Hayatta en ufak bir şekilde bana torpil yapılmasından hoşlanmam! Çok iyi kalpli ve mükemmel yaradılışlı bir insan olsaydım, belki bu söylediğimle şu an gurur duyabilirdim. Ne var ki mesele, basit bir ahlak meselesi değil. Sadece, böyle bir arka çıkılması durumunda nasıl davranacağımı bilemem. Elim ayağıma dolanır, dilim tutulur. Üstelik en acayibi, bu bana çok da aptalca gelir!
Özellikle, bir ortamda derdinizi açtığınızda size söylenen: “Şu kişiye git. Benim gönderdiğimi söyle!” lafından bahsediyorum. Bu gizemli laf size de edilmiştir mutlaka arkadaşlar, defalarca işitmiş olmalısınız! İşte bu söz, bana nedense öylesine absürd gelir ki, bunun saçmalığıyla o anda boşluğa haykırmak, kahkahalar atmak isterim. Birisinin karşısına çıkıp da, o kişiye “beni şu kişi gönderdi” demek, nedense çok anlamsız ve delice geliyor bana…
Aynı duyguyu gene yaşamak zorunda kalmıştım. Oturduğum dairenin girişindeki, sensörlü tavan lambası arızalanmıştı. Ampulunu değiştirmiştim ama fayda etmemişti. Galiba bozulmuştu.
Girişteki, aidatları da kendisine ödediğimiz komşuya gittim, bu durumdan bahsettim. Lambalar apartmana mı, yoksa tek tek kiracılara mı aitti acaba? Ayrıca yakınlarda bir elektrikçi olup olmadığını sordum.
Benden beş on yaş kadar büyük erkek komşum, öylece kaldı, boş boş yüzüme baktı. Sonra birdenbire, heyecanla hatırlayarak, “Nereye git biliyor musun,” dedi, “Şu yukarıda Karakolhane caddesinde, fırının yanındaki elektrikçiye! Adını unuttum şimdi dükkanın. Oraya git, onlar gelir yapar.”
Tam arkamı dönüp gidiyordum, durdurdu:
“Benim gönderdiğimi söyle,” dedi! “‘Hülya apartmanından Erkan Yörükoğlu gönderdi’ de! Söyle ama. İlgilenirler, ucuza yaparlar. Böyle söyle sen!”
Sokağa çıktım. Yine üzerimde o acayip baskı vardı. Böyle birşey söylemeyi istemiyordum! Söylememekle ayıp birşey de yapmış olmazdım aslında. Selam göndermek gibi değildi sonuçta. Çünkü bazen yanına bunu da eklerler: “Selamımı ilet, benim gönderdiğimi söyle,” derler. Fakat komşum sadece, seni benim gönderdiğimi söyle demişti, selam göndermemişti. O yüzden ben de hiçbirşey söylemeyecektim. Utanıyordum ve saçma buluyordum, ne yapayım! Birisi tarafından gönderilmedim diye, yüzlerce lira kazık mı atılacaktı bana yani?
Fırını geçince bir elektrikçi göremedim. Biraz daha ilerideydi, herhalde orasıydı.
Garip bir koku vardı girdiğim dükkanın içinde. Ama elektrik kokusu, yani elektrikçilere veya elektrikli eşyalara özgü o kokudan değildi. Pek düzenlenmemiş, karışık bir dükkandı; neredeyse yaz sezonu geldiği halde etrafta üst üste, renkli ambalajları içinde elektrik sobaları duruyordu. Ortalıkta yolu kapatan, ince elektrik kabloları ve daha kalın anten kabloları yığınları vardı. Tezgahın arkasında yaşlı bir adam oturuyordu. Onun da arkasında, bir perdeyle arka tarafa açılan bir giriş gördüm.
İhtiyar elektrikçiye sorunumdan bahsettim. Beni Erkan Yörükoğlu’nun gönderdiğini söyleyip söylememekte ise kararsızdım! Çünkü torpille iş yapmayı istemiyordum.
Sensörün kesinlikle bozulmuş olduğunu, o hareket sensörlerinin tamirinin mümkün olmadığını, işçilik dahil yetmişbeş liraya yeni bir lamba takabileceklerini söyledi adam.
