DOLAR

34,0858$% 0

EURO

37,8833% -0.12

STERLİN

45,1356£% -0.04

GRAM ALTIN

2.798,53%-0,14

ONS

2.558,65%0,00

BİST100

9.774,49%0,17

İmsak Vakti a 05:14
İstanbul HAFİF YAĞMUR 23°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Metin Fidan’dan bir öykü: Manyetik Rezonans

ad826x90
ad826x90
ad826x90

   Bileğimin üzerinde çok rahatsız edici bir ağrı vardı sayın okurlar. Rahatsızlığı fiziksel anlamda söylemiyorum; insanın bileğinde bir ağrı meydana gelmesini nedense saçma bulmuştum ve bu yeni duygu beni rahatsız ediyordu. Herkes gibi benim de başım, dişim, boğazım, dizim veya göğsüm ağrımıştı, ama ilk kez bileğim ağrıyordu! Oluyordu demek ki. Şu insanoğlunun ağrımayan bir yeri yoktu galiba. Aynı şu an sizin karşınızda lafı uzattığım gibi, o konuda da oyalandım, eğlendim, doktora gitmeyi erteledim. Baktım ağrı dayanılmaz bir hâl alıyor, hafta içi bir gün hastane yoluna düştüm. Sıram geldi, içeriye girdim.  

ad826x90

   Doktor, “Sağ elinizi çok kullanmışsınız, doku zedelenmesi olmuş. Bir süre sağ elinizi kullanmayın, dinlendirin,” dedi. 

   Şimdi işi gırgıra vuran bazı okurlar, bu çok kullanılan el olayını çirkin bir noktaya bağlamak isteyebilirler. Aslına bakılırsa kimseden çekindiğim yok, bekâr, yetişkin bir erkeğim, sağ elimi veya sol dirseğimi istediğim her alanda kullanabilirim. Sonuçta bu elle kimselere zarar vermiyorum, ayrıca kazın ayağı öyle değil, bilgisayarın başında çok fazla durduğum için bileğimin başına bu gelmişti. Farkındayım, açıklamam gene yeterli olmadı. Vallahi, kimseye izahat vermek zorunda değilim. Öykü yazıyorum burada arkadaşlar, itirafnâme değil! Her neyse, bileğimdeki ağrı geçmeyince, doktorun söylediği şekilde bir hafta sonra tekrar hastaneye gittim: 

   “Kas gevşetici yazıcam fakat işe yaramayabilir. Bir emar çekip bakalım en iyisi,” dedi.

ad826x90

   Hastahane ve hasta çevrelerindeki meşhur kısaltmasıyla M.R. (Manyetik Rezonans) olarak bilinen bir görüntüleme yöntemi. Tomografiyi, ultrasonu duymuştum, buna ilk defa binecektim. Yani içine girecektim. İçine girip yatılan uzun bir makineymiş ve çok sırası varmış. On iki gün sonrasına anca sıra verdiler. 

ad826x90

   O gün geldiğinde yıkandım süslendim, devlet hastanesinin yolunu tuttum. Her hastaneye gittiğimde, her minibüse bindiğimde yaptığım gibi, önceden pırıl pırıl yıkanırım! İnsanların içine çıkarken temiz olmak gerekir. Koku da bir maddedir. Bir insanın kafasına nasıl taş maddesiyle vuramazsanız, bedeninizden yayılan moleküllerden oluşan koku maddesini de onun burnuna atamazsınız. En düzgün kıyafetimi giyip üzerine kemerimi taktım, çantamı omzuma astım, yola çıktım. 

   Modern hastaneler inşaa ettik, içlerine bilgisayarlar, renkli düz ekran televizyonlar, ışıl ışıl yanıp çin çin öten sıra makineleri koyduk, ama nedense yol gösteren tabelalar yapmasını öğrenemedik. Bahçede, direklere asılı bir sürü karmakarışık yazı bulunsa da, içlerinde MR servisinin nerede olduğunu gösterecek tabelayı bir türlü göremiyordum. En belirgin ve kocaman yazı, “3 liraya Ayran + Sosisli” satan kafeteryanın tabelasıydı. Oflayıp puflayarak biraz daha bakındığımda, bir ağacın üzerinde MR harflerini gördüm, o yöne hareketlendim. 

