DOLAR

34,0624$% 0.05

EURO

37,6509% 0.06

STERLİN

44,6614£% 0.28

GRAM ALTIN

2.740,85%-0,08

ONS

2.504,02%-0,08

BİST100

9.718,25%0,19

Öğle Vakti a 13:06
İstanbul PARÇALI AZ BULUTLU 24°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Metin Fidan

Metin Fidan

15 Mart 2024 Cuma

Yerde ve gökte

Yerde ve gökte
0

BEĞENDİM

ABONE OL

   Sular idaresinin, çarşıdaki merkez binasına gitmiştim. Faturamı  yatıracaktım. Yolumun da üzerindeydi. Ama bayağı erken gitmişim. Öğle tatiliydi ve veznelerin açılmasına daha kırk dakika vardı. Geri dönmeye veya gidip başka bir yerde beklemeye üşendim. Orada bir yere oturdum. 

   Hemen yanımdaki bahçenin kenarında, dört kişi ayakta konuşuyorlardı sevgili okurlar. Daha doğrusu üçü bir konu üzerinde tartışıyor, biri ise sadece dinliyordu. Özetlemem gerekirse, konu Tanrı’nın büyüklüğü ve bulunduğu yerler hakkındaydı. 

   İnançlar üzerine yapılan bu tür sohbetlere bizim kültürümüzde elbette sıkça rastlanır. Günlük hayatta, sokakta böyle heyecanlı konuşmalara kulak misafiri oluruz. Çoğu ne yazık ki safsatadır, uyduruk ve önemsiz tartışmalardır. Çünkü bilmeden, fikir sahibi olmadan, yalnızca inandıkları şeylere ne kadar çok inandıklarını göstermek hevesiyle konuşurlar. Halbuki gerçek inanan, kalbinde bir aidiyetin dinginliğini yaşadığından, inancını kanıtlama telaşına düşmez. Herneyse, bu kez şahit olduğum konuşma ise farklıydı. İlgimi çekmişti! Derin, felsefi bir yönü de vardı. Bu seferki konuşmacılar, her söylenene kanan cahil insanlara değil, söyleyecek bir sözü olan, eğitimli kişilere benziyorlardı. Kulak verdim.

   İçlerinde konuyu açtığı belli olan kişi, şöyle diyordu: 

   “Sizce de doğru değil mi bu!? Yaradanı arayacağız diye, hep yukarıya, bulutlara bakıyoruz. Halbuki Tanrı her yerdedir! Niçin sürekli tepelerde arıyoruz? Tanrı’yı aramayı bırakın, güzel bir hayal, bir ev veya araba düşü kurmak istediğimizde bile kafamızı az kaldırıp yukarıya, havaya bakıyoruz! Yukarısı derken, yükseğe yani. Yüksek ağaçların en tepedeki dallarına, yüksek apartmanlara filan…” 

   Kısa boylu ve eğlenceli olan tip araya girdi:

   “Ben de bazen lüks semtlerde yürürken, kafamı kaldırıp, apartmanların en üst katlarına bakıyorum! Çünkü ileride iyi para kazanıp, öyle kocaman bir dairede oturmak istiyorum.” 

   “Haklısın elbet. Bu yaptığın mantıklı! Fakat niçin, sadece üst katlarına bakıyorsun kardeş? Oturmayı istediğin binanın giriş kapısı aşağıda mesela. Aşağıdaki kocaman süslü kapıya bakarak da o durumu hayal edebilirsin. Demem o ki, bütün güzel anlamlar yukarılarda değil.” 

   Bu adama pek inanmayan, sadece vakit geçsin diye dinlediği belli olan ciddi ifadeli bir adam:

   “Sadede gel. Ne demek istiyorsun?” dedi. 

   “Yere de bakabiliriz.” dedi, tartışmayı açan adam.

   İçlerinde, herşeye şaşıran heyecanlı bir adam:

   “Ne yeri yahu? Yer mi! Kaldırım mı yani?” dedi. 

   “Evet, bildiğimiz yer. Zemin, asfalt! Yere de bakabiliriz Tanrı’yı aramak için. Belki ilk bakışta, yukarıdaki boşluk kadar uzaklık hissi vermez bize. Vücudumuza, yani o anda bulunduğumuz pozisyona daha yakındır, yer. Ama onun da sonu yoktur. Örneğin, şimdi şuradaki direğin dibine bakıyorum. Ne var orada?”

   Eğlenceli tip, hemen baktı o noktaya:

   “Büyükçe bir yaprak var!” dedi. 

   “Onun altında ne var peki?”

   “Galiba bir gazoz kapağı gördüm!” dedi eğlenceli adam, neşeyle. Gitti, eğilip aldı teneke kapağı. 

   “İşte, bunu söylüyorum,” diye devam etti konuyu açan adam: “Yaprağın altında bir kapak. Bir kapağın altında belki bir böcek vardır. Böceğin altında toprak. Toprağın altında başka böcekler ve farklı katmanlar. Dünyanın merkezine gider bu, öte taraftan çıkıp tekrar uzaya karışırsın!.. Peki bu kadar kolaysa, niçin yere bakmıyoruz hiç? Hemen kafamızı havaya dikiyoruz!?” 

   “Ne alâkası var,” dedi, ciddi görünüşlü adam: “Niçin çamurlu toprağa, ölmüş yapraklara bakacakmışım. Çerle çöple, iğrenç böceklerle canımı sıkacağım. Ferah ferah yukarıya, temiz bulutlara bakarım elbet!” 

   “Yahu, yukarıya da bak. Fakat bütün seçimimiz yukarısıysa, bu acayip işte! Tanrı’yı aramak için her yere bakmamız gerekli. Şunu demeye çalışıyorum: Hep havaya bakıyoruz, çünküü: Yere bakmaktan utanıyoruz! Sert geleneklerimiz var bu konuda. ‘Dost başa düşman ayağa bakar’ diyerek, yere bakmayı küçümsüyoruz. ‘Kafanı kaldır, başını eğme!’ şeklinde tavsiyeler veriyoruz birbirimize sürekli.” 

   Şaşkın görünüşlü adam:

   “Ama yer çok kısa,” dedi, “Anlatamadım, pardon. Bu tür felsefi konularda konuşmakta pek iyi değilimdir. Yani, yer hemen ayağımızın ucunda. Yoğunlaşamıyoruz. Bakar bakmaz bitiyor hemen. Ama yukarıya kafamızı kaldırdığımızda bak bak bitmiyor!” 

   Konuyu açan şöyle dedi: 

   “Seninki, açıklık, yani ferahlık denilen duygu. Önün ne kadar açık olursa, o kadar ferahlarsın tabii. İnsan, balkonunda böyle bir manzara ister. Tam karşısında tuğla bir duvar değil. Fakat, çay içip izleyeceğimiz güzel bir manzaradan söz etmiyoruz burada beyler! Tanrı’yı aramaktan bahsediyoruz.”

   “Tanrı öyle kedi arar gibi aranmaz,” dedi ciddi adam. Grubu terketti, içeriye girdi. 

   Üç kişi kalmışlardı. Sürekli karşı çıkan adam ayrıldığı için, konuyu açan adam kendisini daha rahat hissediyordu. Aslına bakılırsa, araya dalıp, dördüncü kişi ben olmak istiyordum sevgili okurlar! Fakat bu konudaki eksik felsefi düşüncelerimi nasıl tamamlayacağımı bilemiyordum. Üstelik pek iyi bir konuşmacı da sayılmazdım. 

   Adam, hızla devam etti. Bir acelesi olduğu belliydi: 

   “Kedi veya kuş aramaktan konuşmuyoruz burada elbette. Arama denilen şey, içimizde, yüreğimizde gerçekleşir! Ama orada gerçekleşiyor diye de gözlerimizi sıkıca yummayız. Eninde sonunda birşeye bakarız, şuraya buraya göz atarız. Yani, bir kalem, yere düşen bir eşya arıyormuşuz gibi yaparız farkında olmadan. Örneğin, gökyüzüne öylesine bakarken bile, bir buluta veya bir kuşa odaklanırız istemeden. O yüzden, yere bakarken de, maddî birşey arıyormuş gibi disiplinli bir şekilde bakmalıyız mutlaka.”

   Diğer iki adam kafalarını sallayıp onayladılar. 

   “İsterseniz bunu test edelim?” deyip, telaşlı bir şekilde saatine baktı bizimki:

   “Daha 15 dakikamız var veznelerin açılmasına. Diyorum ki: Bahçe kenarında şu hat boyunca, beş-altı dakika kadar, yere dikkatlice bakarak yürüyelim! Sonra bu noktada toplanalım, herkes o anlarda neler hissettiğini söylesin.” 

   “Eh, ilginç olur,” diye karar verdi hepsi, “Nasıl olsa şu anda yapacak daha önemli işimiz yok.” 

   Dördü de, belirlenen yedi-sekiz metrelik hat üzerinde, yere bakarak yürümeye başladılar. Onları izliyordum. 

   Eğlenceli tip, işini ciddiye alarak yeri gözlemliyordu. Hattâ eğildi, mavi bir su şişesi kapağı ve bir çalı parçası aldı eline. Sonra başka birşey daha buldu, üzerindeki toprağı üfleyerek, bulduğu bu küçük şeyi inceledi. Şaşkın adam da yere bakarak yürüyordu ama sıkılmış gibiydi. Havaya bakıyordu bazen. Konuyu açan adam ise, farklı bir telaş ve bir beklenti içerisindeydi. 

   Beş dakika kadar sonra aynı yerde, benim birazcık önümde buluştular.

   “Evet, herkes yerde ne bulduğunu, pardon, yani düşüncelerini söylesin!?” 

   Eğlenceli tip, heyecanla elindeki minik şeyi uzattı: Cep telefonlarımızdaki, SIM kart denilen mikroçipti bu. 

   ‘Tanrı’yı yerde de aramalıyız’ tartışmasını başlatan adam, büyük sevincini gizlemeye gerek görmedi: 

   “Allah razı olsun kardeş senden!” diyerek, sim kartını bulan adamı kucakladı: “Buraya geldiğimde telefonum sertçe yere düştü, o anda içindeki herşey, kapağı, pili, simkartı filan etrafa saçıldı. Çok aradım fakat şunu bulamadım. Tekrar sağol!” 

   Şaşkın görünüşlü adam lafa girdi: 

   “Ben de düşündüm ki!..” dedi, “Tanrıyı aramak için göğe veya yere bakarken, gözlerimizi azıcık kısmamız gerekiyor galiba. Çünkü…”

   Telefonunun parçalarını yerleştiren ve açıp çalıştıran adam, onun sözünü kesti: 

   “Evet, kısmak iyi olabilir. Sonra konuşalım isterseniz!? Vezneler açılacak, numara alıp sıramıza girelim.”

