37,9968$% 0.44
41,3337€% 0.27
49,3676£% 0.25
3.702,80%0,01
3.033,21%-0,36
9.225,61%-5,97
Sizleri birisiyle tanıştırmak istiyorum sevgili okuyucular: Rus yazar Mihail Zoşçenko! Kendisinin başından geçen, Ülkü Tamer'in 'Lastik' ismiyle çevirdiği mizah hikâyesinde aktarılan ilginç olayların bir kısmı, 2010 senesinde benim de başımdan geçti.
Zoşçenko, hikâyesinde, o zamanın gariban vatandaşlarının ulaşım aracı olan tramvaya biner. Tramvaydaki kalabalıkta ayağındaki lastiği, yani ayakkabısını kaybeder. Onun için çok değerlidir, tam üç yıldır giymektedir! Belediyenin kayıp bürosuna gittiğinde bu duygusal açıklamayı yapar. Belediye ona inanmayıp kâğıt ister. Oturduğu apartmanın kapıcısından uyduruk bir kayıp belgesi alır, onu belediyeye geri götürür. Çabaları sonucunda kayıp pabucuna ulaşır; fakat bu gidip gelmeleri sırasında, koltuğunun altındaki bir pakette taşıdığı diğer teki kaybeder!
Benim o gün otobüste, ayağımda bulunanlar da, birçok ucuz ayakkabı gibi basit lastikten imal edilmişti. Fakat ayakkabı değil, terliktiler. Aceleyle evden çıkmış, biraz da küçük bir macera yaşama arzusuyla bu önü açık terlikleri giymiştim.
Yaşamayı tasarladığım maceraların tipine bakarak, ne kadar küçük dünyası olan bir insan olduğumu düşünebilirsiniz. Ama böyle düşünürken, yanına şu düşünceyi de ekleyin lütfen: Maceranın büyüğü küçüğü olmaz! İlle de James Bond gibi arabayla köprülerden uçmam, yemekli tren vagonlarında daha o gün tanıştığım güzel kadınlarla romantik dakikalar yaşamam gerekmiyor. Bence önemli olan, bir maceranın sıradan geçen günlere oranı. Zaten bu zaman oranı sebebiyle kendisine ilginçlik veya macera deniyor. James Bond gibi bir ajan da devamlı çatılardan atlayıp pantolon dizlerini paralamaktan veya silahlı bir kötü adamın karşısında ellerini havada tutmaktan sıkılmış olabilir. Bizlere uzaktan ilginç gelen günlük yaşamlar, o mesleğin sahibi kişiler için sıradan iş saatlerinden oluşur. Ne kadar şaşırsak da bu böyledir. Bu mantıkla bakarsak, benimki gibi kırk yılda bir yaşanan terlik kaybetme olayı, yarasa dolu bir mağarada gezmekten ilginç hale gelebilir. Ben gene de sizleri etkilemeye çalışmayayım! Okuyup kendiniz karar veriniz.
Dediğim gibi, terlikleri bilinçli bir şekilde giymiştim. Tesadüf veya yanlışlık değildi. Aslında bir tür eski alışkanlık demeliyim; çünkü çocukken de böyle yapardım: Evden fazla uzakta olmayan bir yere, mahalle bakkalına veya aşağıdaki ekmek fırınına giderken terliklerimi giyerdim. Bunu rahatlık veya bir macera yaşama hevesiyle yapıyordum dersem, yalan olur. Tamamen tembellikti. Ayakkabıları bağlamaya üşeniyordum. Sonra bu bir alışkanlığa dönüştü.
Alışkanlığa dönüşen şey tembelliğim miydi, yoksa terlik giyme sevdam mı, inanın buna hiç emin olamadım. Artık çok uzak yerlere bile terlikle gitmeye başlamıştım! Mahallemizdeki bakkalda bulunmayan çizgi roman dergileri veya eve küçük tüp gaz satın almak için, caddelerden köprülerden geçiyor, en az dört beş kilometre ötedeki komşu semtlere terlikle yürüyordum.
Kısacası sayın okurlar, o kadar yıl ayağımda terlikle gazete almaya, fırından pide almaya gittim, bir kere bile başıma aksi bir olay gelmedi, terliğim ayağımdan fırlayıp uçmadı, kapağı açık bir mazgala düşmedi, hattâ çamurlu su birikintisine basıp ıslattığımı bile hatırlamıyorum. Ama yıllar sonra bunu ilk deneyişimde otobüste kaybediverdim tekini!