   Tenha bir koridorun sonuna kadar yürüdüm, oradaki açık kapıdan içeriye girdim. Bu muayeneyi yaptırmak için önceden zaten randevu sırası alındığından, içeride başka bir sıra yoktu. Makinelerin bulunduğu odadan dışarıya çıkan bir hasta gördüm sadece. 

   Ortada bir yerde dikilip durdum. Mavi kıyafetli bir hemşire önümden yürüyüp geçti. Beni görüp görmediğini bilmiyorum, yüzüme bakmamıştı. Çıkan hastanın da yüzüne hiç bakmamıştı. Adamcağız, kızın uzatıp verdiği zarfı tutarken, galiba birşey de sormak istemiş, dudakları kıpırdanmış, ama buz gibi görevlinin karşısında buna cesaret edemeyerek boynunu büküp ayrılmıştı. 

ad826x90

   Benim safça hemşire diye nitelediğim, fakat aslında “makine görevlisi” dememiz gereken bu genç kadının ilgiyle baktığı tek şey, sürekli elinde tuttuğu telefonuydu. Aynı renk kıyafet giymiş başka bir makine görevlisini de, koridorda gelirken, bahçeye açılan küçük bir balkonda görmüştüm. O da telefonuna gömülmüş kurcalıyordu. Galiba moladaydı. 

   İş başındaki görevli kız ise, gene yüzüme bakmadan, parmağıyla küçük bir bölmeyi işaret etti, “Özel eşyalarınızı oraya…” dedi, arkasını döndü, telefonuna bakarak yürüdü. Tamamlamaya gerek görmediği cümlesinin sonundaki “bırakın” kelimesi neyse ki tahmin edilebilir birşeydi. Çantamı ve kol saatimi çıkarıp, içerideki kutuya bıraktım. Sonra soyundum. Çizgi film karakterleri desenlerinin bulunduğu iç çamaşırımla dışarıya çıktım. Yaşım kırkı geçtikçe artık böyle şeylerden nedense utanmıyordum. Nasıl olsa donum çok temizdi, ayrıca bir hastanedeydik.

   Görevli kız, nihayet bana baktı. Hem de dik dik. “Sadece elinizin emarı çekilecek. Soyunmanıza gerek yok,” dedi.

   Gidip küçük bölmeye girdim. Çıkardıklarımı tekrar giydim. Hayır yani, önceden söylemesi gerekirdi bence. Hiç hoşlanmamıştım bu kızdan. Allahın her günü tomografi ya da MR çektirmiyorum ki, nereden bileyim tamamen soyunulmayacağını. Hiçbir bilgi vermiyorlardı, ağızlarından kerpetenle bile laf alınabileceğini sanmıyordum. 

   Pantolonumu giyip dışarıya çıktım. Eliyle makineyi işaret etti, oraya yürüdüm… Ayakkabılarla uzanmak olmazdı sanırım. Peki ya çoraplar? Kendim tahmin etmek, o gıcık görevliye birşey sormak istemiyordum. (Onların da canına minnet olan şey buydu! Çok akıllıca ve hatasız davranmamızı, herşeyi doğru tahmin etmemizi istiyorlardı, böylece konuşmayacaklar ve çeneleri yorulmayacaktı.) Sanki bir yarışmadaymışım gibi risk aldım, ve ayakkaplarımı çıkarmamaya karar verdim! Galiba çıkarılmıyordu, çünkü makinenin siyah deri döşemesi kir ve lekelerle doluydu. Herkes ayakkabısıyla girmiş olmalıydı, ben de öyle yaptım. 

ad826x90

   Önümden geçerken, “Ayakkabılarınızı çıkarın,” dedi kız. 

   Sürekli bir taraflara gidip geliyordu. İnsanca karşımda durup iki laf ettiği yoktu. Yalnızca makine görevlilerinin girdiği, kumanda odası gibi bir yer vardı ileride, gene oradan çıkarak geldi. Eliyle, makinenin içine girmemi ve yüzüstü uzanmamı söyleyen bir işaret yaptı. 