Şu durumumda benim için oldukça pahalıydı! Derin bir nefes aldım. Gözlerimi yumdum. Ve prensibimi bir defalığına yok sayarak:
“Beni, Erkan Yörükoğlu gönderdi!” dedim, “Hülya apartmanı, giriş katı.”
“Hangi Erkan?” dedi adam. Yeni kiracı sayılırdım o binada. Komşum hakkında çok birşey bilmiyordum. Onu nasıl tanıtabileceğimi düşündüm.
“Yuvarlak burunlu ve ensesinde kabarık saçları olan Erkan Yörükoğlu,” dedim.
“Giriş katının altı, değil mi?” diye sordu ihtiyar.
“Üstü. Pardon, ortası yani. Tam giriş!” dedim.
“Haa, tamam. Tamam!” dedi adam, “Bu çok iyi oldu, şansa bak!” Sonra arkasına dönerek seslendi.
Merdivenlerden inen ayak sesleri duydum. Arkadaki perde aralandı, elinde tencereyle bir kadın yanaştı tezgaha.
Tencereyi, altındaki vitrinde fişler, prizler ve çeşitli soketlerin sergilendiği camlı masanın üzerine bıraktı. Adam da tencereyi önüme iteledi.
“Dikkat et, hâlâ sıcak olabilir. Tavuklu nohut yemeği var içinde. Giderken bunu da Ertan bey’e götürür müsün sana zahmet?”
“Tamam, götürürüm de,” dedim, “Böyle dökülmez mi?”
“Dökülmez!” dedi elektrikçinin yaşlı karısı, birdenbire havalara girerek. “Kenarları lastikli, kilitlenebilen, pahalı ve özel bir tenceredir o.”
İhtiyar elektrikçi bana döndü:
“Oğlum başka bir işte şu an. Gelince söylerim kendisine, lambana bakmaya gelir. Eh, madem yabancı değilsin, o kadar almayalım senden! 50 lira yeter.”
“Sağolun,” dedim, tam adresimi ve daire numaramı bıraktım.
“Sen de sağolasın!” dedi.
Tavuklu nohut tenceresini güzelce kavrayıp dışarıya çıktım.
Çok yağlı bir yemek olmalıydı. Kadının o kadar dökülmez demesine rağmen biraz dökülmüştü gene de yolda. Pantolonumun bel bölgesinde yağlar parıldıyordu. Belki ben çok sallamıştım tencereyi. Aklım da bir karış havadaydı. Yaptığım şey bir macera gibi geliyordu. İnsan sormaz mı, niye yemek gönderiyorsun adama? Hangi Erkan bu tam olarak? Sormamıştım…
Komşumun kapısını çaldım. Olanları anlattım.
Şaşırdı, “Yanlış elektrikçiye gitmiş olmayasın?” dedi. Tencereye baktı sonra: “İçinde ne var?”
“Tavuklu nohut,” dedim.
“Of, bayılırım!” dedi. “Nohut, öyle ahım şahım bir gıda değildir gerçi. Ama içine tavuk eti konulunca herşey lezzetli oluyor! Hele baharatı ve yağı da yerindeyse.”
“Bayağı yağlı,” dedim. Pantolonumu gösterdim.
Komşum iyilik yaptı ve beni yemek yemek için içeriye davet etti.
Yemek ona mı gönderildi, başkasına mı, emin değildim. Bu durum henüz belli değildi. Bir an duraksadım kapıda. Elektrikçiyi tanıdığını söyleyen oydu fakat. İşin sorumluluğu ve günahı onda diye düşünerek, girdim içeriye.
Komşumun, çok güzel bir manzarası bulunan balkonuna geçtik. Tam karşıdaki yolda metro inşaatı vardı. Tüm caddeyi kazmışlardı. Ama inşaata bir süre ara verilmişti. İşçiler ve iş makineleri yoktu ortalıkta. İnsana ferahlık veren, upuzun, derin bir çukura bakıyorduk sadece. Eskiden caddeden tozlar saçarak gürültüyle geçen otomobillerden daha iyiydi.
Ensesi gerçekten de çok kabarık saçlı olan komşum (doğru tarif etmişim elektrikçiye) ortasına tencereyi oturttuğu küçük bir masanın üzerine, iki beyaz plastik tabak, iki kaşık, bir de kocaman ekmek koydu. İki bardak da soğuk su getirdi.