Benim de hatam vardı bu işte. Kapının yanında ayakta duruyor, o gün keyfim yerinde olduğundan (maaşım hesabıma yatmıştı) her şeyi inceleyip oynuyor, otomatik kapının lastiklerine dokunup sıkıyor, eğleniyordum. Durağa geldiğimizde, adımımı atıp kaldırıma ayak bastım. Bir terliğim ayağımdaydı. Ama öbürü bizimle beraber gelmemişti. Otobüsün zeminine mi yapışmıştı, kapının hareketli demirine mi takılıp orada kalmıştı, ne olmuştu, ben “Dur” demeye fırsat kalmadan otobüs hızlandı. Zaten aceleci şoför daha ben inerken hareket etmeye başlamıştı. İşte tam bu noktada kötü bir huyum da var: Binmeye geç kaldığında otobüse el ederek koşan tipte bir kişi olmadığım gibi, terliğim kaldı diye bağıracak bir insan hiç değildim. Allah nasıl olsa görüyor deyip, kaderime razı olarak sustum. Otobüste de bu durumu fark eden bir vatandaş olmamıştı galiba.
Böylece, Üsküdar'a inen uzun yokuşun başında, tek ayağım çıplak, kalakaldım kaldırımda…
Güzel bir yaz günüydü. Kuşlar cıvıldıyor, karşıdaki yemyeşil parktan çocuk çığlıkları işitiliyor, denizden ve tepelerden gelen karışık tatlı kokular havada geziniyordu. Terliğimin teki yok diye kendimi üzecek değildim! Filmlerde görmüştüm hem. Böyle durumlarda, kahramanlar, kaybolan pabuçlarının öteki teklerini de ellerine alıp, bütün fenalıkları yüreklerinden kovmuşçasına aniden beliren bir huzurla, o şekilde çıplak ayakla yürüyorlardı.
Gerçi daha çok kadın karakterlerin bunu yaptığını hatırlıyorum; hattâ çoğu bir kahraman da değildi, topuklu ayakkabısının topuğu kırılan normal kadınlar da böyle yapıyordu galiba. Erkekler ayakkabılarını ellerine alsalar bile, daha çok çölde veya plaj kumunda böyle davranıyorlardı. Özetle, öten kuşlardan ve kokulu ağaçlardan gelen uyduruk sevincim sadece on beş saniye sürdü, kara kara ne yapacağımı düşünmeye başladım.
Eğer çorap giymiş olsaydım her şey daha kolay olacaktı. Ama belki de çorapla gezmek daha saçmaydı. Evet, ayağıma sivri bir taş veya demir parçası batmaması için çorap fayda sağlayacaktı, fakat daha gariban ve muhtaç gözükecektim! Çıplak ayaklar ise, bilinçli bir şekilde karar verilmiş özgürlüğü çağrıştırıyordu… Sıçrayarak ve sekerek, duraktan sadece on metre uzaklaşabilmiştim. İleride, tahta bir banka oturmuş, bunları hesap ediyordum. Kayıp terliğimi ise artık gözden çıkarmıştım. Değerli, pahalı, hatırası filan olan bir terlik değildi. Zoşçenko'nun yaptığı gibi otobüs garajına ya da kayıp eşya bürosuna gitmeme gerek yoktu. Öte yandan, kimsenin benim ucuz, kirli terliğimi bulup vereceğini sanmıyordum. Hakkım olanı aramak konusunda genelde aslan kesilirim, yani bir terliği küçümsediğim yok, yanlış anlaşılmasın! Fakat istemiyordum işte.
Önemli olan, şimdi ne yapacağımdı. Bir yerden çorap satın alır, onu giyerek yürüyebilirdim. Çorap, terlikten daha kolay bulunur bir üründü çünkü. Ayağımdaki terliği ikiye kesip öbür ayağıma da bir terlik uydurmak gibi fantastik düşünceler bile geçti hayalimden. Tabii ilk akla gelen şeyse, bir otobüse, hatta paraya kıyıp taksiye binmek, biraz zıplayıp sekerek de olsa eve dönmekti.