  Hastalarla konuşmak denilen iğrenç eylemin sıkıcılığını ortadan kaldıran bu el hareketinde, zamanla öyle bir ustalık kazanmıştı ki, hareketi görür görmez ne yapacağımı tamamen anladım, hipnotize edilen bir hayvan gibi, hem de doğru pozisyonda içeriye yumuşacık uzandım. 

   Bir elim yanımdaydı. Bileği ağrıyan diğer elimi önüme doğru uzatmamı söyledi. Sonra bu problemli elimi oradaki deri bir kayışa bağladı. Kıza, “Pardon, bu nedir acaba?” diye sorsam, herhalde öfke krizine girer, ağlayarak koşar, kapıdaki polise konuşuyorum diye beni şikayet ederdi! Ne şekilde soyunacağımı bile söylememişti, bu soruma hayatta cevap vermezdi. Verse bile, yarım ağızla konuşur, inadına heceleri, kelimeleri yutar kaybederdi, hiçbir şey anlamazdım. 

   Allahtan internette biraz bilgi edinerek gelmiştim; elimin bağlı olduğu bu geniş kayış, özel bir sinyal yayacak ve makinenin bir görüntü oluşturmasını sağlayacaktı. Ayrıca içerideyken tuhaf sesler de duyacaktım.

   Nihayet film başlamak üzereydi sevgili okurlar. Bir sinema makinistinin projektörü çalıştırmak için makine dairesine girmesi gibi, görevli kız da -içeride hiç hareket etmememi söyledikten sonra- kumanda odasına girdi. Bir iki gıcırdama ve tıslama sesi işittim, uzandığım sedye aniden hareket etti. Kürekle fırına bırakılan ekmek hamuru gibi, tüm vücudumla içeriye girdim. Artık orada, tek başımaydım…

   Şimdiden söyleyeyim, ben eğlenceli birşey anlatmak istiyorum sizlere! Merak etmeyin, korkulacak hiçbir şey yok M.R. çektirmekte. Ne dişçileri veya diş çekilirken yaşananları abartarak hikâye eden skeçlerden, ne de brokoli, kereviz gibi sebzeler hakkında yapılan acımasız, ucuz esprilerden hoşlanırım! Brokoli ve kereviz bol vitaminli, bu sebeple de elbette faydalı bitkilerken, diş çektirmek gibi küçük operasyonlar da bedeninimiz için mutlaka gerekli işlemlerdir. Bunları sevmesek bile, sevilmeyen bazı yanları hakkında yapacağımız birkaç esprinin bize kazandıracağı üç beş dakikalık şirinlik uğruna, insanların korkusu ile oynamamalıyız. MR çektirecek kişilerin de benzer bir korku yaşadığını duymuştum; kapalı yerde kalma korkusu. Bu fobi üzerine birşeyler yazmayacağım. Hattâ diyebilirim ki bundan korkan aptaldır, çünkü çok fazla ışık vardı içeride! 

   Kadıköy çarşısı veya İstiklal caddesi gibi bir ışıltı cümbüşü, bir uğultu sürüp gidiyordu aletin içinde. Arada tangır tungur, daha önce hiçbir yerde duymadığım garip sesler geliyordu. Bu normaldi herhalde. Çok gelişmiş, ve lokomotif gibi kuvvetli bir aletti. 5 Tesla gücünde olduğunu okumuştum internette, bu modelin! Uzun sürecekti belli ki. M.R. görevlisi kız “hiç hareket etmeyin” dediğinden, kıpırdayamıyordum. Bir an, acaba uyuyabilir miyim, daha doğrusu biraz kestirebilir miyim diye düşündüm. Benimki de laftı. Arka sokaktaki taksinin kapısı sertçe kapandığında bile yatağımda gözlerim aralanırken, bu acayip tangırtıların arasında nasıl uykuya dalacaktım. Etrafıma bakınıp inceledim ben de. 