   Döner kapıdan içeriye girdiler. Ben de kalktım… 

   Telefonunun kartını bulan adam, sırada önümdeydi. Geniş düşünceli, rahat birisine benziyordu aslında. O yüzden herşeyi göze alarak, gülümseyerek kendisine baktım ve sordum:  

   “Kayıp eşyanızı o kişilere arattırdığınızı farkettim. Yalnız, bunun için inançlarla ilgili bir alanda tartışma başlatmaya gerek var mıydı? Normal bir şekilde rica ederek yardım isteyebilirdiniz?”

   “Onları hiç tanımıyorum ki,” dedi adam. “Burada karşılaştık. Nasıl böyle bir istekte bulunabilirim? Hem, simkartımı bulmak için yardım etmeyi kabul etseler bile, fazla ciddiye almayacaklardı. Üstünkörü bakacaklardı yere. Kayıp olan herşeyimizi, Tanrı’yı arar gibi ararsak daha hızlı buluruz! Orada anlattıklarımda ciddiyim yani ben. Hep yukarıya bakıyoruz, yalan mı?”

   “Evet ama,” dedim, “İnsan medeniyeti yukarıya doğru inşaa edilmiş, o yüzden böyle oluyor belki. Binalar, ağaçlar…”

   “Aşağıda da tohumlar var,” dedi, “sonra binaların bodrum katları, su tesisatları… Yere bakınca onları göremememiz, orada olmadıkları anlamına gelmiyor.” 

   “O anlama gelmez tabii. Göremiyoruz da zaten. Belki bir kazı, tamirat çalışması olduğu gün…” (İyi bir konuşmacı olmadığımı söylemiştim sevgili okurlar.)

   “Ayrıca, yukarılara öyle anlamlı bir şekilde bakınca, havayı görüyorsunuz yalnızca. Daha ötesini, galaksileri filan gördüğünüzü mü zannediyorsunuz?” 

   Artık pilim bitmişti, buna cevap veremedim. Adam, açıkçası beni de etkilemişti! Eve dönerken, en azından oyalanırım diyerek hep yere baktım. Çalışan bir çakmak ve 1 lira buldum!

Devamını Oku

Dikkatli taşınma

Dikkatli taşınma
0

BEĞENDİM

ABONE OL

   Bu seferki taşınmamda her zamankinden daha tecrübeli ve dikkatliydim. Eski taşınmalarımdan neredeyse hiçbir iz yoktu. Kamyonda bile en güzel yere oturmuştum! Araya bir yere, vites kolunun dibine sıkıştıramamışlardı beni, “Sen bin önce,” demiştim hamallardan tekine, sonra ben binmiştim. Pencereden dışarıya kolumu sarkıtmış, püfür püfür esen tatlı rüzgârda yeni kalacağım yere gidiyordum. 

   Madem ki taşınan ve bu hizmetin parasını ödeyen bendim, talimatları ve gerekirse emirleri veren de ben olmalıydım. “Şu sokaktan gidelim!” dedim şöföre, sert bir tonda. Eski püskü kamyonet, gacırdayarak o tarafa döndü. 

   Aslında fazla eşyam yoktu sevgili okurlar. En ağırları orta boy buzdolabım ile üzerinde oturduğum, uzandığım, yattığım, tepindiğim kocaman çekyatımdı. Bir de kalabalık eden kitaplar ve küçük elektrikli eşyalar vardı. Üstelik yakın bir yere taşınıyordum. Kısacası, çabuk bitecek gibiydi bu yeni taşınma. Gene de içimde tuhaf bir gerginlik vardı. Bunu size hemen söylemeye çekiniyorum, nasıl ifade etsem? Ben, eşya taşımak istemiyordum kesinlikle!

   Biliyorum, “Taşıma öyleyse, manyak mısın? Parasını ödüyorsun, bırak hamallar yapsın” diyeceksiniz. Ben de öyle düşünüyorum, yüzbin kere haklısınız. Fakat işte, yetiştirilme tarzı. Böyle yetiştirildim ben; hamallara yardım ederek onların eşyalarını taşıyan tuhaf bir soydan geliyorum! Ancak bu durumu üç basit sebeple açıklayabilirim: Birincisi, taşınma işinin çabuk bitmesini istediğimden ben de kamyondan ufak tefek veya taşıması kolay bazı şeyleri kapıp eve çıkartıyorum. İkinci sebep biraz garip sayılır: Nedense bu hamallık yapan kişilerin bazıları gerçekten yaşlı (benden yaşlı) ihtiyar erkekler oluyorlar ve onlar ter içinde üç kat yukarıya tırmanırlarken hiçbirşey yapmadan durmaya utanıyorum. Üçüncüsü, eli kolu tutan, sağlıklı genç bir adamım! Spor olsun diye de birşeyler taşıyorum elbet. 

   Şimdi, şu üçüncüsünü elemek lazım. Artık o kadar genç değildim çünkü. Eşya taşımak istememem için en büyük bahanem veya gerekçem de buydu sevgili okurlar. Allaha şükür, kolumda, belimde bir problem yoktu, iri yapılı bir kişi de sayılırdım, masanın altına girer, onu öküz gibi sırtlayabilirdim. Ama, istemiyordum! Bu taşıma ve taşınma konularında artık ruhen yorgundum. Değil bir çekyatın taşınmasına yardım etmeyi, şemsiyemi ya da küçük bir kovayı bile elime alıp yukarıya çıkarmak istemiyordum. Onlar taşısınlar hepsini. 

   Son olarak şunu söyleyeyim: Hiçbir taşınma kitapçığında ya da bu konuyla ilgili yasal bir belgede veya etik, ahlaki fikirlerin belirtildiği bir kitapta, “Taşınan kişi, en azından bir banyo taburesini veya ufak bir abajuru taşıyarak hamallara yardımda bulunmalıdır” şeklinde bir madde yoktur. O yüzden içim çok rahattı. 

   Tabii bu benim uydurduğum bir rahatlamaydı! İçten içe telaşlıydım gene. Ahlâken kararımı vermiştim, vicdanen de rahattım. Ama bunu nasıl uygulayacaktım ve nasıl yansıtacaktım tavırlarıma? 

   Kamyon, binanın önündeki kaldırıma yanaştı. Tek gözü görmeyen hamallardan biri hızla aşağıya atladı, kamyonun tekerleğinin altına tahta bir takoz koydu. Öbürü de kasanın kapağını açtı, zıplayıp yukarıya çıktı. 

   Daha önceki yedi-sekiz taşınmamda, sonrasında çok yardım etmesem bile, en azından ilk başta, yani kamyonetle ilk eve geldiğimizde, mutlaka elime birşeyler alır, yeni daireme öyle girerdim. Bu kez onu bile yapmayacaktım! Elimi verirsem kolumu kaptırabilirdim çünkü. Anahtarımı çıkarıp dış kapıyı açtım, direkt yukarıya çıktım. Söylediğim gibi, biraz gergindim. Gaipten sesler duyuyordum. Sanki hamallardan biri bana seslenmişti, “Şunu alıver ağbi çıkarken” gibi birşey demişti, öyle hissettim. 

   Biliyorsunuz, her taşınmada, insanın mutlaka en azından bir tane çok değerli eşyası olur. O eşyanın üstüne titrer, başına hiçbirşey gelmeden yeni evinize nakletmeye gayret edersiniz. Benim bu taşınmamdaki en değerli eşyam, bir sinema filminin camlı çerçeveli afişiydi. Ünlü uzak doğu dövüş sanatları sporcusu ve sinema oyuncusu Bruce Lee’nin, aynı mesleği yapan oğlu Brandon Lee’nin oynadığı bir filmin afişiydi. Çok sevdiğim bir grafik tasarımı vardı ve üzerinde Türkçe olarak “Meleklere İnanın” yazıyordu. Çerçeveli ve camlı bu posterimi, son taşındığım dört ev boyunca, oradan oraya hasarsız bir şekilde aktarmayı başarmıştım. Buraya gelirken, aşağıdaki adamlara da söylemiştim bu konudaki hassasiyetimi. Üzerine bir battaniye örtmüşlerdi.

   Yeni daire kapımın arkasına kapanmasın diye küçük bir karton sıkıştırıp aşağıya indiğimde, camlı posterimi, otoyolun ortasında gördüm! 

   Arabalar ve otobüsler vınlayarak tam yanından geçiyordu. Üzerinde battaniyesi de yoktu. Bir belediye kamyonu neredeyse çarpıp devirecekti, milimetre ile kenarından sıyırdı. 

   Camlı posterimi, trafik reflektörü olarak kullanmış hamallar. Bir tabureye yaslayarak yolun ortasına dikmişler! Hemen oradan kaldırıp aldım.

   “Ağbi bişey olmaz, sıkıntı yok,” dedi, uzun boylu ve genç olanı. 

   Son zamanlarda herkesin ağzına yapışan, genç ve güzel kadınların bile kullandığına şahit olduğum şu ‘Sıkıntı yok’ lafından da tiksinir hale geldim sevgili okurlar! Her cümlenin üzerine, limon sıkar gibi bunu ekliyorlar. Sıkıntı, çok kapsamlı bir kavram! Bin türlü farklı duygu, tek bir sözcükle, hem de bu kadar uyduruk şekilde ifade edilmez ki. 

   Camlı posterimi yoldan alıp, kamyona geri bıraktım. Park uyarısı olarak rulo şeklindeki bir halıyı yola koydu, bir gözü görmeyen hamal. Kamyonun içindeki diğeri ise, bu karmaşada elime birşey tutuşturmaya kalktı: 

   “Şunu da çıkarken yukarı bırakıver istersen, ağbi,” dedi. 

   İşte, sizlere yukarıda bahsettiğim hassas konu buydu! Evet, eşya taşımamak benim en doğal hakkımdı ve bunda ahlaken hiçbir sakınca görmüyordum. Mesele, bunu nasıl söyleyecektim? Çünkü kurnazca, insanın derinlerindeki gizli bir yardım etme duygusunu kaşıyorlardı. 

   “Hayır, bunu alıp yukarıya çıkaramam. Çünkü hamal, yani taşıma görevlisi sizlersiniz,” şeklindeki doğru ama ciddi bir yanıt da aptalca dururdu. Ya gülerlerdi, ya da “Sıkıntı yok ağbi, boşver” deyip beni daha fena sinir ederlerdi. Zaten hamalın elime tutuşturmaya çalıştığı şey alt tarafı bir minderdi, alıp çıkarsam ne olurdu canım. Bakın! Anlatabiliyor muyum? İnsanı ister istemez bu konularda düşünmeye kışkırtıyorlar. 

