34,2452$% 0.28
37,6376€% -0.37
45,0841£% 0
2.921,73%0,22
2.653,23%-0,08
9.109,34%2,37
Bu seferki taşınmamda her zamankinden daha tecrübeli ve dikkatliydim. Eski taşınmalarımdan neredeyse hiçbir iz yoktu. Kamyonda bile en güzel yere oturmuştum! Araya bir yere, vites kolunun dibine sıkıştıramamışlardı beni, “Sen bin önce,” demiştim hamallardan tekine, sonra ben binmiştim. Pencereden dışarıya kolumu sarkıtmış, püfür püfür esen tatlı rüzgârda yeni kalacağım yere gidiyordum.
Madem ki taşınan ve bu hizmetin parasını ödeyen bendim, talimatları ve gerekirse emirleri veren de ben olmalıydım. “Şu sokaktan gidelim!” dedim şöföre, sert bir tonda. Eski püskü kamyonet, gacırdayarak o tarafa döndü.
Aslında fazla eşyam yoktu sevgili okurlar. En ağırları orta boy buzdolabım ile üzerinde oturduğum, uzandığım, yattığım, tepindiğim kocaman çekyatımdı. Bir de kalabalık eden kitaplar ve küçük elektrikli eşyalar vardı. Üstelik yakın bir yere taşınıyordum. Kısacası, çabuk bitecek gibiydi bu yeni taşınma. Gene de içimde tuhaf bir gerginlik vardı. Bunu size hemen söylemeye çekiniyorum, nasıl ifade etsem? Ben, eşya taşımak istemiyordum kesinlikle!
Biliyorum, “Taşıma öyleyse, manyak mısın? Parasını ödüyorsun, bırak hamallar yapsın” diyeceksiniz. Ben de öyle düşünüyorum, yüzbin kere haklısınız. Fakat işte, yetiştirilme tarzı. Böyle yetiştirildim ben; hamallara yardım ederek onların eşyalarını taşıyan tuhaf bir soydan geliyorum! Ancak bu durumu üç basit sebeple açıklayabilirim: Birincisi, taşınma işinin çabuk bitmesini istediğimden ben de kamyondan ufak tefek veya taşıması kolay bazı şeyleri kapıp eve çıkartıyorum. İkinci sebep biraz garip sayılır: Nedense bu hamallık yapan kişilerin bazıları gerçekten yaşlı (benden yaşlı) ihtiyar erkekler oluyorlar ve onlar ter içinde üç kat yukarıya tırmanırlarken hiçbirşey yapmadan durmaya utanıyorum. Üçüncüsü, eli kolu tutan, sağlıklı genç bir adamım! Spor olsun diye de birşeyler taşıyorum elbet.
Şimdi, şu üçüncüsünü elemek lazım. Artık o kadar genç değildim çünkü. Eşya taşımak istememem için en büyük bahanem veya gerekçem de buydu sevgili okurlar. Allaha şükür, kolumda, belimde bir problem yoktu, iri yapılı bir kişi de sayılırdım, masanın altına girer, onu öküz gibi sırtlayabilirdim. Ama, istemiyordum! Bu taşıma ve taşınma konularında artık ruhen yorgundum. Değil bir çekyatın taşınmasına yardım etmeyi, şemsiyemi ya da küçük bir kovayı bile elime alıp yukarıya çıkarmak istemiyordum. Onlar taşısınlar hepsini.
Son olarak şunu söyleyeyim: Hiçbir taşınma kitapçığında ya da bu konuyla ilgili yasal bir belgede veya etik, ahlaki fikirlerin belirtildiği bir kitapta, “Taşınan kişi, en azından bir banyo taburesini veya ufak bir abajuru taşıyarak hamallara yardımda bulunmalıdır” şeklinde bir madde yoktur. O yüzden içim çok rahattı.
Tabii bu benim uydurduğum bir rahatlamaydı! İçten içe telaşlıydım gene. Ahlâken kararımı vermiştim, vicdanen de rahattım. Ama bunu nasıl uygulayacaktım ve nasıl yansıtacaktım tavırlarıma?
Kamyon, binanın önündeki kaldırıma yanaştı. Tek gözü görmeyen hamallardan biri hızla aşağıya atladı, kamyonun tekerleğinin altına tahta bir takoz koydu. Öbürü de kasanın kapağını açtı, zıplayıp yukarıya çıktı.
