34,8030$% 0.33
36,9908€% 0.48
44,5894£% 0.5
2.948,65%0,49
2.640,05%0,35
10.083,59%1,49
Dargınlık, küskünlük dediğimiz şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu, birbirine küsen iki insanın nasıl bir hayvan kadar inatçılaştığını gözlerimizle görmüşüzdür. Ülfet ile Leyla’yı tanımadan önce küskünlük hakkında bildiklerim bunlardı. Meğer daha da acayip olabiliyormuş. Bu iki kardeşi yakından tanıyan birisi ile, bir dönem arkadaşlığımız oldu. Küçük ilginç notlar ile başlayan sohbetler sonrasında, ikisi de rahmetli olan kardeşlerin tüm küskünlük hikayesini öğrenmiştim.
Önce şunu söyleyeyim de hemen, mutlu son arayanlar boşuna heveslenmesin: İki kız kardeş, ömürleri boyu birbirlerine küskün kalmışlar. Hiç barışmamışlar! Eh, aslında bu, birçok küskünün şu dünyada yaşadığı bir durumdur. Fakat Ülfet ile Leyla’nın aile dostları olan ve ruhlara inanan bir arkadaşları, onların öbür tarafta da birbirlerine küs olduklarını söylüyormuş!
Defalarca iki kız kardeşi barıştırma çabaları olmuş elbette. İçlerinde en ilginci, uzak Avrupa ülkelerinden birine yapılan bir gezi sırasında gerçekleşeni bence. Gezi de bir tuhaf açıkçası. Alışkanlıkları ve beğenileri birbirine benzeyen iki kardeş, o yıllarda çok popüler olan bu gemi gezisine, birbirlerinden haberdar olmadan bilet almışlar. Sonra da küskünlüklerini hatırlayıp denizin ortasında inecek halleri yoktu tabii.
Leyla’nın gezi grubunda bulunan bir yakınları, Leyla’dan dokuz yaş büyük olan diğer kardeş Ülfet’i, geminin güvertesindeki açık büfede kendisine sandviç hazırlarken görmüş. İsmi Ebral hanım olan bu şahıs, “Bu ne büyük bir şans! Şunları barıştırmalı bu kez!” diye düşünmüş.
Fakat Leyla, kardeşi Ülfet’i fark eder etmez, sanki balina boku görmüş gibi müthiş bir tiksinti ifadesiyle başını öte yana çevirmiş. Anlatılanlara göre, vücudu titriyormuş, yüzü sararmış ve de elleriyle garip, anlamsız hareketler çiziyormuş havada. Onları barıştırmayı düşünen kadın bile korkmuş, pişman olmuş. Bir eliyle Leyla’nın koluna girmiş, öteki eliyle tezgahtaki yarım kalan sandviçi almış, kamaralarına yürümüşler. Ancak bir sahil kasabasındaki turistik tepelere yapılacak eşek gezisinde, Leyla kamarasından ayrılmış. Bu sefer de Ülfet dışarı çıkmamış, gemide oturmuş. Bazıları, bunun küskünler arasındaki gizli bir anlaşma olduğuna inanıyor. Yani, küskünlüklerine gösterdikleri bir çeşit saygı. Çünkü ne zaman ne şekilde davranacaklarını tahmin edebiliyorlar ve bir karşılaşma yaşamamaları için azami gayret gösteriyorlar. Fakat öyleyse, aralarında hazır, az da olsa bir saygı mevcutken, bunu kullanıp barışmak yönünde bir anlaşmaya gidilse olmuyor mu? Olmuyor işte! “Küskünlüğün gizemi” deniyor buna. Belki de bu kadar gizemli birşey olduğu için insanlar küs kalmayı çok seviyor!
Her neyse sevgili okurlar, gemide daha başka önemli birşey yaşanmamış. Başlarına barışmak gibi bir aksilik gelmeden, sağ salim Türkiye’ye dönmüşler.