Konuşmadan, tavuklu nohutu sildik süpürdük. Ben çukura bakarken, komşum tencereyi mutfağa götürüp pırıl pırıl yıkadı, getirip bana verdi. O yıkadığından, geri götürmek de bana düşüyordu demek.
Boş tencereyi alıp yukarıya çıktığımda, kapımın önünde eli çantalı bir adam gördüm. Kafasını kaldırmış, tavandaki bozuk lambaya bakıyordu.
İhtiyar elektrikçinin oğluydu herhalde. Dönüp, bir an öfkeyle tencereye baktı. Sonra çantasını açıp, yeni bir tavan lambası çıkartırken, “Merdiveniniz var mı? diye sordu.
“Var, getireyim,” dedim. Yatak odasında duran, yıllardır benimle beraber olan, her taşındığım eve götürdüğüm, üzerindeki boya kalıntılarından artık gerçek rengi seçilemeyen, can yoldaşım merdivenimi getirdim. Elektrikçi üzerine çıkarak eski lambayı söktü, yenisini taktı. Daha sonra hareket sensörü ayarlarını yaptı. Çalıştırıp kontrol ettik. Nihayet söylemesinin vakti gelmiş gibi, usulca bana döndü:
“Nohutu alıp gitmenizi anlamıyorum! Siz merdiveni getirirken gözüm kaydı ve şöyle içeriye bir baktım da. Salonda ince ekranlı, kocaman bir televizyonunuz var. Öyle fakir, muhtaç bir insana benzemiyorsunuz yani. Niçin yaptınız bunu?”
Utandım. Biraz da korktum belki. Çünkü sahtekârlığa da benziyordu yaptığımız şey.
“Babam, birisiyle karıştırmış olmalı sizi veya adresi. Tencereyi alarak gitmeniz gerekmezdi ama.”
Demek ki yemek, sahiden başka birisine gönderilmişti. Öfkeli elektrikçi, malzemelerini toplayarak çantasına koyarken:
“Aşağıdaki komşunuzu tanıyoruz, fakat çok uzaktan, öylesine,” dedi, “Bir iki defa gelmişti dükkana sadece. O da ayıp etmiş bu konuda. Söyleyeceğim kendisine!”
“Çok özür diliyorum,” dedim. “İnanın, istemeden yaptık bunu. Nasıl oldu hiç anlamıyorum!”
Anlamasak da, silip süpürmüştük sonuçta bir tencere tavuklu nohutu. Aklıma birdenbire bir fikir geldi: Bu tür benzeri ikram durumlarında, boş tencere içine birşey konularak geri verilirdi. Mutfakta ne var ki diye düşündüm? “Hemen geliyorum,” deyip içeriye koştum.
İçine iki tane Amasya elması ve marketten aldığım hazır yaprak dolması pakedini koyduğum temiz tencereyi adama uzattım.
Kapağı açıp, içine baktı elektrikçi:
“Alay mı ediyorsunuz? Haa, anladım! Sen o yemeği, iyilik olsun diye o kişiye gönderdiğimizi sanıyorsun. Hayır, alakası yok! Annem çok güzel tavuklu nohut yapar, mahallede meşhurdur. Ve o Ertan bey, dikkatinizi çekerim Erkan değil, Ertan, her hafta parasını vererek bir tencere tavuklu nohut yaptırtır anneme. Kısacası, bu yemeği yerine koymanız gerekiyor!”
Aptallığımın üzerini örtmek için her şeyi yapmaya hazırdım.
“Elbette,” dedim, “Ne yapabiliriz, söyleyin!?”
“Gayet basit. Tencereyi alıp bir lokantaya gideceksiniz. İçine tavuklu nohut koyduracaksınız. Sonra yemeği, size vereceğim doğru adresteki gerçek kişiye götüreceksiniz. Yalnız, önce lambanın parasını öde arkadaş.”
Cüzdanımı açtım, yüz lira çekip uzattım; elli lira para üstü bekleyerek.