Daha önceki yedi-sekiz taşınmamda, sonrasında çok yardım etmesem bile, en azından ilk başta, yani kamyonetle ilk eve geldiğimizde, mutlaka elime birşeyler alır, yeni daireme öyle girerdim. Bu kez onu bile yapmayacaktım! Elimi verirsem kolumu kaptırabilirdim çünkü. Anahtarımı çıkarıp dış kapıyı açtım, direkt yukarıya çıktım. Söylediğim gibi, biraz gergindim. Gaipten sesler duyuyordum. Sanki hamallardan biri bana seslenmişti, “Şunu alıver ağbi çıkarken” gibi birşey demişti, öyle hissettim.
Biliyorsunuz, her taşınmada, insanın mutlaka en azından bir tane çok değerli eşyası olur. O eşyanın üstüne titrer, başına hiçbirşey gelmeden yeni evinize nakletmeye gayret edersiniz. Benim bu taşınmamdaki en değerli eşyam, bir sinema filminin camlı çerçeveli afişiydi. Ünlü uzak doğu dövüş sanatları sporcusu ve sinema oyuncusu Bruce Lee’nin, aynı mesleği yapan oğlu Brandon Lee’nin oynadığı bir filmin afişiydi. Çok sevdiğim bir grafik tasarımı vardı ve üzerinde Türkçe olarak “Meleklere İnanın” yazıyordu. Çerçeveli ve camlı bu posterimi, son taşındığım dört ev boyunca, oradan oraya hasarsız bir şekilde aktarmayı başarmıştım. Buraya gelirken, aşağıdaki adamlara da söylemiştim bu konudaki hassasiyetimi. Üzerine bir battaniye örtmüşlerdi.
Yeni daire kapımın arkasına kapanmasın diye küçük bir karton sıkıştırıp aşağıya indiğimde, camlı posterimi, otoyolun ortasında gördüm!
Arabalar ve otobüsler vınlayarak tam yanından geçiyordu. Üzerinde battaniyesi de yoktu. Bir belediye kamyonu neredeyse çarpıp devirecekti, milimetre ile kenarından sıyırdı.
Camlı posterimi, trafik reflektörü olarak kullanmış hamallar. Bir tabureye yaslayarak yolun ortasına dikmişler! Hemen oradan kaldırıp aldım.
“Ağbi bişey olmaz, sıkıntı yok,” dedi, uzun boylu ve genç olanı.
Son zamanlarda herkesin ağzına yapışan, genç ve güzel kadınların bile kullandığına şahit olduğum şu ‘Sıkıntı yok’ lafından da tiksinir hale geldim sevgili okurlar! Her cümlenin üzerine, limon sıkar gibi bunu ekliyorlar. Sıkıntı, çok kapsamlı bir kavram! Bin türlü farklı duygu, tek bir sözcükle, hem de bu kadar uyduruk şekilde ifade edilmez ki.
Camlı posterimi yoldan alıp, kamyona geri bıraktım. Park uyarısı olarak rulo şeklindeki bir halıyı yola koydu, bir gözü görmeyen hamal. Kamyonun içindeki diğeri ise, bu karmaşada elime birşey tutuşturmaya kalktı:
“Şunu da çıkarken yukarı bırakıver istersen, ağbi,” dedi.
İşte, sizlere yukarıda bahsettiğim hassas konu buydu! Evet, eşya taşımamak benim en doğal hakkımdı ve bunda ahlaken hiçbir sakınca görmüyordum. Mesele, bunu nasıl söyleyecektim? Çünkü kurnazca, insanın derinlerindeki gizli bir yardım etme duygusunu kaşıyorlardı.
“Hayır, bunu alıp yukarıya çıkaramam. Çünkü hamal, yani taşıma görevlisi sizlersiniz,” şeklindeki doğru ama ciddi bir yanıt da aptalca dururdu. Ya gülerlerdi, ya da “Sıkıntı yok ağbi, boşver” deyip beni daha fena sinir ederlerdi. Zaten hamalın elime tutuşturmaya çalıştığı şey alt tarafı bir minderdi, alıp çıkarsam ne olurdu canım. Bakın! Anlatabiliyor muyum? İnsanı ister istemez bu konularda düşünmeye kışkırtıyorlar.
