, dergiler, ekler çıkarmaya başladık. Bu koşuşturmalarımız sırasında kendimiz gibi hevesli öteki akranlarımızla tanışıp bir araya gelerek beraberce bir şeyler yapabilmenin tadına da varmaya başlamıştık. Kim, nerede böyle ortak yazıp çizebileceğimiz bir ek, bir sayfa olanağı bulursa hemen diğerlerini de çağırır ve bir ekip halinde ‘hünerlerimizi’ sergilerdik. O zamanlar gazetelerin ve dergilerin sayfaları çizgiye ve çizgili işlere bu günle kıyaslanmayacak bir biçimde açıktı. Yapılan işlerin çoğu çok uzun ömürlü olmuyordu ama talep hep vardı ve biz hem çok eğleniyor hem de taş üstüne taş koyarak bu alandaki yeteneklerimizi, yetkinliğimizi geliştirmeye çalışıyorduk.
İşte, yine bir arkadaşımız bizi çağırıyor. Anlaştığı gazeteye günlük bir mizah köşesi yapmak için kolları sıvamış, bir yandan maket hazırlarken bir yandan da ekip kurma gayreti içerisinde. Hemen bir araya geliyoruz, çalışacağımız yer o zamanın büyük gazetelerinden Milliyet Gazetesi. Nuruosmaniye Caddesi’ndeki gazetenin grafik servisinin bize ayrılan bir kaç masadan ibaret bir köşesinde sevinçle toplanıyoruz. Neler yapabileceğimizi tartışırken her zamanki gibi coşkulu ve heyecanlıyız. Yönetime karşı sorumlu arkadaşımız, sonraları rotasını reklamcılığa yönelten, nefis bir çizgi ve çizim tekniğine sahip bir arkadaşımız olan Ali Özbek. Onun da önünde Milliyet Grafik servisinde çalışan karikatürcü abilerimizden Tümer Argın var.
Köşenin adını ‘Makara’ koyuyoruz, başlığın altındaki sloganı ise ‘Dünyayı makaraya alanların sayfası’. Pazar günleri köşe tam sayfaya büyüyor ve ‘Makara Pazarı’ adını alıyor. Kimler yok ki sayfada; Hayatının bundan sonraki bölümünü geçireceği Amerika’ya gitmek için yavaş yavaş hazırlıklara başlayan Ergun Akleman var mesela. Sonra, yine böyle bir yayında tekrar bir araya geldiğimiz Murtaza Gürkan, neşesi ve patlattığı kahkahalarla bizi gazetenin diğer çalışanlarına karşı zor durumda bıraktığına hiç aldırmıyor. Müthiş çizgisiyle Gürcan Özkan var, dahası Emre Ulaş. Büyüleyici çizgisiyle ve illüstrasyonlarıyla tanıdığımız ve imzasını ‘Sencer’ olarak atan Şahin Erkoçak da kadroda. Ne harika karikatür çizgisi varmış meğerse. Bizi kendisine bu çizdikleriyle de hayran bırakıyor. Bir de yeni yeni çizmeye başlayan genç bir arkadaş var, köşe yayınlanmaya başladıktan sonra ben de çizmek istiyorum diye çıkıp geliyor gazeteye. Ali benim esprilerden çizdiriyor, kendi esprilerini de çiziyor, adı Derya Sayın bu yetenekli genç arkadaşın. Esprileriyle bizi destekleyenler de var. Her hafta Gürcan’la espri gönderen Haydar Işık adında bir arkadaş, bir de sayfadaki ufak tefek metinleri kaleme alan Metin adında bir metin yazarımız mevcut.