   O an, sınırda bir noktadaydım. Geçen saniyeler, dakikalar gibi geliyordu. Bu minderi elime alırsam, sonra başka şeyler de tutuştururlardı. Bu zor karar için sadece saniyelerim vardı.

   “Bir dakika, telefonum çalıyor galiba!” deyip, uzaklaştım kamyonun yanından. 

   Konuşuyormuş gibi yapıp, taa yüz metre ötedeki ağacın dibine kadar yürüdüm. Geri döndüğümde, hamallar işlerine devam ediyorlardı… Artık bir parça rahatlamıştım. Çünkü patron olduğumu ilan etmiştim. Bedavaya mı taşıtıyordum sonuçta. 

   Onlar meslekleri gereği ağır yükün altında ezilip, iplere doladıkları ağır kolileri inleyerek üçüncü kata çıkartırlarken, ben de tatlı bir gerginlikle yeni dairemde geziniyor, kâh mutfağa bakıp, tencerelerimi hangi rafa dizsem diye düşünüyor, kâh koridorda yürüyüp duvardaki gevşek çivileri elliyordum. Tüm bunları yaparken hamallarla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Patron bendim de, neme lazım, rica minnet elime birşey tutuşturmaya kalkabilirlerdi gene. Doğru veya yanlış, bu konuda kesin kararımı çoktan vermiştim! Tökezleyip düşseler bile yardım etmeyecek, yerden kaldırmayacaktım. 

   Çünkü başıma gelmişti daha evvel. Gençliğimden, acemiliğimden faydalanmışlardı hep, eski taşınmalarımda. Hiç unutmuyorum,  Bahariye’de bir sokaktaki daireme taşınırken, hamallar kadar efor sarfetmiştim. İyi niyetim yüzünden kullanmışlardı beni. “Şunu da alıver birader”, “Şunu da sıkıştırayım kolunun altına ağbi,” diyerek, kamyonun yarısını bana taşıtmışlardı.       

   Gene birşey taşıtacaklar diye çok korkuyordum. Boşa konuşmuyorum yani sayın okurlar! Tedirginliğimin sebepleri vardı.  

   Hamallardan bir tanesi, ben salonda aval aval gezinirken, sırtındaki ağır çamaşır makinesiyle içeriye girdi, arkasına doğru yavaşça eğildi, yardım istiyormuş gibi hareketler yaptı. Fakat seslenmedi, birşeycik demedi. Ben de yardım etmedim inadına. Güm! diye yere bıraktı makineyi. Ahşap parke çıtırdayarak çatladı. 

   Napıyorsun arkadaş diyerek azarlayacaktım, vazgeçtim, görmezden geldim. Alt kata komşuya indim. 

   Ortak apartman elektriği hakkında birşeyler soracaktım komşuya. Hamallar o sırada, en ağır ve kaba eşyam olan büyük çekyatımı taşıyorlardı. Önümden geçerlerken kenara çekildim. Çok zorlanıyor gibiydiler. Acaba yardım etmemi isterler miydi? Ter içinde kalmışlardı, neredeyse ellerinden bırakıp basamaklara yığılacaktılar. Canım, bir köşesinden az tutsam ne olur? İyice yapıştım duvara, dokunmadım hiç! Ağır mağır, bu onların göreviydi. Yalnız, duvarla çekyat arasında bayağı sıkışmıştım arkadaşlar. İlgisiz ve ciddi görünerek, sesimi çıkarmadım. Çekyatın koca tahta ayağı, kemerimin tokasını göbeğime doğru ittiriyordu. Canım acıyordu. 

   Gene de asıl zorluğu ve acıyı hamallar çekmekteydi o an. Kanapeyi ucundan bir tutuvermem, o anda belki herşeyi yoluna koyacaktı. Keçi gibi inadımı sürdürüp, yapmadım. Artık onlar da bana mı inat ediyorlardı bilemiyorum, hiç yardım istemediler. Hamallardan bir tanesi çığlığı bastı! Arkadaşına küfrederek bağırdı. Parmağını, çekyat ile merdiven demiri arasına fecii sıkıştırmıştı… 

   Yeni komşum iyi ve anlayışlı biri çıkmıştı. Fısıldayarak durumumdan bahsettim. “Çok haklısınız!” dedi bana, “Yardım etmeyiniz tabii. İşleri değil mi? Eşek gibi taşıyacaklar herşeyi.” 

   Kendisinden bir tane de yara bandı isteyip, yukarıya çıktım.

   Hamalın eli fena yaralanmıştı. Akan kan, benim getirdiğim uyduruk yara bandı ile duracak gibi değildi. Zaten arkadaşı beyaz bir fanila kopartarak, parmağını kocaman sarmıştı. O sırada aklımdan saçmasapan birşey geçti. Şu birşey taşımama konusuna kafayı öyle takmıştım ki tuhaf şeyler hayal ediyordum: Yaralı hamalın eli kötüleşiyordu ve adamcağız bayılıyordu. Hastaneye götürmemiz için aşağıya indirmemiz gerekiyordu. Ama ben adamı taşımaya yardım etmiyordum! 

   Tekrar aşağıya, sokağa indim. Bir inip, bir çıkıyordum  zaten. Ortalıkta gözükmemeye çalışıyor, hamallardan köşe bucak kaçıyordum. O sırada şöför bana işaret etti. Birşey taşıtacak diye korkup yanına gitmedim. Tekrar yukarıya, daireme çıktım. 

   Hamallar artık oflamaya puflamaya başlamışlardı. Biliyordum bu numarayı! Kendilerini çok yorulmuş gibi göstermeye çalışıyorlardı. Evet, elbette ki yorulmuşlardı, ama olağanın dışında yorulmuş, mahvolmuş gibi yapacak, bahşiş kopartmaya çalışacaklardı. 

   Vermeyecektim bahşiş mahşiş. Ne bir kuruş bahşiş verecek, ne yüz gram eşya taşıyacaktım. Gayet de başarılıydım. O dakikaya dek, tek bir eşyayı bile elime alıp taşımamıştım! 

   Bu “Hiç eşya taşımayan karizmatik kiracı” ünvanımı sonuna kadar koruyacaktım. Artık bir saplantı haline getirmiştim. Odama, daha doğrusu çalışma odam olmasına karar verdiğim arkadaki küçük odaya kapandım. Yokmuşum gibi davrandım. Eli yaralı hamal kapıyı vurup açtı, önündeki dolabı gösterip “Bunu nereye koyalım?” dedi. 

   Mutfağa filan desem, kesin “ucundan bir tutuver ağbi” diyecek, bana da taşıtacaktı.

   “Bilmiyorum! Sen karar ver,” deyip çantamı kaptım, dışarı fırladım. İnleyerek yukarıya çıkmakta olan öteki hamalın, sırtındaki tepeleme dolu yükten, tangırdayarak bir sandalye düştü basamaklara. Hiç dokunmadım, görmezden geldim. Alsın kendisi geri koysun. O gün kimse bana birşey taşıtamayacaktı! 

   Şöförün yanına gittim. Tanıdık bir nakliyeciydi, daha önce de başka eşyalarımı taşımıştı. İyi birisiydi, kendisine güveniyordum, nakliyenin ve hamalların parasını ödedim, “Acil bir işim çıktı! Siz eşyaları taşıyıp, kapıyı çekersiniz arkanızdan,” dedim, uzaklaştım oradan. 

   Derin bir soluk aldım. Rahatlamıştım. Gerçi, değil acil, yapacak hiç bir işim yoktu. Kırkbeş dakika kadar boş boş sokaklarda dolandım, bir çerçevecinin vitrinindeki üç boyutlu köpek fotoğraflarına baktım, bir üstgeçitten aşağıdaki arabaları seyrettim, sonra eve döndüm. 

   Uzaktan, kamyonun gitmiş olduğunu gördüm. Bitirmişlerdi taşımayı. Yukarıya çıktım. Kapıyı açıp salona girdiğimde, tavana kadar uzanan, dağ gibi bir eşya yığınıyla karşılaştım! Tüm eşyalarım, dalga geçer gibi aynı yerde, içiçe, üstüsteydiler. Gecenin saat birine kadar onları ayıklayıp yerlerine taşıdım! “Hiç eşya taşımayan tecrübeli kiracı” ünvanımı, son dakikada kaybetmiştim.

   Bir de, taşınmalar esnasında şuna dikkat etmek gerekiyor sevgili okurlar. Kolileri hatasız düzenlemeli ve üzerine hangi tür eşyaya ait olduğunu çok dikkatli yazmalısınız. Gecenin bir yarısı yemek yiyebilmek için, neredeyse bir saat boyunca tuzluğumu aradım! Çıka çıka, üzerinde “dergiler” yazan bir koliden çıktı.

Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.

Devamını Oku

Metin Fidan’dan bir öykü: Küskün Kardeşler

Metin Fidan’dan bir öykü: Küskün Kardeşler
0

BEĞENDİM

ABONE OL

   Dargınlık, küskünlük dediğimiz şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu, birbirine küsen iki insanın nasıl bir hayvan kadar inatçılaştığını gözlerimizle görmüşüzdür. Ülfet ile Leyla’yı tanımadan önce küskünlük hakkında bildiklerim bunlardı. Meğer daha da acayip olabiliyormuş. Bu iki kardeşi yakından tanıyan birisi ile, bir dönem arkadaşlığımız oldu. Küçük ilginç notlar ile başlayan sohbetler sonrasında, ikisi de rahmetli olan kardeşlerin tüm küskünlük hikayesini öğrenmiştim. 

   Önce şunu söyleyeyim de hemen, mutlu son arayanlar boşuna heveslenmesin: İki kız kardeş, ömürleri boyu birbirlerine küskün kalmışlar. Hiç barışmamışlar! Eh, aslında bu, birçok küskünün şu dünyada yaşadığı bir durumdur. Fakat Ülfet ile Leyla’nın aile dostları olan ve ruhlara inanan bir arkadaşları, onların öbür tarafta da birbirlerine küs olduklarını söylüyormuş! 

   Defalarca iki kız kardeşi barıştırma çabaları olmuş elbette. İçlerinde en ilginci, uzak Avrupa ülkelerinden birine yapılan bir gezi sırasında gerçekleşeni bence. Gezi de bir tuhaf açıkçası. Alışkanlıkları ve beğenileri birbirine benzeyen iki kardeş, o yıllarda çok popüler olan bu gemi gezisine, birbirlerinden haberdar olmadan bilet almışlar. Sonra da küskünlüklerini hatırlayıp denizin ortasında inecek halleri yoktu tabii. 