O an, sınırda bir noktadaydım. Geçen saniyeler, dakikalar gibi geliyordu. Bu minderi elime alırsam, sonra başka şeyler de tutuştururlardı. Bu zor karar için sadece saniyelerim vardı.
“Bir dakika, telefonum çalıyor galiba!” deyip, uzaklaştım kamyonun yanından.
Konuşuyormuş gibi yapıp, taa yüz metre ötedeki ağacın dibine kadar yürüdüm. Geri döndüğümde, hamallar işlerine devam ediyorlardı… Artık bir parça rahatlamıştım. Çünkü patron olduğumu ilan etmiştim. Bedavaya mı taşıtıyordum sonuçta.
Onlar meslekleri gereği ağır yükün altında ezilip, iplere doladıkları ağır kolileri inleyerek üçüncü kata çıkartırlarken, ben de tatlı bir gerginlikle yeni dairemde geziniyor, kâh mutfağa bakıp, tencerelerimi hangi rafa dizsem diye düşünüyor, kâh koridorda yürüyüp duvardaki gevşek çivileri elliyordum. Tüm bunları yaparken hamallarla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Patron bendim de, neme lazım, rica minnet elime birşey tutuşturmaya kalkabilirlerdi gene. Doğru veya yanlış, bu konuda kesin kararımı çoktan vermiştim! Tökezleyip düşseler bile yardım etmeyecek, yerden kaldırmayacaktım.
Çünkü başıma gelmişti daha evvel. Gençliğimden, acemiliğimden faydalanmışlardı hep, eski taşınmalarımda. Hiç unutmuyorum, Bahariye’de bir sokaktaki daireme taşınırken, hamallar kadar efor sarfetmiştim. İyi niyetim yüzünden kullanmışlardı beni. “Şunu da alıver birader”, “Şunu da sıkıştırayım kolunun altına ağbi,” diyerek, kamyonun yarısını bana taşıtmışlardı.
Gene birşey taşıtacaklar diye çok korkuyordum. Boşa konuşmuyorum yani sayın okurlar! Tedirginliğimin sebepleri vardı.
Hamallardan bir tanesi, ben salonda aval aval gezinirken, sırtındaki ağır çamaşır makinesiyle içeriye girdi, arkasına doğru yavaşça eğildi, yardım istiyormuş gibi hareketler yaptı. Fakat seslenmedi, birşeycik demedi. Ben de yardım etmedim inadına. Güm! diye yere bıraktı makineyi. Ahşap parke çıtırdayarak çatladı.
Napıyorsun arkadaş diyerek azarlayacaktım, vazgeçtim, görmezden geldim. Alt kata komşuya indim.
Ortak apartman elektriği hakkında birşeyler soracaktım komşuya. Hamallar o sırada, en ağır ve kaba eşyam olan büyük çekyatımı taşıyorlardı. Önümden geçerlerken kenara çekildim. Çok zorlanıyor gibiydiler. Acaba yardım etmemi isterler miydi? Ter içinde kalmışlardı, neredeyse ellerinden bırakıp basamaklara yığılacaktılar. Canım, bir köşesinden az tutsam ne olur? İyice yapıştım duvara, dokunmadım hiç! Ağır mağır, bu onların göreviydi. Yalnız, duvarla çekyat arasında bayağı sıkışmıştım arkadaşlar. İlgisiz ve ciddi görünerek, sesimi çıkarmadım. Çekyatın koca tahta ayağı, kemerimin tokasını göbeğime doğru ittiriyordu. Canım acıyordu.
Gene de asıl zorluğu ve acıyı hamallar çekmekteydi o an. Kanapeyi ucundan bir tutuvermem, o anda belki herşeyi yoluna koyacaktı. Keçi gibi inadımı sürdürüp, yapmadım. Artık onlar da bana mı inat ediyorlardı bilemiyorum, hiç yardım istemediler. Hamallardan bir tanesi çığlığı bastı! Arkadaşına küfrederek bağırdı. Parmağını, çekyat ile merdiven demiri arasına fecii sıkıştırmıştı…
Yeni komşum iyi ve anlayışlı biri çıkmıştı. Fısıldayarak durumumdan bahsettim. “Çok haklısınız!” dedi bana, “Yardım etmeyiniz tabii. İşleri değil mi? Eşek gibi taşıyacaklar herşeyi.”
Kendisinden bir tane de yara bandı isteyip, yukarıya çıktım.