Büyük bir gazetede olmamıza rağmen imkanlarımız biraz kısıtlı. Karikatürlerimizi çizecek şöhler kartonu bulmakta zorlanıyoruz örneğin. Ama yine de her an gazetenin ünlü simalarıyla karşılaşabildiğimiz bu ortamı seviyoruz. Ayrıca her zamanki gibi yine çok eğleniyoruz. Bazen kendimizi kaybediyoruz, bu anlarda gözümüz yan bölmede ağzında piposuyla ayakta sayfalarını çizmekte olan Tümer Argın’a takılıyor. Biz ne kadar gürültücüysek o da o kadar sakin ve sessiz. Bizimle hiç konuşmuyor, yavaşça sesimizi alçaltıyoruz.
İnsan nasıl rüya görürken rüyada olduğunu bilmezse biz de 14-15 yaşlarımızdan itibaren bir rüyanın peşinde, bilmeden, hevesle eğri büğrü, acemi çizgilerimizi yayınlatmak için bu sokaklarda koşuşturup durduk. Harika arkadaşlıklar kurduk, birbirimizi hem çok kıskandık hem çok sevdik. Gıpta etmeyi de nefret etmeyi de çok yoğun yaşadık. Benzersiz bir hayatın hem en berbat hem de en güzel yıllarını geçirdik hep birlikte. Çok yorulduk, çalışırken çok sabahladık, günlerce uyumadığımız zamanlar oldu. Üstlendiğimiz işleri yetiştirebilmek için sadece biz değil, ailelerimizle birlikte sıkıntılar çektik çoğu zaman. Sabaha karşı çini mürekkebiyle çizimini bitirdiğim sayfamı renklendirmeye geçmeden önce, sıcak yatağından işimin kurşun kalemini silmek için kalkardı sevgili annem. Sırf ben o arada biraz uyuyabileyim, biraz gözlerimi kapatıp dinlendirebileyim diye. Bütün bunlara rağmen o dergileri, o matbaa mürekkebi kokan gazeteleri elimize alır almaz yorgunluklarımızdan eser kalmadı. Yaptığımız işlerin karşısına geçip seyrettiğimizde hissettiklerimizi tarif etmenin imkanı yok elbette. Her seferinde yenilenmiş ve tazelenmiş olarak aynı coşkuyla masamızın başına oturduk tekrar tekrar.
Bu duygularla ve bu yoğunlukla geçen bütün o yıllardan sonra bugün bile hâlâ “Hey gelin, yeni dergi yapıyoruz!” diye seslenildiğini duyduğumuzda, aynı çocukça heyecan ve hevesle yine sesin geldiği yöne doğru koşuşturuyoruz.
Yedek Subay olarak o zamanki ‘Balıkesir Ordu Donatım Okulu’ bünyesindeki bir birlikte göreve başladığım ilk günlerdi. Bir yandan yalnızlığın ve ailemden uzak kalmanın içime çöken kasvetinden kurtulmaya çalışırken, bir yandan da yaşantımın bu ara dönemine kendimi hazırlamaya ve bulunduğum yeni ortama alışmaya çalışıyordum.
O akşam ilk defa nöbet tutacaktım ve dolayısıyla da biraz gergindim. Çam ağaçları arasındaki nöbetçi subayı barakasının yakınında nöbetten gelen erlerin dolu şarjörlerini teslim ettikten sonra tüfeklerinin namlularını içine sokarak boş tetik düşürdükleri, betona gömülü varillerin olduğu bir köşe vardı. Sorumluluk isteyen bu işlemin ‘doldur boşalt istasyonu’ denen bu köşede, Nöbetçi Subay nezaretinde yapılması gerekiyordu. Nöbeti devraldıktan bir süre sonra yardımcım olan er, ilk nöbetçi kafilesinin geldiğini söyleyerek beni doldur boşalt istasyonuna davet etti.