O yıllar, büyük dargınlığın daha ilk yıllarıymış. Bir daha konuşmamak üzere birbirlerinden koptuklarında, yani küstüklerinde, Leyla 36, ablası Ülfet ise 45 yaşındaymış. Seksenli yaşlarında peşpeşe ölmelerine kadar aynen böyle devam etmiş. Az önce dinlediğiniz gemi olayı, birbirlerinin yanından birer yabancı gibi geçip gittikleri sayısız acı karşılaşmadan biriymiş. Fakat en azından ağızlarından birkaç kelimenin çıktığı başka karşılaşmaları da olmuş. Hele bir tanesinde, neredeyse barışmayı deneyecek kadar yakınlaşmışlar! Aile dostları hüzünle iç çekerek anlatırmış o anları.
Bostancı’daki bir apartman dairesinde, ortak bir yakınlarının evlerinde düzenlenen nişan yemeğinde karşılaşmış iki kardeş. Uzun yemek masasında, büyükçe tabaklara yanyana patatesli sarma, kısır, ıslak kek, baklava ve zeytinyağlı dolmalar dizilip sohbetler başladıktan sonra, evsahibi hanımın işgüzar eltisi, Ülfet’in tabağına gözünü dikmiş. “Aa? Canım, sen sarma almadın mı!?” diyerek, ortalığı karıştırmış. Herkes ellerinde olmadan tabaklarına bakmış. Fakat genelde ilk yenen şey olduğu için kimsede patatesli sarma kalmamış. İçeri koşuşturan bir kişi mutfaktan da eli boş dönmüş. Evsahibi kadın: “Ay, çok saçma. Sayıyla yapmıştım ayol! Hattâ fazla bile yaptım,” diyerek sızlanıyormuş, neredeyse bu eksik börek aksiliği yüzünden düşüp bayılacakmış.
O sırada Leyla, usulca tabağına bakmış: İki tane ufak patatesli sarma duruyormuş. Birazcık soğuk bir sesle de olsa, “Ben verebilirim bir tanesini. Bende iki tane var,” demiş. Bu cümle, masadaki, iki kardeşi yakından tanıyan herkesin yüreğini hoplatmış. Ay hadi inşallah! diye fısıldanarak, umutlar yeşertilmiş yüreklerde.
Küskünlük, nasıl bir çığ gibi sinsice ve hızla büyür, karşı konulamayacak bir canavara dönüşürse; barışmak da öyledir aslında. Ufacık bir anlaşma isteğinin bile devamı gelir; iyi niyet topakları bir çığ gibi büyüyerek barışmaya dönüşür! Masanın karşısında oturan Ülfet, o da ister istemez Leyla’nın tabağına göz atmış. (İkisi de birbirlerinin yüzlerine bakmıyorlarmış ama. Nişan yemeğine de canlarından çok sevdikleri Kadriye hanımın ısrarı üzerine, onu üzmeyi istemediklerinden gelmek zorunda kalmışlar.) Leyla’nın “Ben verebilirim bir tanesini” şeklindeki, hassas, ufacık iyi niyet isteğini, geri çevirmek demeyelim de, almadan yarı yolda bırakmış Ülfet.
“Farketmez,” demiş, “Bana da baklava fazla koyulmuş zaten.”
Açıkgöz bir kadın hemen araya girmiş: “Ay olur mu! Kadriye hanımın patatesli sarmasını tatmadın mı hiç ayol? Valla bir tanecik yemezsen bütün gün işin rast gitmez sonra!”
O sırada Leyla, çatalının ucunu sarmaların bir tanesine saplamış. Bu, kardeşi Ülfet’e vermeyi düşündüğü fazla sarma mı, yoksa kendisine ait sarma mı, burası henüz belirsizmiş. Çatalı tutan elini biraz kaldırsa, anlaşılacakmış. Ama Leyla, sanki donmuş. Ülfet de önüne bakıyormuş ve gözleri alev alev yanıyormuş o sırada. Belki bir barışma isteği varmış, fakat gizemli bir duman gibi masanın tam üzerinde, havada asılı duruyormuş bu istek. İki taraf da bu isteğe birazcık olsun üfleyip onu hareket ettirmiyormuş. Bunları bana anlatan bilge arkadaşım, “Kimsenin kalbine ulaşamayan, ortada kalan gariban bir İstek!” demişti.