   Kablolar, onlarca resimli küçük uyarı etiketi, bağlantı kemerleri, onların metal tokaları, ve ileriye doğru uzayıp giden bir koridor gördüm. Aslında güzel bir yerdi. Büyüktü. Bence, istese ayağa bile kalkabilirdi insan! Bir altgeçidi andırıyordu. Kız da hiç seslenmemişti şu dakikaya dek. Acaba yine cep telefonuna dalıp, beni içeride unutmuş olabilir miydi? Mutlaka seslenip bir talimat verecek, ya da “Bitti” diyecek, beni gene fırından kürekle çeker gibi dışarıya alacaktı. Ancak olmadı böyle birşey. Daha doğrusu, bendeniz birdenbire garip bir tavır takındım. Görevlinin talimatlarına uymamaya karar verdim! Bileğimdeki kayışı söküp attım. Bunu büyük bir keyifle yaparken, sisteme, güce, ve gıcık hemşireye karşı gelmenin hazzını yaşadım.

   Uzandığımdan bu yana yirmi dakika kadar geçmişti, hattâ otuzbeş dakika diyebilirim abartırsam. Bence bu süre, bir elin emarının çekilmesi için yeterliydi. İnternetten okuduğum yarım yamalak bilgilerin de hap almışım gibi beni cesaretlendirmesiyle, bundan sonrasına kendim karar vermek üzere, ayağa kalktım. Şu an hayalinizde canlanacağı şekilde, basbayağı ayağa kalktım! Biraz başım döndü, olur o kadar. 

   M.R makinelerinin içinin bu kadar büyük olabileceği daha önce aklıma gelmemişti. Önce birkaç sarsak adım attım, sonra neşem iyice yerine geldi, etrafa bakınarak yürüdüm içeride. Bir uzay gemisinin veya denizaltının koridorundaymışım gibi, heyecanla kavisli duvarlara dokundum, beni dışarıya çekecek olan bir mekanizmanın düğmelerini aradım. Yoktu öyle bir düğme veya kol. Arkam, yani makineye girdiğim yer, ızgara şeklinde bir barikatla kapalıydı. Öyleyse, ileriye doğru gitmem gerekiyordu. 

   Yürürken, M.R. raporunu da kendim alırım diye düşündüm. “Görevliye, hemşireye, kimseye ihtiyacım yok!” diyordum. Sonuçta bu da bilgisayar gibi bir makineydi; bir tarafında mutlaka, içinden basılı sonuç kağıdını çıkaracak olan bir printır, yani yazıcı bulunuyor olmalıydı… Adım attığım uzun koridor, tamamen ışıklandırılmıştı. Hiçbir altgeçitte bu kadar güzel kaldırım aydınlatması görmemiştim! Koridor, ben yürüdükçe uzuyordu. Yerde, bir köşede sigara izmaritleri gördüm. Acaba bu makine, başka MR makineleri ile mi birleşiyordu? Arkasına bir iki tane büyük, çalışmayan makine koymuşlar da, onların girişi önce birbirlerine, sonra bunun çıkışına mı yapışmıştı yanlışlıkla? 

   Bu tuhaf düşüncelerle zihnimi oyaladığım saniyelerde, maalesef ilk korkumu yaşadım. Koridorun, körük şeklindeki bir birleşme bölümünden geçerken, tam dönüşte, iri gövdeli bir şeyle çarpıştım! 

   Bu iri bedenin sahibi, gayet kibar bir sesle “Özür dilerim efendim” dediğinde, korkulacak birşey olmadığını anladım. Uzun boylu, kalın ve taranmış bıyıklı, yakışıklı genç bir erkekti. Arkasına yaslanmış duruyordu, nezaketle doğruldu. Utangaç bakışlarla bana bakıyor, belki bir açıklama bekliyordu. 

   “Elim için MR çektiriyordum. Çok sıkıldım, kalktım. Siz kimsiniz?” 

   “Ben Ersan,” dedi, “Nuray’ın erkek arkadaşıyım.”

   “Nuray kim?” 