Prosedüre uygun bir şekilde yapılması gerekenleri yaptıktan ve nöbetçi kafilesini koğuşlarına gönderdikten sonra tam barakaya dönüyordum ki birden betona gömülü varillerin biraz gerisindeki beyaz duvarın üzerine asılmış çerçeveli bir takım çizimler dikkatimi çekti. Gündüz bu nöbet yerini uzaktan şöyle bir gösterdiklerinde bu resimleri hiç farketmemiştim. Şimdi ise gecenin ilerleyen saatlerinde ay ışığı altında pırıl pırıl parlayan beyaz duvar ve üzerindeki resimler büsbütün ortaya çıkmıştı. Merakla önüne gittiğim duvardaki çerçevelenmiş çizimleri görünce şaşkınlıkla donup kaldım. Bu çizimler, ‘doldur boşalt’ işleminin hangi sıraya göre ve nasıl yapılacağını anlatan eğitim panolarıydı. Madde madde yapılması gerekenler çizimlerle desteklenerek anlatılıyordu. Buraya kadar bütün bunlar gayet normaldi, beni şaşkınlığa sürükleyen asıl ayrıntı ise bu orijinal çizimleri bizim Galip’in, yani Galip Tekin’in yapmış olmasıydı.
Gecenin bir yarısı, ay ışığı altında kendimi yapayalnız hissettiğim bir çam ormanında, bembeyaz bir duvarda Galip’in çizgileriyle karşılaşmanın içimi nasıl ısıttığını, ilk başlarda hissettiğim yalnızlığı nasıl bir anda yok ettiğini anlatmamın imkânı yok elbette. Sevgili Galip, benden bir dönem önce aynı birlikte bedelli olarak askerlik yapmış ve askerliği boyunca birliğin adeta bütün duvarlarını çeşitli eğitim panolarıyla donatmıştı. Bu inanılmaz tesadüf ve askerliğim boyunca her köşe başında, koridorlarda ve odalarda karşıma çıkan çizimleri sayesinde her yer bana aşinaymış gibi görünmüş, ilk başlarda hissettiğim yalnızlık duygusundan eser kalmamıştı.
Geçtiğimiz yıllarda genç denilebilecek bir yaşta kaybettik Galip Tekin’i. Ortaya koyduklarıyla hayatımıza ve hayallerimize güzellikler katan, güzel insanlardan biriydi. Tıpkı, Murtaza Gürkan gibi… O da genç yaşlarda aramızdan ayrılmış, kahkahası ve kalın çerçeveli gözlüklerinin arkasından kocaman açtığı gözleri ile bakarak bağıra bağıra konuşmasıyla zihnimizde takılı kalmıştı. Çevresindeki insanlara yüksek sesle, isim ve soyadıyla birlikte hitap ederdi. En fazla kendi esprilerini ifade etmeye yetecek kadar çizebiliyordu. Kahkahalar atarak bağıra bağıra anlattığı çetrefilli esprilerinin eskizlerini de genellikle bana çizdirirdi. Bulunduğu ortamlar bir anda gürültüye ve neşeye boğulur, o ortamlarda ilginç bir şekilde türlü komik şeyler vuku bulurdu hep. Bir keresinde Tekin Abi’nin tüm ciddiyetiyle herkesi toplantıya çağırdığı Fırt’taki odasına kulağında takılı unuttuğu gönye ile girmişti. Herkesin sessizce konuşulanları dinlediği bir sırada Tekin Abi’nin gözü Murtaza’ya takılmış ve konuşmasını keserek bakışlarının öylece kilitlenip kalmasıyla toplantının da sonu gelmişti.