Hamalın eli fena yaralanmıştı. Akan kan, benim getirdiğim uyduruk yara bandı ile duracak gibi değildi. Zaten arkadaşı beyaz bir fanila kopartarak, parmağını kocaman sarmıştı. O sırada aklımdan saçmasapan birşey geçti. Şu birşey taşımama konusuna kafayı öyle takmıştım ki tuhaf şeyler hayal ediyordum: Yaralı hamalın eli kötüleşiyordu ve adamcağız bayılıyordu. Hastaneye götürmemiz için aşağıya indirmemiz gerekiyordu. Ama ben adamı taşımaya yardım etmiyordum!
Tekrar aşağıya, sokağa indim. Bir inip, bir çıkıyordum zaten. Ortalıkta gözükmemeye çalışıyor, hamallardan köşe bucak kaçıyordum. O sırada şöför bana işaret etti. Birşey taşıtacak diye korkup yanına gitmedim. Tekrar yukarıya, daireme çıktım.
Hamallar artık oflamaya puflamaya başlamışlardı. Biliyordum bu numarayı! Kendilerini çok yorulmuş gibi göstermeye çalışıyorlardı. Evet, elbette ki yorulmuşlardı, ama olağanın dışında yorulmuş, mahvolmuş gibi yapacak, bahşiş kopartmaya çalışacaklardı.
Vermeyecektim bahşiş mahşiş. Ne bir kuruş bahşiş verecek, ne yüz gram eşya taşıyacaktım. Gayet de başarılıydım. O dakikaya dek, tek bir eşyayı bile elime alıp taşımamıştım!
Bu “Hiç eşya taşımayan karizmatik kiracı” ünvanımı sonuna kadar koruyacaktım. Artık bir saplantı haline getirmiştim. Odama, daha doğrusu çalışma odam olmasına karar verdiğim arkadaki küçük odaya kapandım. Yokmuşum gibi davrandım. Eli yaralı hamal kapıyı vurup açtı, önündeki dolabı gösterip “Bunu nereye koyalım?” dedi.
Mutfağa filan desem, kesin “ucundan bir tutuver ağbi” diyecek, bana da taşıtacaktı.
“Bilmiyorum! Sen karar ver,” deyip çantamı kaptım, dışarı fırladım. İnleyerek yukarıya çıkmakta olan öteki hamalın, sırtındaki tepeleme dolu yükten, tangırdayarak bir sandalye düştü basamaklara. Hiç dokunmadım, görmezden geldim. Alsın kendisi geri koysun. O gün kimse bana birşey taşıtamayacaktı!
Şöförün yanına gittim. Tanıdık bir nakliyeciydi, daha önce de başka eşyalarımı taşımıştı. İyi birisiydi, kendisine güveniyordum, nakliyenin ve hamalların parasını ödedim, “Acil bir işim çıktı! Siz eşyaları taşıyıp, kapıyı çekersiniz arkanızdan,” dedim, uzaklaştım oradan.
Derin bir soluk aldım. Rahatlamıştım. Gerçi, değil acil, yapacak hiç bir işim yoktu. Kırkbeş dakika kadar boş boş sokaklarda dolandım, bir çerçevecinin vitrinindeki üç boyutlu köpek fotoğraflarına baktım, bir üstgeçitten aşağıdaki arabaları seyrettim, sonra eve döndüm.
Uzaktan, kamyonun gitmiş olduğunu gördüm. Bitirmişlerdi taşımayı. Yukarıya çıktım. Kapıyı açıp salona girdiğimde, tavana kadar uzanan, dağ gibi bir eşya yığınıyla karşılaştım! Tüm eşyalarım, dalga geçer gibi aynı yerde, içiçe, üstüsteydiler. Gecenin saat birine kadar onları ayıklayıp yerlerine taşıdım! “Hiç eşya taşımayan tecrübeli kiracı” ünvanımı, son dakikada kaybetmiştim.
Bir de, taşınmalar esnasında şuna dikkat etmek gerekiyor sevgili okurlar. Kolileri hatasız düzenlemeli ve üzerine hangi tür eşyaya ait olduğunu çok dikkatli yazmalısınız. Gecenin bir yarısı yemek yiyebilmek için, neredeyse bir saat boyunca tuzluğumu aradım! Çıka çıka, üzerinde “dergiler” yazan bir koliden çıktı.
Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.
Nevzat Ziylan’dan bir UFO öyküsü: Tire
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.