Bahşişler şirkete aittir

Tiyatrodaki başlıca görevim tuvaletleri temizlemek, ara sıra da kantine yardım etmekti. Yer göstericilik de yapıyordum. Elimden her iş geliyordu yani.


Uzun zamandır sinemaya gitmedim. Hâlâ sinema salonlarında yer göstericiler var mı, yer gösterme parası alınıyor mu emin değilim. Annesi ile beraber sinemaya giden oğluma sordum: “İstediğimiz yere oturduk baba. İkinci yarı ordan kalktık, daha güzel yerdeki başka koltuklara oturduk!” dedi. 

Bizim sinema zamanlarımızda bu kadar gevşek davranmak mümkün değildi! Gençler ve çocuklar bilmezler belki; eskiden sinemalarda yer gösterici adamlar vardı. Bu kişilerin görevi, ellerindeki pilli feneri kullanarak oturacağımız koltuğu işaret etmek ve bahşiş almaktı. El feneri daha çok karanlıkta, yani film başladıktan sonra gelen saygısız dümbelekler için işe yarardı. O günlerde, yer göstericiye biletinizi vermeden, gidip de yerinize kendiniz oturmanız çok büyük terbiyesizlikti. Karşınızdaki, hakkını arayan öfkeli bir yer göstericisiyse, bu şımarıkça davranışınız için dayak bile yiyebilirdiniz. 

Yıllar geçti ve alışkanlıklar değişti elbet. Dediğim gibi, sinema salonlarında son durum nedir bilmiyorum. Ama öyle sinemaya, konsere gitmiyorum diye beni kaba saba bir kişi de sanmayın. Zamanında tiyatroda bile çalıştım! Provalarda bulundum, kulislere girip çıktım, oyuncularla konuştum sohbet ettim.

Tiyatrodaki başlıca görevim tuvaletleri temizlemek, ara sıra da kantine yardım etmekti. Yer göstericilik de yapıyordum. Elimden her iş geliyordu yani. Bu görevlerim içinde, tahmin edersiniz ki en sevdiğim, parası bol bir iş olduğundan, yer göstericilik yapmaktı. Ben topladığım bütün paranın bana ait olduğunu sanıyordum. Size de bu çok mantıklı gelmiyor mu? Pek öyle değilmiş ama. Birazdan bu saçmalığın ayrıntılarına gireceğim. Önce tiyatromuzdan bahsedeyim:

Tiyatro, dökülüyordu! Koltukların kenarındaki kolçaklar, yani kol dayama parçaları sürekli yerlerinden çıkıyordu, onları halının üstünden topluyordum. Salonun koltuklarını elden geçiren usta, ucuz malzeme kullanmıştı belli ki. Perde de bir acayipti; bazen ipini çekerken takılıyordu. Bir keresinde başımıza kötü bir iş açtı. 

Oyunun ilk perdesinin sonunda, perde mekanizması yine takıldı, kapanmadı. Bu son sahnede, tiyatromuzun sahibi ve aynı zamanda baş oyuncusu, tiyatronun güzel kadın rollerindeki genç kadın oyuncusu ile öpüşüyor, yani öpüşüyormuş gibi yapıyordu. Onlar öpüşüyormuş gibi yaparken perdenin kesinlikle kapanması gerekliydi, birinci bölüm bu sahneyle sona erecekti. Fakat lanet perde kapanmamıştı işte. Dekorcu Kadir ağbi, bütün gücüyle asılıyordu halata, ama kırmızı kalın kumaş milim hareket etmiyordu. Elli-altmış yaşlarındaki baş oyuncumuzun suratı kıpkırmızı olmuştu! Daha ne kadar bir süre böyle öpüşüyormuş rolü yapabilirdi? Acil durumlarda başvurduğumuz son seçenek geldi aklıma; küçük kontrol odasına koşturdum, sahnenin tüm ışıklarını kapattım. Karanlıkta oyuncular içeri kaçıştı ve tehlike atlatıldı.

Bir defasında da tuvaletler tıkandı! Kirli sular içeriye taştı. Tuvaletler iş görmez oldu. Paspasla deli gibi gibi ortada dolanıyordum. Tuvaletleri bozulup tıkanan sinema veya tiyatro gördünüz mü daha önce hiç? Bununki bozuldu işte! On dakika arada lobiye çıkan seyircilerden, çok sıkışanları, civardaki tanıdık mağazalara gönderdik. Hemen işeyerek geldiler de ikinci perdeye yetiştiler. 