Murtaza ile daha sonraları başka yayınlarda da bir araya geldik. Kendisini her gördüğümde içimin aydınlandığını hissettiğim güzel insanlardandı. Tıpkı, Orhan Alev gibi… Sessizce masasında oturarak bir ucundan başlayıp bir sanatkâr titizliğiyle oya gibi işlediği ‘espri düşünme eskizleri’ adeta birer sanat eseri gibiydi. Hiç bir yerinde hiç bir boşluk ve karalama olmadan doldurduğu bu sayfalara eskiz demek zaten imkânsızdı. Bu çizimlerden sekiz on tanesinin de bende olması lazım aslında. Fakat çok kıymet verdiğim bu eskizleri başına bir şey gelmesin diye öyle iyi saklamış olmalıyım ki, bir süredir her yeri didik didik aramama rağmen bir türlü bulabilmiş değilim maalesef. Aslında harika bir çizgisi vardı Orhan Abi’nin, hatta Oğuz Abi zorla çizdirdiği bir kaç karikatürünü dergide de yayınlamıştı. Ama harika eskizler çizen bu insan, iş orijinal çizmeye gelince eli ayağına dolaşıyor, beyaz şöhler kartonun karşısında kilitlenip kalıyordu. Bir kaç defa orijinalden farksız olan eskizlerini alıp öylece yayınlamayı bile düşündüler. Tarama ucuyla yıldızı hiç barışmamıştı bu yüzden ısrar edildiği için çizdiği karikatürleri rapidoyla veya rapido benzeri bir kalemle mürekkepliyordu. Oğuz Abi bir süre sonra çizmesi için ısrar etmeyi bıraktı. Zaten o da bu süre içerisinde çoktan esprici olarak derginin temel direklerinden biri haline gelmişti.
Oturduğu masasında kâh önündeki kağıda çizerek kâh karşıya bakarak sessizce espri düşünürdü. Espri düşünürken o kadar kendisini kaptırırdı ki, bu konuda çok hoş bir hikayesi de vardır: Bir keresinde sandalyesinin arka iki ayağı üzerinde yaylanarak espri düşünürken, birden ‘küüt!’ diye arkası üstü düşmüştü. Düştükten sonra da yattığı yerden tavana bakarak düşünmeyi sürdürmesi üzerine yanında oturanların seslenerek “Orhan Abi, düştün!” diye yaptığı uyarıya istifini bozmadan “Biliyorum” diye cevap vermiş ve sırt üstü yattığı yerde düşünmeye devam etmişti. Böylece her koşulda sürekli espri düşünebildiğini de kanıtlamış oluyordu.
Şaka bir yana Sevgili Orhan Alev’de genç sayılabilecek bir yaşta ansızın aramızdan ayrılıveren güzel insanlardandı. Tıpkı, içimizde güzel duygular bırakarak vaktinden önce aramızdan ayrılan diğerleri gibi. İstiklâl Caddesi’ne her çıktığımda Anabala Pasajı’ndaki o büyülü dükkanına uğramadan geçemediğim Metin Demirhan gibi mesela… Annesi, cenazesine katılan kalabalığı görünce “Oğlumun ne çok seveni varmış meğerse” diyerek acısını bastırmaya, kendisini teskin etmeye çalışmıştı. Sonra, mesela Serdar Gilkal, ‘Lanetliler’ köşesindeki karikatürleri ve bu köşedeki olağanüstü anlatım dili ile kaleme aldığı öykücükleri, ‘Hocu’ ve ‘Kraliça’ gibi ünlemeleri ile şahsen tanışmasam da belleğimde sevgiyle yer edinmiş güzel insanlardandı. Ve burada anılmaya değer daha kimler, kimler…
Galip Tekin ile başlamıştık; Galip’le henüz o uçuk kaçık şeyleri yazıp çizen ‘Galip Tekin’ olmadan çok önce Gırgır’da tanışmıştık. Esprilerimizi ve çizgilerimizi birbirimize gösterip sonra da Oğuz Abi’ye beğendirmeye çalıştığımız dönemlerdi. Evlerimiz şehrin aynı yöresinde olduğu için çoğu akşam işler bittikten sonra dergiden birlikte çıkar, konuşa konuşa Cağaloğlu yokuşunu indikten sonra şimdilerde o eski halinden eser kalmayan Sirkeci Tren Garı’ndaki banliyö trenleriyle evlerimize giderdik. Bazı akşamlar trene binmeden önce garın Avrupa trenlerinin kalktığı bölümündeki