   Leyla’nın gezi grubunda bulunan bir yakınları, Leyla’dan dokuz yaş büyük olan diğer kardeş Ülfet’i, geminin güvertesindeki açık büfede kendisine sandviç hazırlarken görmüş. İsmi Ebral hanım olan bu şahıs, “Bu ne büyük bir şans! Şunları barıştırmalı bu kez!” diye düşünmüş. 

   Fakat Leyla, kardeşi Ülfet’i fark eder etmez, sanki balina boku görmüş gibi müthiş bir tiksinti ifadesiyle başını öte yana çevirmiş. Anlatılanlara göre, vücudu titriyormuş, yüzü sararmış ve de elleriyle garip, anlamsız hareketler çiziyormuş havada. Onları barıştırmayı düşünen kadın bile korkmuş, pişman olmuş. Bir eliyle Leyla’nın koluna girmiş, öteki eliyle tezgahtaki yarım kalan sandviçi almış, kamaralarına yürümüşler. Ancak bir sahil kasabasındaki turistik tepelere yapılacak eşek gezisinde, Leyla kamarasından ayrılmış. Bu sefer de Ülfet dışarı çıkmamış, gemide oturmuş. Bazıları, bunun küskünler arasındaki gizli bir anlaşma olduğuna inanıyor. Yani, küskünlüklerine gösterdikleri bir çeşit saygı. Çünkü ne zaman ne şekilde davranacaklarını tahmin edebiliyorlar ve bir karşılaşma yaşamamaları için azami gayret gösteriyorlar. Fakat öyleyse, aralarında hazır, az da olsa bir saygı mevcutken, bunu kullanıp barışmak yönünde bir anlaşmaya gidilse olmuyor mu? Olmuyor işte! “Küskünlüğün gizemi” deniyor buna. Belki de bu kadar gizemli birşey olduğu için insanlar küs kalmayı çok seviyor! 

   Her neyse sevgili okurlar, gemide daha başka önemli birşey yaşanmamış. Başlarına barışmak gibi bir aksilik gelmeden, sağ salim Türkiye’ye dönmüşler. 

   O yıllar, büyük dargınlığın daha ilk yıllarıymış. Bir daha konuşmamak üzere birbirlerinden koptuklarında, yani küstüklerinde, Leyla 36, ablası Ülfet ise 45 yaşındaymış. Seksenli yaşlarında peşpeşe ölmelerine kadar aynen böyle devam etmiş. Az önce dinlediğiniz gemi olayı, birbirlerinin yanından birer yabancı gibi geçip gittikleri sayısız acı karşılaşmadan biriymiş. Fakat en azından ağızlarından birkaç kelimenin çıktığı başka karşılaşmaları da olmuş. Hele bir tanesinde, neredeyse barışmayı deneyecek kadar yakınlaşmışlar! Aile dostları hüzünle iç çekerek anlatırmış o anları. 

   Bostancı’daki bir apartman dairesinde, ortak bir yakınlarının evlerinde düzenlenen nişan yemeğinde karşılaşmış iki kardeş. Uzun yemek masasında, büyükçe tabaklara yanyana patatesli sarma, kısır, ıslak kek, baklava ve zeytinyağlı dolmalar dizilip sohbetler başladıktan sonra, evsahibi hanımın işgüzar eltisi, Ülfet’in tabağına gözünü dikmiş. “Aa? Canım, sen sarma almadın mı!?” diyerek, ortalığı karıştırmış. Herkes ellerinde olmadan tabaklarına bakmış. Fakat genelde ilk yenen şey olduğu için kimsede patatesli sarma kalmamış. İçeri koşuşturan bir kişi mutfaktan da eli boş dönmüş. Evsahibi kadın: “Ay, çok saçma. Sayıyla yapmıştım ayol! Hattâ fazla bile yaptım,” diyerek sızlanıyormuş, neredeyse bu eksik börek aksiliği yüzünden düşüp bayılacakmış. 

   O sırada Leyla, usulca tabağına bakmış: İki tane ufak patatesli sarma duruyormuş. Birazcık soğuk bir sesle de olsa, “Ben verebilirim bir tanesini. Bende iki tane var,” demiş. Bu cümle, masadaki, iki kardeşi yakından tanıyan herkesin yüreğini hoplatmış. Ay hadi inşallah! diye fısıldanarak, umutlar yeşertilmiş yüreklerde. 

   Küskünlük, nasıl bir çığ gibi sinsice ve hızla büyür, karşı konulamayacak bir canavara dönüşürse; barışmak da öyledir aslında. Ufacık bir anlaşma isteğinin bile devamı gelir; iyi niyet topakları bir çığ gibi büyüyerek barışmaya dönüşür! Masanın karşısında oturan Ülfet, o da ister istemez Leyla’nın tabağına göz atmış. (İkisi de birbirlerinin yüzlerine bakmıyorlarmış ama. Nişan yemeğine de canlarından çok sevdikleri Kadriye hanımın ısrarı üzerine, onu üzmeyi istemediklerinden gelmek zorunda kalmışlar.) Leyla’nın “Ben verebilirim bir tanesini” şeklindeki, hassas, ufacık iyi niyet isteğini, geri çevirmek demeyelim de, almadan yarı yolda bırakmış Ülfet.

   “Farketmez,” demiş, “Bana da baklava fazla koyulmuş zaten.” 

   Açıkgöz bir kadın hemen araya girmiş: “Ay olur mu! Kadriye hanımın patatesli sarmasını tatmadın mı hiç ayol? Valla bir tanecik yemezsen bütün gün işin rast gitmez sonra!” 

   O sırada Leyla, çatalının ucunu sarmaların bir tanesine saplamış. Bu, kardeşi Ülfet’e vermeyi düşündüğü fazla sarma mı, yoksa kendisine ait sarma mı, burası henüz belirsizmiş. Çatalı tutan elini biraz kaldırsa, anlaşılacakmış. Ama Leyla, sanki donmuş. Ülfet de önüne bakıyormuş ve gözleri alev alev yanıyormuş o sırada. Belki bir barışma isteği varmış, fakat gizemli bir duman gibi masanın tam üzerinde, havada asılı duruyormuş bu istek. İki taraf da bu isteğe birazcık olsun üfleyip onu hareket ettirmiyormuş. Bunları bana anlatan bilge arkadaşım, “Kimsenin kalbine ulaşamayan, ortada kalan gariban bir İstek!” demişti. 

   Leyla, eli hâlâ çatalda, öylece duruyor, neredeyse hiç kıpırdamıyordu. Masadaki herkes ürkek ve şaşkındı, onlar da donmuştu. Kaba saba bir adam aniden odaya dalıyor, eğlenceli ve odun gibi bir sesle herkesi fotoğraf çektirmeye davet ediyor, böylece tuhaf sessizlik sona eriyor. Leyla ile Ülfet’in, direkt yüzlerine karşı olmasa bile, birbirleriyle ilgili ortaya yaptıkları en duygusal konuşma böylece, börek ve baklavayla ilgili birkaç cümle oluyor… 

   Hâlâ barışacaklarını umut eden bazı hâyalperest yakınlarının, bir konuşma olarak sayılabileceğini düşündükleri başka yakınlaşmalar da olmuş, abla-kardeşin küskünlük tarihinde. Ama onu anlatmadan, önce şu acayiplikten bahsedeyim. İki kardeşin fiziksel olarak içinde yer almadıkları başka bir barıştırma çabası: 

   Bu olay, mekan olarak, bir su altı parkı ile bir çay bahçesinde gerçekleşmiş diyebiliriz. İki kardeş, ne o su parkında, ne de çay bahçesinde birlikte aynı anda bulunmamışlardı. Peki nasıl bir yakınlaşmadan söz edilebilir? Su parkının uzun camlı tünelinde, Leyla’nın, üzerinden köpekbalıkları geçerken çektirdiği bir fotoğraf buna sebep oldu. Bundan birkaç yıl sonra, su parkına Leyla ile beraber gitmiş olan ortak bir arkadaşları, bir bayan, bu fotoğrafı diğer kardeş Ülfet’e bir çay bahçesinde otururlarken, aniden çantasından çıkartarak gösteriyor ve şöyle tuhaf birşey söylüyor: “Kardeşinin, üzerinden köpekbalığı geçerken yaptığı harekete, dikkat eder misin canım, lütfen!?”

   Ülfet’e ikinci kez soruyor kadın: “Dikkatli bak ayol! Yaptığı hareketi görmüyor musun?Köpekbalığından ürkerken, iki elinin başparmağını da avuçlarının içine doğru büküyor… Ah, canım! Sen de hep böyle yaparsın heyecanlandığında! Ah, siz, birbirinize çok yakınsınız. Siz, kardeşsiniz. Yapmayınız, kuzum!” 

   Bu barıştırma etkinliği, o güne kadarkiler içinde en aptalcası oluyor. Bir daha yakınları buna veya benzeri birşeye cesaret edemiyorlar. 

   Leylâ, hışımla kalkmış ayağa. Kadına tepeden şöyle bir bakmış:  

   “Böyle bir saçmalığı bir daha denerseniz, küskün olduklarımın sayısı artacak, Zerrin hanım!” demiş, ve hızla yürüyüp çıkmış çay bahçesinden. Giderken, iki elinin de başparmakları avuçlarının içine doğru bükülüymüş… 

   Yakınlarının ve aile dostlarının onları bir araya getirme, küskünlüklerini ortadan kaldırma fantezileri, artık açık bir şekilde gerçekleşemese bile, kader ne güne duruyordu!? Yazgıları, onları bir araya çağırıyorsa, onlar da bu davete bilmeden uymak zorunda kalıyorlarsa, bunu gören sevenlerinin “Ah, şimdi birdenbire bir yakınlaşsalar, sarılsalar!” diyerek yüreklerinin hop hop etmesinde ne kötülük aranabilirdi!? Bostancı’daki sarma, ve (bunları bana anlatan arkadaşımın kendisine de tam anlatılmadığı için detayına giremediği) bir cenaze için mezarlığa götürülürlerken yanlışlıkla aynı minibüse bindirilmeleri olayından sonra, üçüncü büyük yakınlaşma, bir hastahane odasında meydana geliyor. 

   Ülfet ve Leyla, bir arkadaşlarının kızının yeni doğan bebeğini tebrik için, aynı odada bulunmak zorunda kalıyorlar. 