Aslında, devletten düzenli yardım alan bir tiyatroydu. Niçin bu kadar sorunlu ve bakımsızdı bilemiyorum. Tiyatronun sahibi olan baş oyuncumuzun, bu yardım parasını alıp cebine attığına da hiçbir zaman inanmadım. Çünkü öyle lüks harcamaları olan bir adam değildi. Tek keyfi, akşam üzerleri bana, iki sokak ötedeki Sultanahmet köftecisinden bir porsiyon köfte aldırtmaktı. İnsan köfte yiyerek bir tiyatroyu batıramaz herhalde. Rahmetli, iyi bir insandı. Bir defasında yolda getirirken canım fena çekmiş, köftesinden bir tane araklayıp ağzıma atmıştım. “Nerede bu eksik köfte” falan dememişti hiç. 

Asıl hikayemize gelelim artık. En sevdiğim iş, yer gösterme işiydi demiştim. Çünkü cebime para giriyordu. Tiyatroda işe alındığım ilk gün, yalan atmayayım, bana şöyle birşey söylemişlerdi galiba: Yer gösterme bahşişleri tiyatroya aittir, gibisinden bir cümle kurmuşlardı. Fakat ben bunu bir şaka, espri sanmıştım. Hiç inanmamıştım! Bana verilen bir bahşiş, nasıl başkasına ait olurdu yahu? En kötü ihtimal, içinden biraz pay istiyorlar diye düşünmüştüm. Eh, ona itirazım olmazdı. 

İlk yer gösterme görevi yaptığım günkü oyunda, ceplerime ciddi bir para girdi sevgili okurlar. İki pantolon cebim de buruşuk kağıt paralarla dolup şiştiler, kabardılar! Ne harika birşeydi şu bahşiş! Bütün seyircileri hatasız, güzelce yerlerine oturttum o gün. Koltuklarından çıkıp düşen birkaç kolçağı yerden alıp geri taktım. Son zil çaldı ve oyun başladı. Ben de kantine yürüdüm. 

Bir türlü sevemediğim, ufak tefek vücutlu, kalın kaşlı, buruşuk suratlı bir kantin sorumlusu vardı. Tüm dondurmalardan ve gazozlardan bu adam sorumluydu. Toplanan bahşişlerden de o sorumluymuş. Ellerimi buldozer kepçesi gibi ceplerime daldırdım, paraları çıkartıp tezgahın üzerine boşalttım. Ama hepsini çıkartmadım. Birazını diplerde bıraktım. “Ne kadarını kendine sakladın, söyle bakalım kurnaz?” diye laf sokacak olan okurlara: Saymadım, bilmiyorum diyeceğim! Bu işi planlı yapmamıştım. Ayrıca bahşişlerin tümünün hâlâ benim hakkım olduğuna inanıyordum. 

Bana kalanlarla gene de güzel bir öğle yemeği yiyebildim! Buna da şükür. Afederseniz, eşek gibi çalışıyordum, aldığım haftalık da bir halta benzemiyordu. Bari şöyle gönlümce, tıka basa bir yemek yemiştim. 

Ama bunda gözleri kaldı o kantinci olacak herifin. Açık konuşmalıyım şimdi arkadaşlar; ben de yüzsüzlük etmiştim biraz! Her öğlen, topladığım bahşişlerle tiyatronun hemen karşısındaki şarküteriye gidiyor, büyükçe bir kabın içine amerikan salatası, yaprak dolması ve arnavut ciğeri doldurtuyordum. Küçük ışık odasına girip kapanıyor, bir güzel tıkınıyordum. Yaşamımın, işyerlerinde yenen öğle yemekleri açısından, en mükemmel günleriydi! 

Belki daha ağırbaşlı olmalı, en azından bu eğlenceyi kendime her gün sunmamalıydım. Ancak vicdânen rahat hissediyordum. Sonuçta gidip de kendime volkmen teyp, resimli tişört, gömlek filan aldığım yoktu. Sadece boğazıma harcıyordum. Kültürümüzde böyle tuhaf bir kabulleniş vardır bilirsiniz: Büyüklerimiz, birçok harcamamıza karşı çıkarken, yemek yemekle ilgili olanlara nedense çok laf etmezler. Hattâ özellikle: “Bırak şuna-buna para vermeyi. Boğazına harca!” diye nasihatta bulunurlar.

Ben de sadece boğazıma harcıyordum. Bir de, bahşişlerin ahlâki, bilimsel, her türlü açıdan tamamen bana ait olduğunu iddia edişimi de buna eklerseniz, bu işte tamamen haklı görüyordum yani kendimi. 

Kantinci olacak herif, her öğlen şarküteriye gitmemden şüphelendi. Ben de daha dikkatli olacağım yerde, gençliğin verdiği çılgınlıkla, bu serbestliğimin dozunu biraz arttırdım. Şöyle ki: Bizim, tiyatro çalışanları olarak, kantinden geliş fiyatına Alaska dondurması alma hakkımız vardır! Seyirciye satılan fiyatın altında, daha ucuza dondurma yiyebiliyorduk yani. Çok severim bu çikolatalı buz dondurmayı. Normal haftalığımla, en fazla üç günde bir tane alıp yiyebiliyorken; şimdi bahşişler sayesinde, dayanamıyor, günde iki üç tanesini mideye yolluyordum. 