   “Nuray, bu makinelere bakan MR görevlisi bayan. Onu genelde saat beşte işten alıyorum. Beraberce, vitrinlere bakıp sohbet ederek, metroya doğru yürüyoruz. Burada bekleyebileceğimi söyledi kendisi. Kontrol odası bazen hareketli ve kalabalık oluyor, uzman doktorlar gelip gidiyor içeriye. Nuray’a laf gelmesini de istemediğimden burada beklemeyi uygun görüyorum. Kullanılmayan, arızalı makinelerin bulunduğu bir alan burası. Sizin de yolunuzu kestim, tekrar özür dilerim. Buyrun, geçecekseniz…” 

   O kadar düzgün bir Türkçe ve tatlı bir dille konuşuyordu ki, MR görevlisi kızı düşündüm ve bu adama birdenbire acıdım. Ağzını açmayı beceremeyen o nemrut suratlı tipin yanında, böylesine konuşkan, böylesine candan birisi. Garip coşkum ve tuhaf cesaretim hız kazanıyor olmalıydı, çünkü bunları sesli söylemiştim!

   “Aslında, sandığınız gibi bir kişi değil o. Sadece, hastalara gıcık. Hastaları pek sevmiyor. Ama beni çok seviyor! Bilirsiniz, insanlar bazı kişilerden nefret eder, fakat bazılarını ise çok sever.”

   Az önce sempatimi kazanmış olan adam, birdenbire gözümden düştü. Bu kadar salakça bir açıklama mı olurdu yahu? Demek ki aşk gözünü karartmıştı. Neredeyse “çekil şurdan be” deyip, itip geçecektim. Bu tiksintimi anladı, duvara yapışarak bana yol verdi. 

   Boş tren vagonlarının içinden yürüyüp geçer gibi, bir MR aletinin içinden daha geçtim. Bu sonuncusunun zemininde, iç içe farklı renk halkalar şeklinde örülmüş yün bir paspas; kenardaki eğimli duvarda ise Kız Kulesi ve Boğaziçi manzarasının bulunduğu, yapraklı bir takvim gördüm. İlerideki, yeşile boyanmış tahta bir kapıdan inerek, geldiğim MR odasına geri çıktım… 

   Ayakkabılarımı giyerken, mavi kıyafetli kız önümden geçti. Kafam allak bullaktı. Ne yaptığımı bilmeden, oturduğum yerden makinenin sağına soluna bakındım. Herhalde rapor çıktısı verecek bir düğme görmeyi hayal ettim. Kız, bu sefer aksi yöne yürürken, elime bir kağıt tutuşturdu. Üzerinde adım yazıyordu, MR belgemdi bu. Zarfı katlamadan tuttum, küçük odadan eşyalarımı aldım, hastaneden dışarıya çıktım. 

   Bu küçük bir rüyâ mıydı, bir fantazi miydi, bir uyku veya kendinden geçme hali miydi, bunu size söyleyemeyeceğim. Çünkü konuşmayı sevmeyen gıcık görevli, bana da hiçbirşey söylemedi! Ne olup bittiğine o yüzden emin değilim. Bana birşeyler deseydi, “Bitti, Ayağa niçin kalktınız, Orada ne yapıyorsunuz öyle” gibisinden ağzını biraz açsaydı, bende ne yaşadığım konusunda fikir sahibi olur ve bunu elbet size aktarırdım. Gördüğünüz gibi, tatlı dil ve iletişim çok önemli! İletişim olmayınca, yaşanılan bazı şeyler gerçek mi hayâl mi bilemiyorsunuz. 

  Doktor, atel denilen bir bileklik yazdı bana. Bir eczaneden alıp, taktım koluma. Acayip yakıştı doğrusu. Kendimi yorgun ama çok güçlü bir boksör gibi hissediyorum, elim bununla sarılı yürürken. Yumruğumu sımsıkı sıkıyorum, ve önüme çıkarak para isteyecek testereli dilencilere karşı kendimi hazırlıklı hissediyorum!

Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.

Comments

comments

ad826x90
ad826x90
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Aytaç Direk’ten yeni karikatürler

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.

Araç çubuğuna atla