   Aslında Leylâ da, Ülfet de, bu tür aksilikler için oldukça dikkatli davranıyorlarmış. Çağrıldıkları, davetli oldukları bir yere gitmeden evvel, “O, orada mı?” şeklindeki tuhaf soruyu, ustaca ve büyük bir nezaketle sormayı becerebiliyorlarmış. “Hayır, rahatlıkla gelebilirsin” cevabını alsalar bile, işi garantilemek için, bir kez daha “Bak, emin misin canım?” diye soruyorlarmış. Yalnız bu kez ciddi bir karışıklık yaşanmış: “Hayır, yok. Yani, çıktı az önce,” cevabını alan Ülfet, bir at yarışı bayisindeki kontörlü telefondan aceleyle aradığı için, “Emin misin” diye tekrar sormaya üşenmiş, hastaneye varmış bile. Odaya giriyor, anneyi tebrik ediyor, yeni doğan bebeği kucağına alıyor. 

   Ne var ki, Leylâ yalnızca lavaboya gitmişti, geri döndüğünde Ülfet’i odada görüyor! Herkes buz kesiliyor. Leyla’nın elleri titriyor, sararıyor. Tuttuğu bebek çinili taş zemine düşecekken baba fırlayarak tutuyor. Bebeği anneye veriyorlar. İçeride gerginlik olmasın diye de yaşlı kadınlarla beraber iki kız kardeş hastanenin bir koruluğa bakan büyük balkonuna çıkıyorlar. 

   Leyla ve Ülfet, aynı anda davranarak, gitmeye karar veriyorlar. Birbirlerinin hareketlenmesini görünce de, tekrar aniden duruyorlar. İkisi de kıpkırmızı olmuşlar. Çok çaresizler. Balkon demirlerine sıkıca tutunmuş, koruluktaki ağaçlara bakıyorlar. Tepelerinden gürültüyle bir uçak geçiyor, kafalarını çevirip uçağa bakıyorlar. Uzaktan onları izleyen bir dostları (köpekbalığı fotoğrafını gösteren kadın) “Ah, ne kadar birbirlerine benziyorlar!” deyip iç geçiriyor, onları bir an önce barıştırma hevesiyle yanlarına doğru hareketleniyor. Kadını son anda kolundan tutuyorlar. 

   Ülfet, burnundan soluyarak, tekrar gitmeye davrandığında, Leyla’yı da hareketlenmiş görüyor birden. Leylâ olduğu yerde kalıyor. Neredeyse bütün vücudu titreyerek ve Ülfet’e hiç bakmadan (anlatılanlara göre, öfkesinden Ülfet’e, utancından ise başkalarına bakamadığı için, pencere kenarında duran, ortasından kesilmiş bir yoğurt kabına bakıyormuş o saniyelerde) “Tamam, git. Ben sonra giderim!” diyor. Ama Ülfet de nedense, o böyle deyince hemen gidemiyor. Belki de “o”, yani nefret ettiği, küskün olduğu kardeşi “Git” şeklinde talimat vermiş olduğu için gidemiyordu. Leylâ ise onunla “konuşmak” zorunda kaldığından öfkelenmişti. İkisinin de içini, kimsenin bilemeyeceği saçmasapan bir acı yakıyordu. O anlarda dışarıdan ne olduğu tam anlaşılamıyordu. Balkonda onları izleyen arkadaşları, her ikisinin de kalbinden çok harikâ duygular geçtiklerini, şimdi, hemen şimdi, bu eziyeti daha fazla sürdüremeyerek birbirlerini kucaklayacaklarını, “Ablam! Kardeşim!” diyerek gözyaşları dökeceklerini düşünüyorlardı. Daha abla-kardeş böyle birşey yapmadan onlar ağlamaya başlayacaktı, gözleri dolmuştu çoğunun. Aslında, yumruklaşarak kavga edenleri ya da çıplak sevişenleri izlemek gibi birşeydi bu. İçlerinden biri böyle düşünüyor, bunu seyretmenin ayıp olduğuna karar veriyor ve bir arkadaşıyla beraber Ülfet’in koluna giriyor. Bir diğer grup da bir bir bahaneyle Leyla’yı balkonun öteki ucuna götürüyorlar. Biraz sonra  Ülfet’i uğurluyorlar. On dakika sonra da Leyla ayrılıyor hastaneden… 

   Bir daha da hiç görüşmüyorlar. Bir kaza, yanlışlıkla bir karşılaşma durumu filan olmuyor. Gene de nasıl oluyorsa, birbirlerini uzaktan yakından görmedikleri halde, küskünlükleri üç-dört derece daha artıyor! “Bir küskünlük-metre olsaydı ve ikisinin de gözlerine tutup ölçseydik, bu sonuç çıkardı kesin!” diyor, ve ekliyor bilge arkadaşım: “Görüşerek değil, aksine görüşmeden boy atan, iki tarafın da kendi içindeki dev ormanda vahşice büyüyen bir şeydir küskünlük.” 

   Ülfet, bebek odasındaki karşılaşmadan dört beş yıl sonra bir kaza geçiriyor. Gece evine giren iriyarı ve amatör bir hırsız, aptalca birşey yapıyor. Ülfet’i uyandırıp karşısında görünce, telaşlanarak elinde bulunan televizyonu yaşlı kadının suratına fırlatıyor. Ülfet’in kafatası eziliyor, bir ameliyatla son anda yaşama tutunuyor. Artık çevrelerinde fazla bulunmayan birkaç arkadaşları (onları gizlice bir araya getirmeye çalıştıkları için abla-kardeş çoğuna küsmüşlerdi) odanın kapısı önünde, Leylâ’nın, ablasını görmeye hastaneye geleceğini umut ederek bekleşiyorlar… Gelmiyor Leyla… Ülfet, ikinci ameliyatta kurtulamıyor. 

   “Artık son yolculuklarında birbirlerini yanlız bırakmazlar… bu kadar da olur mu canım!.. düşman mı bunlar?.. ayıp, günah…” diye fısıldaşıyordu mezarlıkta toplaşan yakınları. Birdenbire, ilerideki bir mezarın çökük ve kırık mermerlerinin kıyısında Leylâ’yı gördüklerini sanıp seviniyorlar, hüzün ve neşeyle iç çekiyorlar! “Canım, buradayız!” diye seslenenler bile oluyor. Ama gelen Leyla değil. O’nun çok yakından bildikleri koyu yeşil renkli tayyörünü andıran bir kıyafet giymiş, yaşlı bir dilenci kadın. “Şu dilenciler de bizden modern ve zengin!” diyerek hüzün verici konuyu dağıtıyorlar.

   İki yıl sonra Leylâ da ölüyor. Onun cenazesinde ise artık kimse, “Acaba Ülfet gelecek mi” diye merak etmiyor… 

   Tabii benim aklım hâlâ, bundan sonrasında sevgili okurlar. Yani gerçekten, öbür tarafta da küskünler mi!? Birkaç kadın merakla, bunun böyle olduğunu daha önce de söyleyen o medyum kadına ulaşıyorlar telefonla. Ama kadın, arayanlara: “Size küsüm! Bu konuda yardımcı olmayacağım!” deyip, telefonu çat diye kapatıyor. Sebep ise nişan yemeğine çağrılmamasıymış.

Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.

Devamını Oku

Metin Fidan’dan öykü: Sandalye

Metin Fidan’dan öykü: Sandalye
0

BEĞENDİM

ABONE OL

   Daha önce de metroyu kullanıyordum. Ama genelde yakın mesafeler olmuştu gittiğim yerler. Kartal’da bir mimarlık bürosunda iş bulduğumda, artık ilk durakta biniyor, neredeyse son durağa kadar gidiyordum. Ve ne kadar gayret etsem de, her zaman oturacak bir yer bulamıyordum! Otobüsle giderken uzun mesafeler sorun olmuyordu; çünkü insan camdan dışarıyı, arabaları, dükkanları izleyerek oyalanıyor. Metroda öyle değil ki. Karanlık tünelin nesine bakayım. Kitap okumayı denedim bir iki kere. Onda da ayakta okuyunca midem bulandı. 

   İnsanlar, bazen büyük kararlar alırlar sevgili okurlar! Şu ayakta gitme olayına kesinlikle bir çare bulacaktım. Aldığım bu karar, hemen bir çözüm getirmedi tabii. Çünkü henüz sadece, bir karar alma kararı almıştım! Beynimizin düşünce sıralaması gerçekten bir tuhaf. Bir problem için önemli bir karar almadan evvel, bu karar aşamasına geçişimizi sağlayacak onay kararını almamız gerekiyor. Hipnotize edilecek hastaya, uzmanların “önce inanmalısın” demeleri gibi birşey sanırım. Ben de çok güzel bir karar alacağıma inanıyordum. Herneyse, giriş aşamasını halletmiştim! Şimdi ikinci olarak, net bir çözüm içeren, sonuç kararını almalıydım.

   Metroda beşinci günümü de ayakta geçirince, bu karara ulaşmak çok kolay oldu: Bir sandalye almaya karar verdim ben! 

   Madem ki vagonlardaki mevcut koltuklar yetmiyordu. Öyleyse ben de tamamen bana ait olacak bir sandalye satın alırdım. Neden bu daha önce aklıma gelmedi diyerek kendime kızdım hattâ. Etrafımda kimsede rastlamamıştım böyle bir portatif tabureye veya sandalyeye. Demek ki insanlar kilometrelerce ayakta gitmekten zevk duyuyorlardı! Veya hiçbirinin aklına gelmemişti bu. Derdime sıkı bir çözüm bulduğum yetmezmiş gibi, bir de bunu buluşumun gururunu yaşadım: Kendisine ait bir iskemleye oturmayı akıl eden ilk metro yolcusu olacaktım! 

   Aslına bakılırsa çok basit bir çözümdü. Çünkü insan poposu karmaşık bir organ değildir, onu nereye koysan, nereye yaslasan, üzerindeki tüm vücudu nazlanmadan gene de taşır. Askeriyede mola dakikalarında, toprağa çimene betona oturur, hatta boylu boyunca yere uzanırdık. Okul yıllarında daracık sıraların köşesine tünedik, öğretmen sınıfa girene dek sivri kalorifer peteklerinin üzerine oturduk. İskelede vapuru, veya bir devlet dairesinde işimizin görülmesini beklerken, kıçımızı pencere pervazı gibi herhangi bir şeyin çıkıntısına defalarca yaslamışızdır. Kısacası, poponun altına koyularak vücut ağırlığının büyük bir miktarını alacak bir eşya fikri, temelde çok basittir. Etrafımızda rastladığımız kimi durumlarda, bunun gerçek bir sandalye olması gerekmediğini bile görmüşüzdür. Yanında büyükçe bir eşya bulunanlar, taşıdıkları o kolinin veya yumuşacık çuvalın üzerine çöküp dinlenirler. Ağırlığını çekiyorsa eğer, bavulunun veya çantasının üzerine oturan insanlar vardır. 