“Gerçekten Ertan beyin bir tanışı olsaydınız, babamın söylediği gibi elli liraya yapacaktım. Ama böyle birşey olmadığı için, fiyat eski normal haline, yetmişbeş liraya çıktı. Fakat ben yüz liranın tamamını alacağım. Nohutu gerçek sahibine götürdüğünüzde, yirmibeş liranızı geri ödeyeceğim.”
Yapacak birşey yoktu. Adam gene nezaketli sayılırdı. Bağırıp çağırmamıştı. Üstelik bir de tavsiye verdi:
“Halitağa caddesindeki şu Balkan lokantasına gidin!” dedi, “Orası bol çeşit ve hesaplı sayılır.”
Tam merdivenlerden inecekken durdu, bana döndü:
“Haa. Benim gönderdiğimi söyleyin! Tanırlar beni. Arkadaşlarla orada oturup irmik tatlısı yeriz sürekli. Benim gönderdiğimi söyleyin mutlaka. Fazla para almazlar böylece.”
Tencerenin içindekileri mutfağa boşaltıp, dışarıya çıktım. Balkan lokantası iki üç sokak ötedeydi. Self servis hizmet yapılan, nisbeten ucuz fiyata satılarak sürümden kazanılan, şu bol çeşitli lokantalardan biriydi. Acaba tavuklu nohut da yapıyorlar mıydı!? Yürürken içime bu telaş düştü birdenbire…
Lokantada, camlı vitrinin önünde uzun bir müşteri kuyruğu vardı. Direkt kasa tarafına yöneldim ben, yetkili birini gözüme kestirip sordum.
Mavi gömlekli bir müdür, nohutun bir tabaklık porsiyonunun 3.70 kuruş olduğunu söyledi. Elimdeki boş tencereye baktı sonra: “Altı porsiyon alır bu,” dedi, “Yani 22 lira eder. Ama madem toptan alıyorsunuz, siz 20 lira verin yeter.”
“Beni şu elektrikçi gönderdi” diye söylemeli miydim, bunu düşünüyordum o saniyelerde. Daha lambaya yetmişbeş lira verecektim. Sıkışık günlerimdi. Birazcık tanıdık indirimi hiç fena olmazdı. Ama sevmiyordum işte bunu demeyi. Hem de bir nohut yemeği için! Fakat gene şeytana uydum ve söyleyiverdim: Beni yukarıdaki bilmem ne dükkanındaki elektrikçi bey gönderdi dedim.
Mavi gömlekli müdür durakladı bir an, dükkanın ismini işitince. Yanındaki kasiyer kız sokuldu, adamın kulağına birşeyler söyledi.
Bana döndü yetkili ve mavi gömlekli adam:
“O herifin epey borcu varmış zaten. Kendisi ve arkadaşları irmik tatlılarını yiyip yiyip, birşey ödememişler. Siz de bir yakınısınız demek? Gelip de borcunu kapatmadan, sülâlesinden bir kişiye bile yemek veremeyiz artık.”
Tencereyle dışarıya çıktım. Ne abuk sabuk bir gündü yahu! Elektrikçi dükkanına gidip, kaliteli boş tencerelerini geri vermeyi, tartışarak da olsa, sonu kavga dövüş de olsa bu aptalca meseleyi bitirmeyi düşündüm. Fakat aklımda, asıl öbür adam vardı. Yani, yanlışlıkla tavuklu nohutunu yediğimiz adam. Garip bir şekilde, ona karşı sorumluluk hissediyordum ben! Şu an özlemle nohutunu bekliyor olabilirdi.
Başka nerede çok çeşit yemek satan lokanta vardır acaba diye etrafıma bakındım. Ufak bir lokanta buldum caddenin ilerisinde. Nohut da vardı. Fakat ne yazık ki tavuklu değildi! Aklımda bunun için başka bir çözüm ürettim…
Yirmi dakika kadar sonra, kağıtta yazan adrese gelmiştim. Ve yediğimiz haltın, yani nohutun asıl sahibinin evinin zilini çaldım.
Kapıyı, çok güzel bir kadın açtı. Beyaz tenli, hafif tavuk, aman! balık etinde bir kadındı. Kocaman yapraklı çiçek desenleri içinde, çok güzel bir elbisesi vardı. Artık kafam allak bullak olmuştu. Herhalde gene bir yanlışlık oldu dedim. Acaba bugün nasıl bitecekti? Tipine bakınca tahmin ettiğim şeyi, konuşmaya başlayınca anladım. Kadın, yabancı birisiydi.