Evlenmek üzere olan kız kardeşimin yeni evlerine hediye olarak almayı düşündüğüm salon perdelerine bakmak için gelmiştim bu taraflara. Yokuşun bitiminde, meşhur bir perdeciler sokağı vardı. Ama bunun acelesi yoktu, erteleyip sonra da gelebilirdim. O anda en mantıklı görünen seçenek, çarşıda bir dükkâna girip, şimdilik ucuz bir çift terlik satın almaktı. Yalnız, evde başka terliklerim vardı, hem de yepyenilerdi! Değer miydi bu harcamaya? Ne olacaktı biraz çıplak ayakla yürüsem. Tutuklarlar mıydı beni? Çok ayıp, sapıkça bir şey mi yapmış olurdum?
Bazı durumlarda sevgili okuyucular, insan hesap etmekten sıkılır. Öyle sıkılır ki, neredeyse kendisinden tiksinir, ne biçim bir insanım ben der, niçin şu hayatta mutlu olamıyorum deyip abartır hatta; neden her şeyi çok ince düşünüyorum, kendime eziyet ediyorum diye sorar. Belki tam olarak bunları söylemese de, bu anlamları taşıyan yoğun bir duygu hisseder. Garip bir karar verme anı yaşanır ve bir coşku patlaması meydana gelir! Örneğin, açsa ve kırk beş dakikadır en hesaplı, en bol ve en lezzetli ne yiyeceğini hesaplayıp durmuşsa insan, birdenbire pes eder, bir lokantaya girerek en pahalı yiyeceği söyler!
İşte aynı şeyi yaşadım o anda: Sadece bir terlik teki bana yetecekken, birdenbire en pahalı ayakkabıyı almaya karar verdim! Paraya kıyacak, hiç ötesini berisini düşünmeyecek, bir mağazaya girip en pahalı ve konforlu ayakkabıyı geçirecektim ayağıma!
Uzun zamandır şöyle havalı bir ayakkabı almayı düşünüyordum zaten. İyi olacaktı! Oturduğum tahta banktan hemen kalktım, caddeden aşağıya inmeye başladım. Aşağıya inildikçe, ağaçlardan, parklardan ve müstakil evlerden oluşan çevre, yavaş yavaş dükkânlar ve mağazalarla dolmaya başlamıştı. Tam aşağısı ise komple, kocaman bir çarşıydı. Bir ayakkabıcı bulmam çok kolay olacaktı. Gene de sabırsızdım! Çünkü oldukça zahmetli bir şekilde ve dönüşümlü hareket etmek zorunda kalıyordum: Tek terliği atmaya nedense cesaret edememiştim. Bazen onu giyip, garip bir şekilde sekerek yarı-çıplak yürüyor, bazen de terliği elime alarak tam çıplak adımlar atıyordum. Bazense hiç yürümeyip, bir banka çöküyordum birkaç dakika. Ter içinde kalmıştım. Otur kalk yaparak ve sekerek topallayarak, bir spor ayakkabı mağazasının önüne dek geldim. İçeriye girdim:
"Bana en pahalı ayakkabıyı verin lütfen!" dedim, orta yerde dikilip. Tuhaf bir giriş cümlesiydi ama isteyerek ve inanarak söylemiştim. Pişman değildim. Sonuna dek götürecektim bu işi!
Satıcı, söylediğimi hiç anlamamış gibi, "Ne tür bir model arıyorsunuz beyfendi?" dedi şaşkınlıkla. Bunlar da bir tuhaftır zaten. Hem pahalısını satmaya uğraşırlar, öylesini isteyince de insanın yüzüne bön bön bakarlar.
"Model filan bilmem. En pahalısını istiyorum dedim ya arkadaş!"
İnsan parayı bastırdı mı, öfkelenmeye de hakkı oluyor. Öte yandan, ayaklarım üşümeye başlamıştı, sürekli betona veya toprağa basmaktan. Bir an önce onları bir ayakkabının içine sokmalıydım. Adam, gözlerini usulca, üşüyen çıplacık ayaklarıma çevirdi tekrar. Bunun bir şaka olmadığını, ciddi bir alıcı olduğumu düşünmesi için, çantamı açtım, içinden şişkin cüzdanımı çıkartıp elime aldım.