   İşte benim, yukarıdakilerin hepsinden daha güzel bir oturacak yerim olacaktı! Bu heyecanla, çarşıdaki tüm dükkanları dolaştım. Ancak istediğim gibi portatif birşey bulamadım. Bir adam, bana banyo taburesi satmaya çalıştı, “Ağbi, ikiye katlanır bu,” diyerek ısrar ediyordu. Aradığım şey ise, şu kampçıların, balık tutanların filan kullandığı, ufacık ve hafif, oturma kısmı branda bezli küçük iskemlelerdi. Tam istediğim gibi bir modeli, bir internet mağazasında buldum, hemen sipariş verdim! Kargo ücreti dahil 12 lira gibi, gayet de ucuz birşeydi. 

   Sandalyem iki gün sonra geldiğinde, bu üç parça alüminyum çubuğun beni asla taşımayacağını düşündüm. Tamam, portatifliği sebebiyle böyle ufacıktı ama, evcilik oyuncağı gibi birşeye de benziyordu. Sonuçta bunu oyun oynamak, yani eğlenmek için satın almıyordum; ayrıca sigarayı bırakınca biraz kilo da almıştım. Neyse ki, üzerinde yazan taşıma kapasitesi bilgisi içimi rahatlattı. “Sınır 100 kilo” diyordu. Öyleyse kendim rahatça oturabilir, kucağıma da 20 kiloluk oğlumu oturtabilirdim. 

   Ertesi sabah, büyük bir heyecanla sandalyemi yanıma aldım. Üzerinde omuz askısı, hattâ kenarında, pantolona bir anahtarlık gibi asmak için çengeli bile mevcuttu. Çok mutluydum sevgili okurlar! Kimseye muhtaç olmayacaktım, artık tamamen bana ait bir oturacak yerim vardı.

   Asla ayakta kalmayacağımı bilmenin gönül rahatlığıyla metronun merdivenlerini indim. Sandalyemi taşımak için omuz askısını kullanmamış, çengelinden pantolonuma asmıştım. Biraz sallanıyordu ve yürürken alüminyum çubuklar hafifçe dizime çarpıyordu ama önemsemedim. Çünkü böyle daha havalı göründüğümü düşünüyordum. 

   Bir yandan da, nasıl olsa bu kez oturacağımdan, hareketlerim daha telaşsız, görmüş geçirmiş olgun bir insan gibi gayet sakindi. Vagonlar perona girdiğinde, öyle ürkek ceylan gibi kapılara atılmadım; büyük bir özgüvenle kenarda durdum, bekledim! Herkes bindikten sonra bindim… 

   İçeride, ilk başta utandım. Açıkçası, birdenbire sandalyemi açarak oturmak tuhaf geldi, yapamadım. Biraz ayakta gittim. Sonra vaktin geldiğini düşündüm: Cırt cırtlı kilidi çözüp, brandayı gerdim. Üç çubuk ayağı güzelce açtım… Ne yapıyor bu adam diyerek bazı yolcular bana bakmaya başlamıştı. Savaş alanında araziye teçhizatını kuran bir askeri andırıyordum. Çat çut sesler çıktığından biraz da ürkmüştü belki insanlar. Sandalyem kolayca açıldı, onu boş bir yere koydum. Üzerine hafifçe oturdum. Biraz sağa sola yalpaladım önce. Ayaklarımla dengemi bulduğumda ise, kelimenin tam anlamıyla artık oturmuştum! 

   Kendimi tutamayıp bir ohh çektim. Oturmak, ne harika birşeydi arkadaşlar! Gerçi, bu arkalıksız minik sandalye, vücudumun tüm ağırlığını çekmiyordu. Dizlerim fazla bükük olduğundan, ağırlığımın birazını da ayaklarım taşıyordu. Yine de kaba bir hesapla, vücudumun yüzde seksenini sandalyem taşıyordu diyebilirim. Küçük yüzde yirmilik kısmı düşünmeyecek kadar rahattım. 

   Bu rahatlık battı. Bir de kitabımı açıp okumaya başladım. Sonra çantamdan su çıkardım, etrafıma bakınarak, yudum yudum, ağır ağır, keyifle içtim. Yapabilsem bacak bacak üstüne atacaktım. O olmadı. 

   Vagonda ayakta duran yolculara, “Becerikli, donanımlı bir insan görün işte!” dercesine bakıyordum göz ucuyla, “Portatif bir sandalye taşımayı akıl edebildim ben. Sizler enayi gibi ayakta dikilin öyle.” 

   Sonra bir an korktum. Acaba, kendime ait bu sandalyeyi de yaşlılara veya hamile yolculara vermem gerekiyor muydu? Yoo, verirdim, korkum o değildi. Fakat taşır mıydı onları? Sonuçta seyyar, basit bir iskemleydi. Bir kaza veya yaralanma yaşanırsa sorumluluk kabul etmem çünkü. 

   İlk gün böyle heyecanlarla geçti. Sandalyemden çok memnundum! Yanıma her gün alıyordum onu. Öyle sevmiştim ki vagonlar yarı boş bile gelse, ben telaş etmeden biniyor, normal koltuklara oturmayıp, kendi özel sandalyeme oturuyordum. 

   Meraklı bakışlar da hoşuma gitmeye başlamıştı. Bir iki kişi yakından ilgilendi hattâ, nereden aldığımı sordular. “Beni taşır mı?” diyen oldu. “Taşır elbette,” dedim, “Herşeyi taşır!” 

   Artık açıp katlamakta da elim çabukluk kazanmıştı. Gözüm kapalı söküp takabilirdim sandalyemi! Vagona girdiğimde, ustaca hareketlerle dört beş saniyede açıyor, ineceğim istasyona gelmeden on saniye evvel de ayağa kalkıp, bir sihirbaz gibi hızla katlıyordum… 

   Bir haftasonu oğlumu da aldım yanıma gezmek bahanesiyle. Çocuk işte, “Baba! Ben oturucam, ben!” diye hemen heyecanlandı. “Gerek yok oğlum, ikimiz de oturabiliriz zaten aynı anda,” dedim. Biraz dizlerim ağrıdı ama söylediğim gibi de oldu. 

   Bir sonraki kalabalık iş gününde, yaşlı bir adam gördüm vagonda. Kimse de yer vermemişti. Kalktım, sandalyeme buyur ettim. İlk başta anlamadı, uzaktan sadece gülümsedi bana. Herhalde modern bir zamazingo olarak gördüğü bu şeye oturamayacağını sandı. İnsanlar nedense bunu gerçek bir sandalye olarak görmüyorlardı! 

   Israr ettim amcaya, beni bile rahatça taşıdığını söyledim; kendisi zaten kürdan gibi, zayıf bir adamcağızdı. Yavaşça eğilerek, çekine çekine oturdu. Sonra birden rahatladı. Bana teşekkür etti, dualar etti! İneceği istasyona kadar oturdu öyle güzelce. Ben de tepesinde bekledim. Sonuçta sandalyenin bir arkalığı yoktu; benim gibi profesyonel olmayan birisi, bir frende tepetaklak arkaya yuvarlanabilirdi. 

   Sonraki günler, başka oturmak isteyenler ile en azından bir denemek isteyen meraklılar oldu. Bazı yolcular oturur oturmaz, “Ay, yapamam ben” diyerek kalktılar, vazgeçtiler. Fakat çoğu insan oturdu. Teşekkür ettiler, bu nazik sandalye ikramım için. Yine “nereden aldınız” diye soranlar oldu çokça. Metroda satıcılık serbest olsaymış da sandalye satsaymışım şurada, iki seferde zengin olurmuşum! 

   Böyle herkes ilgilenince, nazar değdi güzelim kırmızı sandalyeme… Portatif sandalyemi, söylediğim gibi, havalı görüneyim diye pantolon kemerime asıyordum. Bu şekilde, doğaya karşı her türlü önlemini almış, donanımlı ve çok hünerli birisi olarak göründüğümü hayal ediyordum. Ama elime alıp tutsaymışım daha iyi olurmuş! O gün metroya koşarken, ince anahtarlık kopçası kopuverdi, sandalyem tünele yuvarlandı. 

   Bu sefere binmeyip, akıbetine bakmak için bekledim. Vagonlar uzaklaştığında gördüm ki fazla öteye gitmemişti, rayların kenarındaydı.

   Tabii ki tünele inmeye cesaret edemiyordum.

   Çantalı bir adam: “Sarı çizgiyi geçmeyin asla, tehlikeli olabilir,” dedi. 

   Süslü püslü kıyafetli, yaşlı bir kadın: “Önemli birşey miydi ki?” diye sordu. Elbette önemliydi, cadaloz! İki haftadır işe onun üzerinde gidip geliyorum ben. Aşağıda rayların dibindeki çarpık çurpuk metal yığını, bir sandalyeye pek benzemiyordu gerçi. 

   Bu sırada bana yardım etmek isteyen insanlar da oldu. Tepedeki ekranda, yeni vagonların gelmesine daha iki dakika olduğu yazıyordu. Bir adam: 

   “Eğilerek alınabilir belki,” dedi, “Ben belinizden tutarım sizi.”

   Bir kadın cesaret verdi: “İnip alın!” dedi, “Merak etmeyin, bakıyorum ben tünelin ucuna, vagon geliyor mu diye!”

   “Raylarda elektrik olabilir,” dedi başka birisi.

   Bir süre de bunu tartıştık. Raylarda sahiden elektrik var mıydı, varsa ayakkabılarımla yere temas ettiğimde beni çarpar mıydı? Kimsenin elektrik bilgisi bu konuda yeterli değildi. Tam bu sırada, gözü pek, atik bir genç, raylara inmeye kalktı. Yarı beline kadar sarktı aşağıya:

   “Alırım ben ağbi!” dedi.

   O anda yaklaşan vagonların uğultusunu işittik. Belinden tutup yukarı çektim, yirmi yaşlarındaki bu yiğit delikanlıyı. Ucuz bir sandalye için insanları riske atamazdım elbette… Gümbürtüyle perona girdi vagonlar. Ardından belli belirsiz, küçük bir alüminyum çıtırtısı işittim. 

   Sandalyemin ezilmiş halini görmemek için, aşağıya bakmadım ve gelen vagona bindim. Araç hareket etti. Mutsuzluğum her halimden belliydi. Ayaktaydım. Bu mahzun halime acıyarak bana yer gösterdiler, gözü pek delikanlı ayağa kalktı: “Buyur otur ağbi, geçmiş olsun,” dedi.

   Bu kötü olayı ve üzüntümü çabucak atlattım. Ertesi gün internette aynısından, iki tane portatif sandalye siparişi verdim! Birine oturuyorum, birini de yanımdaki arkadaşıma veya ihtiyacı olan bir yolcuya ikram ediyorum.

Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.

