34,7564$% 0.05
36,5035€% -0.12
44,0650£% 0.07
2.962,53%0,42
2.650,94%0,35
9.913,46%0,88
“Open” olayının (bkz. Geçen macera) üzerinden iki hafta geçmişti. Şenol’un abisinin evinde saklanıyorduk. Mahallelinin korkusundan iki haftadır evden çıkamıyorduk. Şenol’un abisi sahaftı ve entel bir insandı. Evin her yeri eski kitap doluydu. Salonda, koridorda, mutfakta, banyoda, helada oraya buraya yığılmış kafam kadar kalın kitaplar vardı. Şenol sabahtan akşama kadar internette çet, vebkem peşindeydi. Benim internetle aram yoktur. Şenol’un abisinin evinde televizyon falan da olmadığından, bir süre sonra haliyle kitap okuyan bi insan olup çıktım. Çizgi romanlardan başlayıp, macera, polisiye falan derken inceden felsefe kitaplarına bile girmiştim. Sokrates, Platon, Aristo…
Mesela Aristoteles dediğin, “sevmek acı çekmektir, sevmemek ölmek” kafasında, gayet arabesk bi adamdı. Platon ise değişime inanıyordu ve “kalbim kapalı aşka ama sen gelirsen başka” tadında takılıyordu. Bu hesaba göre esas “platonik” olan Platon değil Aristo’ydu. İşsizlikten, sıkıntıdan bütün gün böyle entel mevzular düşünen bi insan olup çıkmıştım. Sızana kadar kitap okuyordum. Bir akşam yine böyle sızmışken, aynen şöyle bir rüya gördüm. Dinleyin bak çok acayip.
Rüyamda Aristo’ymuşum. Eski Yunan’daymışım. Çarşaflarla tunikler giyinmişim, Platon’un felsefe okulu, meşhuuur Akademia’nın bahçesindeymişim. Okuldaki ilk günümmüş. Sonra bi baktım bu Platon, sakalını düşünceli düşünceli sıvazlayarak geliyor. Bi yandan da çekirdek çitletip kabuklarını oraya buraya tümkürtüyor. Ben o zamanlar genç Aristo’yum tabi. Platon hocaya saygımız büyük. Hemen yanaştım.
“Hocam… Şey… Ünlü Platon siz misiniz?”
Platon sakalını sıvazlayarak, “Yok… Suavi ben.”
Anlaşılan bu Platon aynı zamanda çok şakacı biriymiş. “Heyecanımı bağışlayın hoca” dedim. “Ben yeni öğrenciniz Aristo.”
“Öyle miii? Hoşgeldin Arto’cuğum.”
“Aristo, ismim hocam. Heh heh… Hocam sizi düşünceli gördüm biraz. Hayırdır?”
Belli ki hocaların hocası, meşhuur Platon yine felsefi meseleler üzerine dalmış gitmişti. Fakat hoca sakalını iki sıvazladıktan sonra, “Bi manita olayı var da…” dedi. “Yılan gibi bi şey. Görsen böyle her yanı ayrı oynuyo”.
Doğrusu apışıp kalmıştım. “Hocam valla ne yalan söyleyeyim. Sizi böyle düşünceli görünce… Ne bileyim… Önemli mevzular hakkında falan düşünüyosunuz sandım.”
Platon, kolumu dostça kavrayarak, yediği çekirdeğin kabuğunu suratıma tümkürdü. “Ulan bundan daha önemli bir mesele var mı!?” dedi. Ben cevap veremeyince, kolumu sıkmaya başladı. Tırsmıştım. “O da doğru be hocam. Heh heh…” diyebildim. Hoca kolumu bıraktı ve tekrar düşüncelere dalarak, “Kız Smrynalıymış.” diye mırıldandı. “Kız İzmirli miymiş? Yapma beehh… İsmi ne?” dedim yavşakça bir edayla. Aniden rahatlayınca niyeyse yavşaklaşmıştım hocaların hocasına karşı.
“Melisa” dedi hoca kulağını karıştırıp beyaz tuniğinin üstüne sürerken. “Hadi yaa” dedim yavşaklık seviyemi koruyarak. “Hocam Akademia giriş sınavında İzmirli bi kızla tanışmıştım. Onun adı da Melisa’ydı.”
“Oha tesadüfe bak…” dedi Platon. Oha deyişinde 60 yaşına bir zamparanın heyecan ve samimiyetten uzak tavrı vardı. “Senin kızın gözleri ne renk?..”
“Bilmiyorum hocam. Gözlerine bakamadım daha. Kızın gözlerine bakan taş kesiliyormuş. Agora'da konuşurlarken duydum.”