Güzel ayakkabılar vardı mağazada. Kısalar, bot gibi uzun boğazlılar, kenarı şeritlerle süslüler, yüksek tabanlılar, fosforlu renkli bağcıklılar. Daha önce hiç böyle havalı spor ayakkabılarım olmamıştı. Doğru şeyi yaptığımı hissediyordum!
Satıcının getirip önüme koyduğu ise, çok sıradan bir tasarıma sahip, kirlenmiş yumurta mı desem, abuk subuk bir renkte, keyifsiz bir şeydi.
"Bu mu yani en pahalısı?" diye sordum.
Satıcı, spor ayakkabının tekini aldı, elini içine sokup kocaman dilini çıkardı, arkasındaki bir takım karmaşık yazıları ve damgayı gösterdi. Amerikalı ünlü basketbolcuların imzaladığı, sınırlı sayıda üretilen bir modelmiş. Mağazada normalde sattıkları en pahalı ayakkabının, iki katı daha pahalıymış.
Hiç tereddüt etmeyip cüzdanımı araladım. "Yalnız, kredi katıyla ödeyeceğim. Mümkünse altı taksit yapalım!"
"Sorun değil beyfendi," dedi satıcı. Daha genç olan öteki satıcıya döndü: "Evladım, ayakkabıyı kutusuna geri koyalım."
"Hayır, burda yiyeceğim. Aman, giyeceğim!" dedim telaşla.
Adam kartımı cihaza sokarken, ben de neredeyse otuz metre uzunluğundaki abartılı bağcıkları bağlamaya başladım. Ayakkabı dışarıdan kaba ve sert görünüyordu, ama içi yumuşacıktı. Parasını hak ediyordu doğrusu! Genç satıcı da adamın yanına gitti sonra. Bir sorun var gibiydi.
"Sistemde bir sorun var herhalde. Yanıt vermiyor."
"Sabah saatlerinde bir müşteride gene böyle olmuştu, usta."
Bana dönerek: "Başka kartınız var mı?" diye sordu, yaşlı satıcı.
"Başka kredi kartlarım var da, içlerinde para yok," dedim.
"Peki, nakit paranız var mı acaba? Mümkün mü?" diye sordu. Dokunsan ağlayacak gibiydi satıcı. Belki de bugün daha siftah etmemişti. Bu ayakkabıyı satmak istiyordu. Tamam, ben de almak istiyordum. Almayacağım demedim ki! Ama parayı çekemiyorlardı, ne yapayım.
"Oğlum, bir daha dene," dedi. Sesi titriyordu adamcağızın.
Sıkılmıştım. Bir elimde terlik, öteki elimde imzalı ayakkabı, öylece ayakta bekliyordum. İnsanın parasıyla rezil olması buna denir.
"Başka yerden alacağım!" diyerek tavır koydum. Ayakkabıyı kutusuna geri bıraktım, kapıya yürüdüm. Neredeyse kolumdan tutup geri çekeceklerdi. "Beyfendi," diyordu adam, "İsterseniz bir miktar kaparo bırakıp, sonra gelip alınız?"
Spor ayakkabı kutusunun içinden çıkan buruşuk ince kâğıdı yanıma salmıştım. Elimdeki tek terliği ona sardım, çıplak ayakla yürüdüm. Meydana doğru yaklaşmıştım.
Fakat nedense, az önceki tuhaf coşkum ve heyecanım azalmış gibiydi sevgili okurlar! Spor mağazasında, her türlü çılgınlığı yapabilecek bir hayalperestin gücüne sahiptim. Fakat şimdi durgunlaşmış, plânlı-hesaplı birisi olmuştum. Demek ki, birdenbire yükselen gizemli heyecanlar, cep telefonlarının çabucak biten bataryaları gibi birdenbire de azalabiliyordu. Gene de görevimi yaptığımı düşündüm ben! Sorun çıkmasaydı o pahalı ayakkabıyı kesinlikle alacaktım. Sizi bu konuda kandırmadığım gibi, kendimi de kandırmamıştım. Şu an almayı düşünmüyor oluşum, az önce almak istemediğim anlamına gelmiyordu. İmzalı bir basketbolcu ayakkabısına altı ay taksit ödemekten kurtulmuştum, orası doğru; ama almış olsaydım da, buna niçin sevinmem gerektiğinin mantığını gene kafamda icat ederdim, kendime bu hususta güveniyordum! İnsanoğlu, her türlü zorluğa ve acayipliğe uyum sağlayan bir canlıdır.