büfede ayak üstü bir şeyler içer, o esnada kalkmak üzere olan trenlere ve koşuşturan insanlara bakarak sohbet eder, hayaller kurardık. Böyle günlerden birinde Galip, kalkmak üzere olan bir Avrupa trenine bakarak “Şimdi şu trene atlayacaksın, nereye gidiyorsa oraya kadar gideceksin” dedi. Ben de gülerek “Hakikaten! Bir gün yapmak lazım” dedim. O sırada biraz ilerimizde bir yandan demlenirken bir yandan da konuşmalarımıza kulak kabartan, bizden yaşça büyük çakırkeyif bir abimiz, bardağını şişesini alıp yavaşça yanımıza sokuldu “Bi dakka!” dedi kaykıla kaykıla, sözcükleri ağzında yuvarlayarak “Bi dakka! Sen gül gibi vatanını bırakıp da nereye gidiyorsun?!” Ortalık birden buz gibi oldu. Ben şaşırarak, ‘Yok abi yanlış anladın’ gibi bir şeyler söylemeye hazırlanırken Galip net bir şekilde “S.. l..” dedi. Ben, ‘Eyvah kavga çıkacak’ diye daha çok endişelenirken birden hiç ummadığım bir şey oldu, o çok kararlı ve ilkeli bir şekilde yanımıza yanaşan abinin birden hızla tornistan yaparak süt dökmüş kedi gibi “Pardon abi, kusura bakmayın abi, afiyet olsun abi” diyerek bardağını şişesini alıp usulca büfenin öteki köşesindeki yerine geri dönüşüne şaşkınlıkla bakakaldım. Galip ise içeceğinden bir yudum daha içtikten sonra sakin bir şekilde “Bunun gibi yavaşça yanaşıp lafa karışanları baştan hiç konuşturmayacaksın, yoksa burada yapışır kalır bütün gece onu dinleriz” diyerek duruma açıklık getirdi. Bu raconları bilmiyordum, hem çok şaşırmış hem de çok gülmüştüm.
Vefat haberini alınca o günleri ve daha bunun gibi pek çok anekdotu hatırladım. Sonraki yıllarda, artık iyice ünlendikten sonra bir karşılaşmamızda kendisine şakayla karışık; “Bu senin çizdiğin uzayda uçan adaları Enki Bilâl de çok çizmiş zamanında” diyerek takılmamı tüm ciddiyetiyle “Uzayda uçan adalar çizmek bütün fantastik öykü çizerlerinin hayalidir” diye cevaplayınca susmak zorunda kalmıştım. Pek denenmemiş bir alanda, çok başarılı işler ortaya koyan bu yetenekli arkadaşımız ve çoğu vaktinden önce aramızdan ayrılmış, burada anamadıklarımızla birlikte o güzel insanlar, kuşkusuz çok daha başarılı işlere imza atmaya devam edeceklerdi.
Daha önceleri hiç çalışmadığım ve bilmediğim bir alandı. Fakat uzun zamandır ilgimi çekiyor ve ortaya konan ürünleri ilgiyle takip ediyordum. Hbr Maymun Mizah Dergisi’nde çalıştığım dönemlerdi. Derginin yayın kurulu üyelerinden Ergün Gündüz, kendisine böyle bir teklif geldiğini ve dergi çalışanlarından Zafer Temoçin ile birlikte üç kişilik bir ekip halinde bu dizinin senaryosunu yazmamızı önerince bu fırsatı kaçırmak istemedim. Ne zamandır ilgimi çeken bu alanda da bir şeyler yapmak için fırsat kendiliğinden ayağıma gelmişti.
Bir kaç gün içerisinde yapımcı kuruluşun detayları görüşmek için çağırdığı toplantıya gittik. Bizi prodüksiyon temsilcisi Nalân Hanım karşıladı. Esprilerin ve şakaların havada uçuştuğu kısa tanışma faslı sırasında “Çocuğuma bakmam lazım” diye yan odadaki telefona yönelmesi üzerine Ergün ile Zafer’in aynı anda “Çocuk içeride mi!” diye sorması kadıncağızın çok komiğine gitmiş, güzel bir başlangıç olmuştu. Böylece hep birlikte toplantı odasına yöneldik. İçeri girdiğimizde yalnız olmadığımızı, toplantı masasının etrafında bizi bekleyen başkalarının da olduğunu gördük. Yapımcı şirket sadece bizi değil, başka yazarları da toplantıya çağırmış ve hepimizden karma bir ekip oluşturmak istiyordu.