Hocaların hocası karşıdaki açık tuvalete doğru giderken “Tsahah hahah” diye gülüyordu. Tuniğini sıyırdı ve gözlerimin içine bakarak sıçmaya başladı. “Oğlum senin o dediğin Medusa. Kızları karıştırmışsın sen. Mitoloji öğretmediler mi sana ilkokulda?”
Hocaların hocasının sıçışını seyretmek niyetinde değildim. Kafamı öte tarafa çevirdim. “Yok hocam biz taşralıyık. Köy mektebinde okudum.” Hoca işini bitirmişti. Tuniğini düzeltirken, “Ohoo işimiz var seninle… Yavrum kızı bu kadar seviyosan gidip konuşsana?” dedi.
“Olmaz hocam.” dedim heyecanla, “Ben sizin öğretilerinize sıkı sıkıya bağlıyım!”
“Neymiş ulan benim öğretilerim?”
“Uzaktan sevmek hocam. Aşkların en güzeli. Şarkısı da var. Seni uzaktan sevmeek aşkların en güzelii. Alıştım hasretine gel desen gelemem kii…”
Hocaların hocası sesimin yanıklığından etkilenmiş olacak ki derin bir iç çekti. “Gönül Yazar güzel söyler onu. Bak o da Smyrna'lıdır ha… Ama fazla kaptırma böyle şeylere yavrum. Psikopat olursun.”
Kafam karışmıştı. “Benim biraz kafam karıştı hocam.” dedim, “Siz demiyor musunuz, fiziki dünyada her şey gelip geçicidir. Onları asla fiziksel olarak kavrayamayız. Uzaktan izleyerek, aklımız ve ruhumuzla kavrayabiliriz.”
O anda hocaların hocasının yüzü değişti. Suratıma, bir boka bakıyormuşçasına acıyarak bakıyordu. Ani bir hareketle belimden kavrayıp sıkmaya başladı, “Oğlum saçmalama! Genç adamsın! Kızı aklınla mı kavrayacan? Tutacan şöyle belinden!..”
Hem tırsmış hem hayal kırıklığına uğramıştım. Ama daha çok tırstım diyebilirim. “Aman hocam neler söylüyorsunuz? Ben sizin felsefenizin platonik takılmak olduğunu sanıyodum.”
Platon ani bir hareketle tuniğini kaldırarak kıçını gösterdi. “Kıçımdaki kılları görüyo musun? Ulan ben seksen yaşında adamım! Sen bana ne bakıyosun. Tabi ki Platonik takılıcam!”
Hakkaten de kıçının kılları komple ağarmıştı hocaların hocasının. Ayrıca belli ki inceden kafayı yemeye de başlamıştı. Daha fazla dayanamadım.
“Var ya şu an size ve okulunuza olan güvenim tamamen yerle bir oldu hocam. Kusura bakmayın da… Platoncu felsefeye tamamen ters konuşuyorsunuz.”
“Ama yavrum sen de Platon'dan çok Platoncu olmuşsun… Platon benim ulan zaten! Ben uydurdum bu felsefeyi! Sana n’oluyo manyak?”
“Kusura bakmayın hocam” dedim, "Ben güzele güzel demem güzel benim olunca."
Hocaların hocası babacan bir tavırla, “Bak yavrum sen benim kitabımı tamamen yanlış anlamışsın. Ben platonik takıl demiyorum, platonikmiş gibi takılacan diyorum. Tamam, aşkını belli etmeyecen. Ama bi yandan da yılan gibi mevzuyu ağır ağır ilerletecen!”
Anlar gibi olmuştum ama tam da anlamamıştım. “Yılan gibi derken? Kafam karıştı hocam”
“Hay ben senin kafanı… Bak evladım. Aşk, bir mesafe daraltma oyunudur. Sabır ister. Ağır ağır daraltacan mesafeyi. Yılan gibi. Tıssss…”
Meseleyi aniden kavramıştım. “Şu an aydınlandım hocam inanır mısınız! Ay bak tüylerim nası diken diken olduuu! Diken diken oldum hocaaam!”
O an uyanmışım. Şenol karşımda duruyordu. “Abi sen iki haftadır evde kitap okumaktan kafayı yemeye başladın. Hadi çıkıp biraz hava alalım artık” dedi. Tüylerim hakkaten diken diken olmuştu. Ama mesajı almıştım. Hayatta platonik takılmak işe yaramıyordu. İnceden işe koyulmanın vakti gelmişti.
Denizci Alpay Ocak çiziyor: Endonezya’da AIDS’li şırınga!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.