Leyla, eli hâlâ çatalda, öylece duruyor, neredeyse hiç kıpırdamıyordu. Masadaki herkes ürkek ve şaşkındı, onlar da donmuştu. Kaba saba bir adam aniden odaya dalıyor, eğlenceli ve odun gibi bir sesle herkesi fotoğraf çektirmeye davet ediyor, böylece tuhaf sessizlik sona eriyor. Leyla ile Ülfet’in, direkt yüzlerine karşı olmasa bile, birbirleriyle ilgili ortaya yaptıkları en duygusal konuşma böylece, börek ve baklavayla ilgili birkaç cümle oluyor…
Hâlâ barışacaklarını umut eden bazı hâyalperest yakınlarının, bir konuşma olarak sayılabileceğini düşündükleri başka yakınlaşmalar da olmuş, abla-kardeşin küskünlük tarihinde. Ama onu anlatmadan, önce şu acayiplikten bahsedeyim. İki kardeşin fiziksel olarak içinde yer almadıkları başka bir barıştırma çabası:
Bu olay, mekan olarak, bir su altı parkı ile bir çay bahçesinde gerçekleşmiş diyebiliriz. İki kardeş, ne o su parkında, ne de çay bahçesinde birlikte aynı anda bulunmamışlardı. Peki nasıl bir yakınlaşmadan söz edilebilir? Su parkının uzun camlı tünelinde, Leyla’nın, üzerinden köpekbalıkları geçerken çektirdiği bir fotoğraf buna sebep oldu. Bundan birkaç yıl sonra, su parkına Leyla ile beraber gitmiş olan ortak bir arkadaşları, bir bayan, bu fotoğrafı diğer kardeş Ülfet’e bir çay bahçesinde otururlarken, aniden çantasından çıkartarak gösteriyor ve şöyle tuhaf birşey söylüyor: “Kardeşinin, üzerinden köpekbalığı geçerken yaptığı harekete, dikkat eder misin canım, lütfen!?”
Ülfet’e ikinci kez soruyor kadın: “Dikkatli bak ayol! Yaptığı hareketi görmüyor musun?Köpekbalığından ürkerken, iki elinin başparmağını da avuçlarının içine doğru büküyor… Ah, canım! Sen de hep böyle yaparsın heyecanlandığında! Ah, siz, birbirinize çok yakınsınız. Siz, kardeşsiniz. Yapmayınız, kuzum!”
Bu barıştırma etkinliği, o güne kadarkiler içinde en aptalcası oluyor. Bir daha yakınları buna veya benzeri birşeye cesaret edemiyorlar.
Leylâ, hışımla kalkmış ayağa. Kadına tepeden şöyle bir bakmış:
“Böyle bir saçmalığı bir daha denerseniz, küskün olduklarımın sayısı artacak, Zerrin hanım!” demiş, ve hızla yürüyüp çıkmış çay bahçesinden. Giderken, iki elinin de başparmakları avuçlarının içine doğru bükülüymüş…
Yakınlarının ve aile dostlarının onları bir araya getirme, küskünlüklerini ortadan kaldırma fantezileri, artık açık bir şekilde gerçekleşemese bile, kader ne güne duruyordu!? Yazgıları, onları bir araya çağırıyorsa, onlar da bu davete bilmeden uymak zorunda kalıyorlarsa, bunu gören sevenlerinin “Ah, şimdi birdenbire bir yakınlaşsalar, sarılsalar!” diyerek yüreklerinin hop hop etmesinde ne kötülük aranabilirdi!? Bostancı’daki sarma, ve (bunları bana anlatan arkadaşımın kendisine de tam anlatılmadığı için detayına giremediği) bir cenaze için mezarlığa götürülürlerken yanlışlıkla aynı minibüse bindirilmeleri olayından sonra, üçüncü büyük yakınlaşma, bir hastahane odasında meydana geliyor.