Devamını Oku

Metin Fidan’dan bir öykü: Tavuklu nohut

Metin Fidan’dan bir öykü: Tavuklu nohut
0

BEĞENDİM

ABONE OL

   Hayatta en ufak bir şekilde bana torpil yapılmasından hoşlanmam! Çok iyi kalpli ve mükemmel yaradılışlı bir insan olsaydım, belki bu söylediğimle şu an gurur duyabilirdim. Ne var ki mesele, basit bir ahlak meselesi değil. Sadece, böyle bir arka çıkılması durumunda nasıl davranacağımı bilemem. Elim ayağıma dolanır, dilim tutulur. Üstelik en acayibi, bu bana çok da aptalca gelir!

   Özellikle, bir ortamda derdinizi açtığınızda size söylenen: “Şu kişiye git. Benim gönderdiğimi söyle!” lafından bahsediyorum. Bu gizemli laf size de edilmiştir mutlaka arkadaşlar, defalarca işitmiş olmalısınız! İşte bu söz, bana nedense öylesine absürd gelir ki, bunun saçmalığıyla o anda boşluğa haykırmak, kahkahalar atmak isterim. Birisinin karşısına çıkıp da, o kişiye “beni şu kişi gönderdi” demek, nedense çok anlamsız ve delice geliyor bana… 

   Aynı duyguyu gene yaşamak zorunda kalmıştım. Oturduğum dairenin girişindeki, sensörlü tavan lambası arızalanmıştı. Ampulunu değiştirmiştim ama fayda etmemişti. Galiba bozulmuştu. 

   Girişteki, aidatları da kendisine ödediğimiz komşuya gittim, bu durumdan bahsettim. Lambalar apartmana mı, yoksa tek tek kiracılara mı aitti acaba? Ayrıca yakınlarda bir elektrikçi olup olmadığını sordum.

   Benden beş on yaş kadar büyük erkek komşum, öylece kaldı, boş boş yüzüme baktı. Sonra birdenbire, heyecanla hatırlayarak, “Nereye git biliyor musun,” dedi, “Şu yukarıda Karakolhane caddesinde, fırının yanındaki elektrikçiye! Adını unuttum şimdi dükkanın. Oraya git, onlar gelir yapar.”

   Tam arkamı dönüp gidiyordum, durdurdu:

   “Benim gönderdiğimi söyle,” dedi! “‘Hülya apartmanından Erkan Yörükoğlu gönderdi’ de! Söyle ama. İlgilenirler, ucuza yaparlar. Böyle söyle sen!” 

   Sokağa çıktım. Yine üzerimde o acayip baskı vardı. Böyle birşey söylemeyi istemiyordum! Söylememekle ayıp birşey de yapmış olmazdım aslında. Selam göndermek gibi değildi sonuçta. Çünkü bazen yanına bunu da eklerler: “Selamımı ilet, benim gönderdiğimi söyle,” derler. Fakat komşum sadece, seni benim gönderdiğimi söyle demişti, selam göndermemişti. O yüzden ben de hiçbirşey söylemeyecektim. Utanıyordum ve saçma buluyordum, ne yapayım! Birisi tarafından gönderilmedim diye, yüzlerce lira kazık mı atılacaktı bana yani? 

   Fırını geçince bir elektrikçi göremedim. Biraz daha ilerideydi, herhalde orasıydı. 

   Garip bir koku vardı girdiğim dükkanın içinde. Ama elektrik kokusu, yani elektrikçilere veya elektrikli eşyalara özgü o kokudan değildi. Pek düzenlenmemiş, karışık bir dükkandı; neredeyse yaz sezonu geldiği halde etrafta üst üste, renkli ambalajları içinde elektrik sobaları duruyordu. Ortalıkta yolu kapatan, ince elektrik kabloları ve daha kalın anten kabloları yığınları vardı. Tezgahın arkasında yaşlı bir adam oturuyordu. Onun da arkasında, bir perdeyle arka tarafa açılan bir giriş gördüm. 

   İhtiyar elektrikçiye sorunumdan bahsettim. Beni Erkan Yörükoğlu’nun gönderdiğini söyleyip söylememekte ise kararsızdım! Çünkü torpille iş yapmayı istemiyordum. 

   Sensörün kesinlikle bozulmuş olduğunu, o hareket sensörlerinin tamirinin mümkün olmadığını, işçilik dahil yetmişbeş liraya yeni bir lamba takabileceklerini söyledi adam. 

   Şu durumumda benim için oldukça pahalıydı! Derin bir nefes aldım. Gözlerimi yumdum. Ve prensibimi bir defalığına yok sayarak:

   “Beni, Erkan Yörükoğlu gönderdi!” dedim, “Hülya apartmanı, giriş katı.”

   “Hangi Erkan?” dedi adam. Yeni kiracı sayılırdım o binada. Komşum hakkında çok birşey bilmiyordum. Onu nasıl tanıtabileceğimi düşündüm. 

   “Yuvarlak burunlu ve ensesinde kabarık saçları olan Erkan Yörükoğlu,” dedim.

   “Giriş katının altı, değil mi?” diye sordu ihtiyar. 

   “Üstü. Pardon, ortası yani. Tam giriş!” dedim.

   “Haa, tamam. Tamam!” dedi adam, “Bu çok iyi oldu, şansa bak!” Sonra arkasına dönerek seslendi. 

   Merdivenlerden inen ayak sesleri duydum. Arkadaki perde aralandı, elinde tencereyle bir kadın yanaştı tezgaha. 

   Tencereyi, altındaki vitrinde fişler, prizler ve çeşitli soketlerin sergilendiği camlı masanın üzerine bıraktı. Adam da tencereyi önüme iteledi.

   “Dikkat et, hâlâ sıcak olabilir. Tavuklu nohut yemeği var içinde. Giderken bunu da Ertan bey’e götürür müsün sana zahmet?” 

   “Tamam, götürürüm de,” dedim, “Böyle dökülmez mi?” 

   “Dökülmez!” dedi elektrikçinin yaşlı karısı, birdenbire havalara girerek. “Kenarları lastikli, kilitlenebilen, pahalı ve özel bir tenceredir o.” 

   İhtiyar elektrikçi bana döndü: 

   “Oğlum başka bir işte şu an. Gelince söylerim kendisine, lambana bakmaya gelir. Eh, madem yabancı değilsin, o kadar almayalım senden! 50 lira yeter.”

   “Sağolun,” dedim, tam adresimi ve daire numaramı bıraktım.

   “Sen de sağolasın!” dedi.

   Tavuklu nohut tenceresini güzelce kavrayıp dışarıya çıktım. 

   Çok yağlı bir yemek olmalıydı. Kadının o kadar dökülmez demesine rağmen biraz dökülmüştü gene de yolda. Pantolonumun bel bölgesinde yağlar parıldıyordu. Belki ben çok sallamıştım tencereyi. Aklım da bir karış havadaydı. Yaptığım şey bir macera gibi geliyordu. İnsan sormaz mı, niye yemek gönderiyorsun adama? Hangi Erkan bu tam olarak? Sormamıştım… 

   Komşumun kapısını çaldım. Olanları anlattım. 

   Şaşırdı, “Yanlış elektrikçiye gitmiş olmayasın?” dedi. Tencereye baktı sonra: “İçinde ne var?” 

   “Tavuklu nohut,” dedim.

   “Of, bayılırım!” dedi. “Nohut, öyle ahım şahım bir gıda değildir gerçi. Ama içine tavuk eti konulunca herşey lezzetli oluyor! Hele baharatı ve yağı da yerindeyse.”

   “Bayağı yağlı,” dedim. Pantolonumu gösterdim.

   Komşum iyilik yaptı ve beni yemek yemek için içeriye davet etti. 

   Yemek ona mı gönderildi, başkasına mı, emin değildim. Bu durum henüz belli değildi. Bir an duraksadım kapıda. Elektrikçiyi tanıdığını söyleyen oydu fakat. İşin sorumluluğu ve günahı onda diye düşünerek, girdim içeriye.

   Komşumun, çok güzel bir manzarası bulunan balkonuna geçtik. Tam karşıdaki yolda metro inşaatı vardı. Tüm caddeyi kazmışlardı. Ama inşaata bir süre ara verilmişti. İşçiler ve iş makineleri yoktu ortalıkta. İnsana ferahlık veren, upuzun, derin bir çukura bakıyorduk sadece. Eskiden caddeden tozlar saçarak gürültüyle geçen otomobillerden daha iyiydi. 

   Ensesi gerçekten de çok kabarık saçlı olan komşum (doğru tarif etmişim elektrikçiye) ortasına tencereyi oturttuğu küçük bir masanın üzerine, iki beyaz plastik tabak, iki kaşık, bir de kocaman ekmek koydu. İki bardak da soğuk su getirdi. 

   Konuşmadan, tavuklu nohutu sildik süpürdük. Ben çukura bakarken, komşum tencereyi mutfağa götürüp pırıl pırıl yıkadı, getirip bana verdi. O yıkadığından, geri götürmek de bana düşüyordu demek. 

   Boş tencereyi alıp yukarıya çıktığımda, kapımın önünde eli çantalı bir adam gördüm. Kafasını kaldırmış, tavandaki bozuk lambaya bakıyordu. 

   İhtiyar elektrikçinin oğluydu herhalde. Dönüp, bir an öfkeyle tencereye baktı. Sonra çantasını açıp, yeni bir tavan lambası çıkartırken, “Merdiveniniz var mı? diye sordu. 

   “Var, getireyim,” dedim. Yatak odasında duran, yıllardır benimle beraber olan, her taşındığım eve götürdüğüm, üzerindeki boya kalıntılarından artık gerçek rengi seçilemeyen, can yoldaşım merdivenimi getirdim. Elektrikçi üzerine çıkarak eski lambayı söktü, yenisini taktı. Daha sonra hareket sensörü ayarlarını yaptı. Çalıştırıp kontrol ettik. Nihayet söylemesinin vakti gelmiş gibi, usulca bana döndü:

   “Nohutu alıp gitmenizi anlamıyorum! Siz merdiveni getirirken gözüm kaydı ve şöyle içeriye bir baktım da. Salonda ince ekranlı, kocaman bir televizyonunuz var. Öyle fakir, muhtaç bir insana benzemiyorsunuz yani. Niçin yaptınız bunu?” 

   Utandım. Biraz da korktum belki. Çünkü sahtekârlığa da benziyordu yaptığımız şey. 

   “Babam, birisiyle karıştırmış olmalı sizi veya adresi. Tencereyi alarak gitmeniz gerekmezdi ama.” 