Hep birlikte masanın etrafında toplanarak konuşmaya başladık. Fakat toplantı salonuna girerken bir şey dikkatimizi çekmişti, bu arkadaşlardan bazıları bizi görmekten pek hoşlanmadıklarını saklama gereği bile duymamışlardı. Nitekim bu arkadaşlar, toplantının ilerlemesiyle birlikte Ergün’ün aynı zamanda ekip başı olacağını da öğrenir öğrenmez “Biz bunu da, başka bir ekiple çalışmayı da kabul edemeyiz” diyerek masayı ve toplantıyı terketmişlerdi.
Bizim için çok şaşırtıcı bir durumdu. Daha henüz adım attığımız, hakkında hemen hemen hiç bir şey bilmediğimiz bir sektörde birden bire karşılaştığımız bu tavıra hiç bir anlam verememiştik. Dizi sektörüyle ilgili duyduklarımız yarım yamalak kulaktan dolma şeylerden ibaretti. Yok efendim bir yere senaryonuzu vermeden mutlaka bütün sayfalarıyla birlikte notere adınıza tescil ettirin veya, birisi bir yere teklif vererek senaryosunu teslim etmiş de cevap beklerken bir televizyon kanalında kendi senaryosunun bire bir aynısını dizi olarak oynadığını görmüş falan. Bunun gibi şehir efsanesi tadında söylentileri hep duyardık.
Masayı terkeden arkadaşların şaşkınlığını atlattıktan sonra bir durum değerlendirmesi yaptık. Projeyi sürdürebilmek için biz ve gidenlere katılmayan, daha sonraki yıllarda senaristliğin yanı sıra oyunculuk da yaparak yoluna devam eden Faruk Karaçay kalmıştık. Galiba adını hatırlayamadığım bir arkadaş daha vardı. Bu dizinin senaryosunu yazabilmek için bu kadronun yeterli olduğuna karar vererek toplantıyı sona erdirdik.
Yapımcı ile ilk toplantımızı yaparak anlaşmış ve bu komedi dizisinin senaryosunu yazma işini üstlenmiştik. Dergiye dönerek bu sefer de kendi aramızda toplantılar yapmaya başladık. Önce kendimize bir isim bulmamız gerektiğini düşündük. Yazı grupları genellikle bu şekilde bir yol izliyorlardı. Aslında senaryo ekipleri kalabalıksa böyle yaparak jeneriğe herkesin adını tek tek yazmaktan kurtulmuş oluyorlardı. Yazı grubumuza ‘Düşler Çekmecesi’ ismini uygun gördük. İddialıydık, bu işten sonra başka projelerde de birlikteliğimizi sürdürecektik.
Senaryosunu yazacağımız dizinin oyuncuları daha önce başka bir kanalda ‘Dokundur’ adını kullanarak parodiler yapıyorlardı. Yapımcı bizim hazırlayacağımız yeni projede bu isme de atıfta bulunulmasını istiyordu. Böylece yeni dizi hem bir yandan eski diziyi çağrıştıracak hem de yeni bir konseptle yola çıkılmış olacaktı. Bu veriler ışığında çalışmaya başladık.