“Sen arıyor, kim?” dedi.
İçeriden odun gibi, sert bir erkek sesi duydum:
“Mirela! Kim geldi? Güzel kokular alıyorum! Nohut mu geldi yoksa? Eşref, sen misin? Bekle bir saniye…”
Bir gürültü patırtı oldu, bir dolap kapanma sesi işitildi. Lacivert kolsuz fanilalı, iriyarı ve göbekli bir adam geldi kapıya. Elindeki kocaman inşaat matkabını bana uzattı.
Sonra matkabı geri çekti.
“Sen Eşref değilsin.”
Eşref, lambamı takmaya gelen elektrikçinin ismiydi. Nohutun asıl sahibine, durumu anlattım. O da bana, benim bilmediklerimi söyledi: Eşref her hafta, anasının yaptığı tavuklu nohutu getirirmiş ona. Yaşanan tuhaflığı öğrenince, üzüldü basbayağı adam. Babacan, iyi kalpli birisine benziyordu.
“Eh, olmuş artık, n’apalım!” dedi, “Senin getirdiğin nohut nasıl bari?”
“Hiç fena değil. Ama, tavuksuz,” dedim. Sonra diğer elimdeki poşetten, gelirken marketten aldığım hazır tavuk pakedini çıkardım.
“Böyle yaptım ben de. Belki bunu kızartır, sonra doğrayarak içine atarsınız?”
Gerçekten iyi bir adamdı galiba. Bu halime çok güldü.
“Öyle olur mu yahu!?” dedi, “Yemek pişirmekten hiç anlamadığın belli. Tatları birbirine güzel karışmaz öyle!”
Elimden tencereyi aldı, yanındaki kadına verdi: “Mirelacığım. Bunu götür, içeride bir kaba boşalt. Tencereyi de şöyle hızlıca bir yıka getir bakayım.” Giderken kadının kalçasına bir şaplak patlattı, sonra bana döndü tekrar:
“Tavuksuz nohutu, daha doğrusu, ayrıyeten yanına çiğ tavuk eklenmiş nohutu kabul ediyorum! Sen de karşılığında, bu ödünç aldığım matkabı Eşref’e geri götüreceksin.”
“Elbette ki Erkan bey!” dedim.
“Yalnız, arka odaya hat çekerken, kablo Tv’nin kablosunu geçirmek için deldiğim duvar çok sertti. Zorlarken ince uçlardan bir tanesini kırdım. Senden ricâm, dükkana giderken, yolunun üzerindeki nalbura uğra, bir tane yeni uç al da götür.”
Buna da: “Tabii,” dedim.
“Şu on lirayı al. Ve benim gönderdiğimi söyle! Fazla para isterse, verme. Seni benim yolladığımı söyle nalbura.”
“Yeter ama,” diye küçük bir çığlık kopardım! “Yeter, rica ederim. Artık kimse beni bir yere gönderip, ‘seni şu gönderdi de’ filan demesin, lütfen!”
O ani telaşla geriye sıçrayıp, sokak kapısının önüne dek gitmişim.
“Tamam yahu, gel buraya,” dedi Erkan bey, “Ne acayip adammışsın sen! Heh heh! Sadece matkabı götür ver, tamam. Ucu ben alır bırakırım sonra.”
O sırada Mirela da geldi içeriden, temiz tencereyi uzattı bana. Adam da matkabı tencerenin içine koydu, “Hadi güle güle!” dedi.
Tencerenin kapağını örttüm ama kapanmadı tam. Sokağa çıktım o şekilde. Ne kadar zararda olduğumu hesaplamaya çalıştım yürürken. Yirmibeş liramı birazdan geri alacaktım. Ama markette tavuğa oniki lira vermiştim. Öte yandan, bedavaya çok lezzetli bir tavuklu nohut yemiştim. Fakat lokantadan onbeş liraya bir tencere nohut yemeği satın almıştım. Bu kadar. Beynim durdu, başka birşey hesaplayamadım. Tıkır mıkır birşey çarpıyordu kaldırıma. Baktım: Matkabın kablosunu toplayıp, tencereye geri soktum.
Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.
0 Yorum