Çarşıdaki caminin bahçe duvarına kurulmuş bir tezgâhtaki terlikler dikkatimi çekti o sırada. Kaybettiğim terlikten bile ucuz, basit şeylerdi. Bildiğimiz maşrapa plastiğinden, kaba, uyduruk ürünler asılıydı tezgâhta. Tahta takunya bile gördüm aralarında.
İhtiyar adamın yanına yaklaştım, terliklerin fiyatının kaçtan başladığını sordum. On dakika önce en pahalı ayakkabıya para ödemek üzereyken, şimdi terliğin ucuzunu satın almaya bakıyordum. Hattâ utanmasam, tek terlik bulunur mu, onu soracaktım. Ancak tuhaf davranma hakkımı az evvel spor mağazasında doldurmuştum, daha fazlasına enerjim yoktu. Rengini beğendiğim bir çift terliğin fiyatını sordum. Gayet uygundu. Terlikleri aldım ve ayaklarıma geçirdim. Ve böylece, ayaklarım nihayet tatlı bir sıcaklığa kavuştu arkadaşlar! Fakat anlatacaklarım daha bitmedi.
Terliği ayağıma geçirmişsem de, henüz sahibi olamamıştım. Para yoktu cüzdanımda.
"Gidip, şuradaki banka makinesinden hemen para çekeyim. Bunlar ayağımda kalsınlar lütfen. Tabanlarım acıyor. Şu bozuklukları kaparo bırakayım isterseniz?" dedim. O kadar da saygılı ve kendimi biraz acındırarak konuşmuştum. Nafile. Kabul etmedi nemrut ihtiyar.
"Parayı getir, terliği al," dedi.
Onca yolu yürümüştüm çıplak ayakla, gene yürürdüm az bir şey, ne olacaktı ki. Ayağımı karşı kaldırıma atar atmaz acıyla geri çektim! Lamba direğinin dibinde açıkta duran, vida gibi, ucu sivri bir şeye basmıştım. O büyük acıyla beraber, aynı anda da utandığımdan, hapşırığımı tutarmış gibi çığlığımı son anda engelledim. Düdük sesine benzer, kısa, garip bir inleme çıktı ağzımdan. Kaldırımdaki esnaf da gördü bu talihsizliğimi. Bir tanesi:
"Hastaneye git. Tetanos olabilir!" diye seslendi.
Yanındaki kırtasiyenin önünde duran diğer adam: "Gerek yok hastaneye mastaneye!" dedi, "Artık eczanelerde de yapıyorlar bu iğneyi. 5 lira mı ne, öyle bir şey!"
Eczaneyi işaret ettiler bana, "Sekerek iki adımda gidersin, hemen şurası," dediler…
Eczaneden içeriye girdim. Ve o gün karşılaştığım en harika şey: Dünyalar tatlısı bir kadıncağız, ayağa kalktı, "Oturun şöyle," dedi. İsmini hayatım boyunca unutmayacağım: Mine hanım! Melekler gibi bir insan. Pansumandan sonra, eline para tutuşturarak çırağını çarşıya gönderdi, tuhafiyeciden bir çift çorap, dönerken de caminin oradan terliğimi aldırdı. İğnemin, ilacımın ve tüm bunların ödemesini daha sonra kredi kartımla kendisine yaptım.
Ayaklarımın altını kolonyalı mendille silerek temizledim, üzerine tertemiz çoraplarımı giydim. Beş dakika dinlendim koltukta. Kemiklerimi dostça saran yeni terliklerimi de geçirdim ayaklarıma. Mine hanıma tekrar teşekkür ettim. Böyle bir insana az rastlanır. Eski tek terliğimi bile, o çok sevdiğim, küçük eczane poşetlerinden bir tanesine koydu. Dükkândan ayrıldım, bir otobüse binerek evime döndüm.
Şimdi söyleyin lütfen; bu bir macera değil de nedir? Belki biraz çocuksu. Belki biraz basit. Olsun, benim maceralarım bunlar. Hatırladıkça gururlanıyor, "Vay be, neler yaşamışım!" diyorum.
Nevzat Ziylan çizdi: 2001, Bir Uzay Macerası
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.