Düşünüp taşınarak hazırladığımız senaryoya göre olaylar bir mizah dergisinde geçecekti. En iyi bildiğimiz ortamlar mizah dergisi ortamlarıdır diyerek, işi riske atmadan kolay malzeme çıkarabileceğimizi düşünmüştük. Derginin ana karakterleri başta asabi yönetici Vural Dural ve onunla didişen, sinirini bozan belalısı konumundaki çaycı Hıdır ile diğer dergi çalışanları, yazar ve çizerlerden oluşuyordu. Hepsi bundan ibaret değildi. Dergide olaylar cereyan ederken kamera arada bir masalarında çalışan çizerlerin karikatürlerine zum yapıyor ve birden o karikatür canlanarak parodi haline dönüşüyordu. Böylece monotonluğu kırarak dizinin zenginleşmesini sağlayacaktık. Bu aksiyon bu gün bakıldığında sıradan bir fikir gibi görülebilir ama yaklaşık yirmi beş sene öncesi için enteresan bir fikirdi bana göre. Bu şekilde derginin ve dizinin adını yapımcının da arzusunu dikkate alarak ‘Dokundur Mizah Dergisi’ koyduk.
Hbr Maymun dergisinde akşamları işlerimizi bitirdikten sonra bir masa etrafında toplanarak senaryo üzerinde çalışmaya başladık. Bir mizah dergisinde oturarak başka bir mizah dergisinde geçen olayların senaryosunu yazıyorduk. Atilla Atalay bir yerden elimize geçirdiğimiz pipolara bakarak “Oo! Senaryo ekibine pipo dağıtıldı demek ha!” diye takılırken, diğer arkadaşlar da çeşitli şekillerde bizimle eğlenmekten geri durmuyorlardı.
Ben hayali derginin iç mekanında geçen, önceden kararlaştırdığımız olayları, diyalogları yazmayı üstlenmiştim, Zafer’de zum yapılan karikatürlerden geçiş yapılan parodileri kaleme alıyordu. Faruk’ta aynı şekilde bizden bağımsız olarak bu parodilerden yazıyordu. Dergide çalışmadığımız akşamlar Zafer’le evlerimizden telefonlaşıyor, dakikalarca süren bu konuşmalarda espriler havalarda uçuşuyordu. Bazı geceler ise dergide kalıp sabahlayarak yazdıklarımızı bilgisayarda temize çekip, yazıcıdan çıktılarını alıyorduk. Bu şekilde dizinin ilk iki bölümünü yazarak yapımcıya teslim ettik. Onlar da daha önce senaryo hakkında kendilerine yaptığımız bilgilendirme doğrultusunda dizinin çekileceği stüdyoyu ve kast’ı hazırlayıp belirlemişlerdi.
Bu arada yapımcı diziyi yayınlaması için kanal D ile anlaşmış, hatta Hürriyet’in Kelebek eki’nde dizi oyuncularıyla röportajlar yapılarak tanıtımı ve yayınlanacağı tarih ilan edilmişti. Basına dağıtılacak fotoğraflarda kullanılmak üzere, ellerine alıp poz versinler diye kendi karikatürlerimizden oluşan bir dergi maketi bile yapmıştık. Her şey yolunda gibi görünüyordu, hem eğleniyor hem de bilmediğimiz bir mecrada olup bitenleri ilgiyle izliyorduk. Bir hafta sonra yazdığımız ilk bölümün çekimini tamamlayarak videosunu gönderdiler. Seyretmemizi ve bir problem varsa bildirmemizi istiyorlardı. Gönderilen videoda ufak tefek hatalar dikkatimizi çekmişti, mesela duvardaki tabloyu çeken kamera başka tarafa yönelip tekrar geri döndüğünde tablo yamulmuş oluyordu. Önemsiz gibi görünen bu tip hatalarla dizinin genel akışı ile ilgili düşüncelerimizi bir rapor ile yapımcıya ilettik.