   Demek ki yemek, sahiden başka birisine gönderilmişti. Öfkeli elektrikçi, malzemelerini toplayarak çantasına koyarken: 

   “Aşağıdaki komşunuzu tanıyoruz, fakat çok uzaktan, öylesine,” dedi, “Bir iki defa gelmişti dükkana sadece. O da ayıp etmiş bu konuda. Söyleyeceğim kendisine!”   

   “Çok özür diliyorum,” dedim. “İnanın, istemeden yaptık bunu. Nasıl oldu hiç anlamıyorum!” 

   Anlamasak da, silip süpürmüştük sonuçta bir tencere tavuklu nohutu. Aklıma birdenbire bir fikir geldi: Bu tür benzeri ikram durumlarında, boş tencere içine birşey konularak geri verilirdi. Mutfakta ne var ki diye düşündüm? “Hemen geliyorum,” deyip içeriye koştum. 

   İçine iki tane Amasya elması ve marketten aldığım hazır yaprak dolması pakedini koyduğum temiz tencereyi adama uzattım. 

   Kapağı açıp, içine baktı elektrikçi:

   “Alay mı ediyorsunuz? Haa, anladım! Sen o yemeği, iyilik olsun diye o kişiye gönderdiğimizi sanıyorsun. Hayır, alakası yok! Annem çok güzel tavuklu nohut yapar, mahallede meşhurdur. Ve o Ertan bey, dikkatinizi çekerim Erkan değil, Ertan, her hafta parasını vererek bir tencere tavuklu nohut yaptırtır anneme. Kısacası, bu yemeği yerine koymanız gerekiyor!”

   Aptallığımın üzerini örtmek için her şeyi yapmaya hazırdım. 

   “Elbette,” dedim, “Ne yapabiliriz, söyleyin!?” 

   “Gayet basit. Tencereyi alıp bir lokantaya gideceksiniz. İçine tavuklu nohut koyduracaksınız. Sonra yemeği, size vereceğim doğru adresteki gerçek kişiye götüreceksiniz. Yalnız, önce lambanın parasını öde arkadaş.”

   Cüzdanımı açtım, yüz lira çekip uzattım; elli lira para üstü bekleyerek. 

  “Gerçekten Ertan beyin bir tanışı olsaydınız, babamın söylediği gibi elli liraya yapacaktım. Ama böyle birşey olmadığı için, fiyat eski normal haline, yetmişbeş liraya çıktı. Fakat ben yüz liranın tamamını alacağım. Nohutu gerçek sahibine götürdüğünüzde, yirmibeş liranızı geri ödeyeceğim.” 

   Yapacak birşey yoktu. Adam gene nezaketli sayılırdı. Bağırıp çağırmamıştı. Üstelik bir de tavsiye verdi: 

   “Halitağa caddesindeki şu Balkan lokantasına gidin!” dedi, “Orası bol çeşit ve hesaplı sayılır.” 

   Tam merdivenlerden inecekken durdu, bana döndü: 

   “Haa. Benim gönderdiğimi söyleyin! Tanırlar beni. Arkadaşlarla orada oturup irmik tatlısı yeriz sürekli. Benim gönderdiğimi söyleyin mutlaka. Fazla para almazlar böylece.” 

   Tencerenin içindekileri mutfağa boşaltıp, dışarıya çıktım. Balkan lokantası iki üç sokak ötedeydi. Self servis hizmet yapılan, nisbeten ucuz fiyata satılarak sürümden kazanılan, şu bol çeşitli lokantalardan biriydi. Acaba tavuklu nohut da yapıyorlar mıydı!? Yürürken içime bu telaş düştü birdenbire… 

   Lokantada, camlı vitrinin önünde uzun bir müşteri kuyruğu vardı. Direkt kasa tarafına yöneldim ben, yetkili birini gözüme kestirip sordum. 

   Mavi gömlekli bir müdür, nohutun bir tabaklık porsiyonunun 3.70 kuruş olduğunu söyledi. Elimdeki boş tencereye baktı sonra: “Altı porsiyon alır bu,” dedi, “Yani 22 lira eder. Ama madem toptan alıyorsunuz, siz 20 lira verin yeter.” 

   “Beni şu elektrikçi gönderdi” diye söylemeli miydim, bunu düşünüyordum o saniyelerde. Daha lambaya yetmişbeş lira verecektim. Sıkışık günlerimdi. Birazcık tanıdık indirimi hiç fena olmazdı. Ama sevmiyordum işte bunu demeyi. Hem de bir nohut yemeği için! Fakat gene şeytana uydum ve söyleyiverdim: Beni yukarıdaki bilmem ne dükkanındaki elektrikçi bey gönderdi dedim. 

   Mavi gömlekli müdür durakladı bir an, dükkanın ismini işitince. Yanındaki kasiyer kız sokuldu, adamın kulağına birşeyler söyledi. 

   Bana döndü yetkili ve mavi gömlekli adam: 

   “O herifin epey borcu varmış zaten. Kendisi ve arkadaşları irmik tatlılarını yiyip yiyip, birşey ödememişler. Siz de bir yakınısınız demek? Gelip de borcunu kapatmadan, sülâlesinden bir kişiye bile yemek veremeyiz artık.” 

   Tencereyle dışarıya çıktım. Ne abuk sabuk bir gündü yahu! Elektrikçi dükkanına gidip, kaliteli boş tencerelerini geri vermeyi, tartışarak da olsa, sonu kavga dövüş de olsa bu aptalca meseleyi bitirmeyi düşündüm. Fakat aklımda, asıl öbür adam vardı. Yani, yanlışlıkla tavuklu nohutunu yediğimiz adam. Garip bir şekilde, ona karşı sorumluluk hissediyordum ben! Şu an özlemle nohutunu bekliyor olabilirdi. 

   Başka nerede çok çeşit yemek satan lokanta vardır acaba diye etrafıma bakındım. Ufak bir lokanta buldum caddenin ilerisinde. Nohut da vardı. Fakat ne yazık ki tavuklu değildi! Aklımda bunun için başka bir çözüm ürettim… 

   Yirmi dakika kadar sonra, kağıtta yazan adrese gelmiştim. Ve yediğimiz haltın, yani nohutun asıl sahibinin evinin zilini çaldım. 

   Kapıyı, çok güzel bir kadın açtı. Beyaz tenli, hafif tavuk, aman! balık etinde bir kadındı. Kocaman yapraklı çiçek desenleri içinde, çok güzel bir elbisesi vardı. Artık kafam allak bullak olmuştu. Herhalde gene bir yanlışlık oldu dedim. Acaba bugün nasıl bitecekti? Tipine bakınca tahmin ettiğim şeyi, konuşmaya başlayınca anladım. Kadın, yabancı birisiydi. 

   “Sen arıyor, kim?” dedi. 

   İçeriden odun gibi, sert bir erkek sesi duydum: 

   “Mirela! Kim geldi? Güzel kokular alıyorum! Nohut mu geldi yoksa? Eşref, sen misin? Bekle bir saniye…” 

   Bir gürültü patırtı oldu, bir dolap kapanma sesi işitildi. Lacivert kolsuz fanilalı, iriyarı ve göbekli bir adam geldi kapıya. Elindeki kocaman inşaat matkabını bana uzattı.

   Sonra matkabı geri çekti.

   “Sen Eşref değilsin.”

   Eşref, lambamı takmaya gelen elektrikçinin ismiydi. Nohutun asıl sahibine, durumu anlattım. O da bana, benim bilmediklerimi söyledi: Eşref her hafta, anasının yaptığı tavuklu nohutu getirirmiş ona. Yaşanan tuhaflığı öğrenince, üzüldü basbayağı adam. Babacan, iyi kalpli birisine benziyordu. 

   “Eh, olmuş artık, n’apalım!” dedi, “Senin getirdiğin nohut nasıl bari?” 

   “Hiç fena değil. Ama, tavuksuz,” dedim. Sonra diğer elimdeki poşetten, gelirken marketten aldığım hazır tavuk pakedini çıkardım. 

   “Böyle yaptım ben de. Belki bunu kızartır, sonra doğrayarak içine atarsınız?”

   Gerçekten iyi bir adamdı galiba. Bu halime çok güldü.

   “Öyle olur mu yahu!?” dedi, “Yemek pişirmekten hiç anlamadığın belli. Tatları birbirine güzel karışmaz öyle!” 

   Elimden tencereyi aldı, yanındaki kadına verdi: “Mirelacığım. Bunu götür, içeride bir kaba boşalt. Tencereyi de şöyle hızlıca bir yıka getir bakayım.” Giderken kadının kalçasına bir şaplak patlattı, sonra bana döndü tekrar: 

   “Tavuksuz nohutu, daha doğrusu, ayrıyeten yanına çiğ tavuk eklenmiş nohutu kabul ediyorum! Sen de karşılığında, bu ödünç aldığım matkabı Eşref’e geri götüreceksin.” 

   “Elbette ki Erkan bey!” dedim. 

   “Yalnız, arka odaya hat çekerken, kablo Tv’nin kablosunu geçirmek için deldiğim duvar çok sertti. Zorlarken ince uçlardan bir tanesini kırdım. Senden ricâm, dükkana giderken, yolunun üzerindeki nalbura uğra, bir tane yeni uç al da götür.”

   Buna da: “Tabii,” dedim.

   “Şu on lirayı al. Ve benim gönderdiğimi söyle! Fazla para isterse, verme. Seni benim yolladığımı söyle nalbura.” 

   “Yeter ama,” diye küçük bir çığlık kopardım! “Yeter, rica ederim. Artık kimse beni bir yere gönderip, ‘seni şu gönderdi de’ filan demesin, lütfen!” 

   O ani telaşla geriye sıçrayıp, sokak kapısının önüne dek gitmişim. 

   “Tamam yahu, gel buraya,” dedi Erkan bey, “Ne acayip adammışsın sen! Heh heh! Sadece matkabı götür ver, tamam. Ucu ben alır bırakırım sonra.” 

   O sırada Mirela da geldi içeriden, temiz tencereyi uzattı bana. Adam da matkabı tencerenin içine koydu, “Hadi güle güle!” dedi. 

   Tencerenin kapağını örttüm ama kapanmadı tam. Sokağa çıktım o şekilde. Ne kadar zararda olduğumu hesaplamaya çalıştım yürürken. Yirmibeş liramı birazdan geri alacaktım. Ama markette tavuğa oniki lira vermiştim. Öte yandan, bedavaya çok lezzetli bir tavuklu nohut yemiştim. Fakat lokantadan onbeş liraya bir tencere nohut yemeği satın almıştım. Bu kadar. Beynim durdu, başka birşey hesaplayamadım. Tıkır mıkır birşey çarpıyordu kaldırıma. Baktım: Matkabın kablosunu toplayıp, tencereye geri soktum. 

Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.