Ülfet ve Leyla, bir arkadaşlarının kızının yeni doğan bebeğini tebrik için, aynı odada bulunmak zorunda kalıyorlar.
Aslında Leylâ da, Ülfet de, bu tür aksilikler için oldukça dikkatli davranıyorlarmış. Çağrıldıkları, davetli oldukları bir yere gitmeden evvel, “O, orada mı?” şeklindeki tuhaf soruyu, ustaca ve büyük bir nezaketle sormayı becerebiliyorlarmış. “Hayır, rahatlıkla gelebilirsin” cevabını alsalar bile, işi garantilemek için, bir kez daha “Bak, emin misin canım?” diye soruyorlarmış. Yalnız bu kez ciddi bir karışıklık yaşanmış: “Hayır, yok. Yani, çıktı az önce,” cevabını alan Ülfet, bir at yarışı bayisindeki kontörlü telefondan aceleyle aradığı için, “Emin misin” diye tekrar sormaya üşenmiş, hastaneye varmış bile. Odaya giriyor, anneyi tebrik ediyor, yeni doğan bebeği kucağına alıyor.
Ne var ki, Leylâ yalnızca lavaboya gitmişti, geri döndüğünde Ülfet’i odada görüyor! Herkes buz kesiliyor. Leyla’nın elleri titriyor, sararıyor. Tuttuğu bebek çinili taş zemine düşecekken baba fırlayarak tutuyor. Bebeği anneye veriyorlar. İçeride gerginlik olmasın diye de yaşlı kadınlarla beraber iki kız kardeş hastanenin bir koruluğa bakan büyük balkonuna çıkıyorlar.
Leyla ve Ülfet, aynı anda davranarak, gitmeye karar veriyorlar. Birbirlerinin hareketlenmesini görünce de, tekrar aniden duruyorlar. İkisi de kıpkırmızı olmuşlar. Çok çaresizler. Balkon demirlerine sıkıca tutunmuş, koruluktaki ağaçlara bakıyorlar. Tepelerinden gürültüyle bir uçak geçiyor, kafalarını çevirip uçağa bakıyorlar. Uzaktan onları izleyen bir dostları (köpekbalığı fotoğrafını gösteren kadın) “Ah, ne kadar birbirlerine benziyorlar!” deyip iç geçiriyor, onları bir an önce barıştırma hevesiyle yanlarına doğru hareketleniyor. Kadını son anda kolundan tutuyorlar.
Ülfet, burnundan soluyarak, tekrar gitmeye davrandığında, Leyla’yı da hareketlenmiş görüyor birden. Leylâ olduğu yerde kalıyor. Neredeyse bütün vücudu titreyerek ve Ülfet’e hiç bakmadan (anlatılanlara göre, öfkesinden Ülfet’e, utancından ise başkalarına bakamadığı için, pencere kenarında duran, ortasından kesilmiş bir yoğurt kabına bakıyormuş o saniyelerde) “Tamam, git. Ben sonra giderim!” diyor. Ama Ülfet de nedense, o böyle deyince hemen gidemiyor. Belki de “o”, yani nefret ettiği, küskün olduğu kardeşi “Git” şeklinde talimat vermiş olduğu için gidemiyordu. Leylâ ise onunla “konuşmak” zorunda kaldığından öfkelenmişti. İkisinin de içini, kimsenin bilemeyeceği saçmasapan bir acı yakıyordu. O anlarda dışarıdan ne olduğu tam anlaşılamıyordu. Balkonda onları izleyen arkadaşları, her ikisinin de kalbinden çok harikâ duygular geçtiklerini, şimdi, hemen şimdi, bu eziyeti daha fazla sürdüremeyerek birbirlerini kucaklayacaklarını, “Ablam! Kardeşim!” diyerek gözyaşları dökeceklerini düşünüyorlardı. Daha abla-kardeş