Birinci bölüm ilan edildiği gün yayınlandı ve oldukça iyi bir reyting aldı. Bu arada biz üçüncü bölümü yazmaya başlamıştık. İkinci bölümü zaten birinci bölümle birlikte yazıp göndermiştik. Biz üçüncü bölümü yazarken onlar da ikici bölümün çekimini bitirmiş ve seyretmemiz için onun da videosunu göndermişlerdi. Bu çekimde bazı tuhaflıklar dikkatimizi çekmeye başladı. Bazı aktörlerin senaryoda yazılan diyaloglara bire bir uymadıklarını farketmiştik. Adeta diyaloğu okuyor ve kendi cümleleriyle doğaçlama bir şekilde oynuyorlardı. Hep böyle mi yapılırdı bilmiyorduk ama bu durum bizi oldukça rahatsız etmişti. Gönderilen kasedi dikkatle seyrederken iyice afalladık. Oyuncu kendi diyaloglarını öyle bir harmanlayarak oynuyordu ki seyirciyi meraklandırmak için ileriki bölümlerde ortaya çıkması gereken, o aşamada söylenmemesi gereken bir bilgiyi oyunun ortasında pat diye söyleyiveriyordu. Çok canımız sıkılmıştı. Bu konuda bir şeyler yapılması ve bu duruma müdahale edilmesi gerekiyordu. Yapımcıdan toplantı isteyerek bu konuyu yüz yüze konuşmaya karar verdik. Fakat hiç beklemediğimiz bir şey oldu. Biz toplantı isteğimizi iletemeden, yapımcıdan bizi şaşırtan tuhaf bir haber aldık. Prodüktör temsilcisi Nalân Hanım, oyuncuların başka bir kanal ile anlaşarak gittiklerini haber verdi. Kulaklarımıza inanamadık. İyi bir reytingle iyi bir kanalda iyi bir saatte yayına başlayan bu dizinin neden bu şekilde bırakıldığına hiç bir anlam verememiştik. Çok şaşırtıcı bir durumdu. İlk defa böyle bir işe kalkışan bizler için de çok büyük sürpriz ve hayal kırıklığı olmuştu.
İster istemez üç bölümü yazılan, iki bölümü çekilen bir bölümü de yayınlanan bu işi sonlandırmak zorunda kaldık. Büyük bir hevesle adım attığımız bu sektörde daha işin başında boyumuzun ölçüsünü almıştık. Yeniden, başka bir yerde, başka arayışlar içerisine girmek ise hiç içimizden gelmiyordu açıkçası. Çalıştığımız Hbr Maymun Dergisi’ndeki her zamanki işlerimize dönmüştük ki; kısa bir süre sonra bir haber aldık. Kemal Gökhan “Siz senaryo yazıyormuşsunuz, bizim elimize de böyle bir iş geldi, gelin konuşalım bu işi birlikte kotaralım” diyerek Zafer’le beni ajansına çağırıyordu. Bir an tereddütte kaldık. Açıkçası yeniden bir hayal kırıklığı yaşamak istemiyorduk, buna rağmen yine de gidip konuşmaya karar verdik.
Zafer’le birlikte Gökhan’ın Ender Özkahraman ile birlikte çalıştığı Tünel’deki ‘Mucizeler Dükkanı’ adını verdiği ajansına gittik. Gökhan’ı uzun zamandır görmemiştim, Zafer’le tanışmıyorlardı. ‘Mucizeler Dükkânı’ ve ‘Düşler Çekmecesi’ isimleri arasındaki yakınlığa da gülüşerek başımızdan geçen senaryo maceramızı anlattık. Gökhan aslında çok yoğun olduklarını ama babası ünlü yapımcı ve yönetmen Muharrem Gürses’in prensip olarak gelen hiç bir işi reddetmediğini, kendisinin de aynı yolu izleyerek bu işi kabul ettiğini ve hep birlikte bu işi yapabileceğimizi söyledi. Bir süre daha hoş beşten sonra konunun ayrıntılarını konuşmaya başladık. Konuşma ilerledikçe çok komik bir şey oldu. Birlikte yazacağımız senaryonun başka bir kanaldan gelen bir grup oyuncu için istendiği ortaya çıktı. Evet, bunlar bizim oyunculardı. Gülerek ayağa kalktık ve; “Yok, biz bu sefer almayalım siz isterseniz devam edebilirsiniz” diyerek Zafer’le birlikte arkadaşlara veda ettik. Dizi sektörüne ise zaten çoktan veda etmiştik.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.