böyle birşey yapmadan onlar ağlamaya başlayacaktı, gözleri dolmuştu çoğunun. Aslında, yumruklaşarak kavga edenleri ya da çıplak sevişenleri izlemek gibi birşeydi bu. İçlerinden biri böyle düşünüyor, bunu seyretmenin ayıp olduğuna karar veriyor ve bir arkadaşıyla beraber Ülfet’in koluna giriyor. Bir diğer grup da bir bir bahaneyle Leyla’yı balkonun öteki ucuna götürüyorlar. Biraz sonra Ülfet’i uğurluyorlar. On dakika sonra da Leyla ayrılıyor hastaneden…
Bir daha da hiç görüşmüyorlar. Bir kaza, yanlışlıkla bir karşılaşma durumu filan olmuyor. Gene de nasıl oluyorsa, birbirlerini uzaktan yakından görmedikleri halde, küskünlükleri üç-dört derece daha artıyor! “Bir küskünlük-metre olsaydı ve ikisinin de gözlerine tutup ölçseydik, bu sonuç çıkardı kesin!” diyor, ve ekliyor bilge arkadaşım: “Görüşerek değil, aksine görüşmeden boy atan, iki tarafın da kendi içindeki dev ormanda vahşice büyüyen bir şeydir küskünlük.”
Ülfet, bebek odasındaki karşılaşmadan dört beş yıl sonra bir kaza geçiriyor. Gece evine giren iriyarı ve amatör bir hırsız, aptalca birşey yapıyor. Ülfet’i uyandırıp karşısında görünce, telaşlanarak elinde bulunan televizyonu yaşlı kadının suratına fırlatıyor. Ülfet’in kafatası eziliyor, bir ameliyatla son anda yaşama tutunuyor. Artık çevrelerinde fazla bulunmayan birkaç arkadaşları (onları gizlice bir araya getirmeye çalıştıkları için abla-kardeş çoğuna küsmüşlerdi) odanın kapısı önünde, Leylâ’nın, ablasını görmeye hastaneye geleceğini umut ederek bekleşiyorlar… Gelmiyor Leyla… Ülfet, ikinci ameliyatta kurtulamıyor.
“Artık son yolculuklarında birbirlerini yanlız bırakmazlar… bu kadar da olur mu canım!.. düşman mı bunlar?.. ayıp, günah…” diye fısıldaşıyordu mezarlıkta toplaşan yakınları. Birdenbire, ilerideki bir mezarın çökük ve kırık mermerlerinin kıyısında Leylâ’yı gördüklerini sanıp seviniyorlar, hüzün ve neşeyle iç çekiyorlar! “Canım, buradayız!” diye seslenenler bile oluyor. Ama gelen Leyla değil. O’nun çok yakından bildikleri koyu yeşil renkli tayyörünü andıran bir kıyafet giymiş, yaşlı bir dilenci kadın. “Şu dilenciler de bizden modern ve zengin!” diyerek hüzün verici konuyu dağıtıyorlar.
İki yıl sonra Leylâ da ölüyor. Onun cenazesinde ise artık kimse, “Acaba Ülfet gelecek mi” diye merak etmiyor…
Tabii benim aklım hâlâ, bundan sonrasında sevgili okurlar. Yani gerçekten, öbür tarafta da küskünler mi!? Birkaç kadın merakla, bunun böyle olduğunu daha önce de söyleyen o medyum kadına ulaşıyorlar telefonla. Ama kadın, arayanlara: “Size küsüm! Bu konuda yardımcı olmayacağım!” deyip, telefonu çat diye kapatıyor. Sebep ise nişan yemeğine çağrılmamasıymış.
Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.
Alper Ocak’ın Sit Alanı’nda 7 acayip karikatür var
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.