Kantinci, “bu vasıfsız çırağın abidik gubidik haftalığıyla bu kadar abur cubur tüketmesi mümkün değil” diye düşünüyordu büyük ihtimalle.

Önce beni kenara çekip, bir iki uyarıda bulundu. Tabii, bu durumun bir mantığı, yazılı bir kuralı, kanunu olmadığı için, “Bahşişlerin hepsini buraya vermelisin” diyemiyordu. Adam, ter içinde kalmıştı, uygun ve etkili bir uyarı cümlesi bulamıyor, herhangi bir açıdan beni rahatça ayıplayamıyordu. Öte yandan, bahşişlerin hesaplanması teknik olarak mümkün değildi. Elime kimin, ne kadar para tutuşturduğunu hiç kimse, ben bile bilmiyordum! Verilen bahşişe bakmak ayıp olduğundan, alıp hemen cebine sokar yer göstericiler. Belki salona dolan kişi sayısına göre kabaca bir hesaplama yapılabilir, gene de çok net bir rakam verilemezdi.

Kısacası sevgili okurlar, uyuz kantinci beni sadece uyarmakla, hattâ onu bile pek yapamayıp, duruma şaşırmış ve öfkelenmiş görünmekle yetinmişti.

Bu mendeburla bir daha hesaplaşmak istemediğimden, ben de biraz frene bastım. Günlük dondurma tüketimimi bir adete düşürdüm. Fakat işte yüzünüze söylüyorum; öğlen yemeğimde en ufak bir kısıtlamaya gitmedim! Bahşiş alıyordum ve tabiy ki yemek yiyecektim, kültür bakanı gelse bunu engelleyemezdi. Zaten yer göstermediğim, yani bir oyun sergilenmeyen günlerde aç kalmış oluyordum, bundan da gocunmuyordum hiç. Tabii o günlerde simit-peynir yiyince, durumum iyice anlaşıldı bir yandan. 

Kantinci baktı bir laf edemiyor, ama birşey de söylemesi lazım. Yaptı yapacağını. Tiyatromuzun baş oyuncusunun karısına beni şikayet etti. Bu kadın da tiyatroda oyuncuydu; ellili yaşlarında, güzel görünümlü, iyi bir kadıncağızdı. 

Beni, baş oyuncuların kulisine çağırdılar. Kantinci de oradaydı, kenarda dikiliyordu nemrut! Aynada yüzünü pudralayan baş kadın oyuncu, sandalyesinde bana döndü, “Metinciğim,” dedi, “Bahşişlerin tümü tiyatroya aittir. Lütfen dikkat edelim.” 

Başka birşey demedi. Önüne döndü, yüzünü hafifçe pudralamaya devam etti. 

Bu kadını çok sevdiğim halde, inadımı sürdürmeye karar verdim. “Kadın madın, kimseyi dinlemem!” dedim. Gayet açık konuşmuştu gerçi, daha ne desindi. Gene de bence ortada büyük bir belirsizlik, ciddi bir saçmalık vardı sevgili okurlar. Hayır, ricâ ederim, elbette anlamamazlıktan gelmiyorum! Bazı işyerlerinde bir kutuya atılan bahşişler ortak olabilir, fakat bu benim cebime sokulan bir paraydı. Nasıl hepsini birden onlara teslim ederdim? 

Birşeye inanıyorsam, mutlaka sonunu getirmek isterim! Madem ahlâki veya teknik açıdan bunun açıklamasını yapmakta zorlanıyorlar, anca “Bahşişler tiyatroya aittir” gibi uyduruk bir cümle kuruyorlardı. Öyleyse hepimiz adına, ben bir sonuca varacaktım. Şöyle yaptım:

Bahşiş almamaya karar verdim, sayın okurlar!.. 

Bir gün sonraki oyunda, yerini gösterdiğim ilk izleyiciye: 

“Gerek yok, sağolun!” dedim, ve uzattığı parayı almadım. 

Madem ki ilkesel olarak bir yanlışlık yapıyordum onlara göre. Öyleyse ilke nedir, prensip nedir, bunun kralını göreceklerdi!

Adam, bayağı bir şaşırdı. Bahşiş istemeyen bir yer gösterici ilk kez görüyor olmalıydı. Sonraki seyircilerden de almadım. Kimseden almadım. 

Kantinci uyuz herif, salonun kapısında duruyor, güya beni gözetliyordu uzaktan. Eh, bu sefer görmesi iyi olmuştu. Cebime gire birşey yoktu işte! Yaşlı bir kadının uzattığı parayı da almadım:

“Ne lüzümu var hanfendi. Görevimiz bu zaten.” 

“Olur mu öyle canım. Al bakayım şunu!” dedi, ısrarla uzattı parayı. Yüzümü çevirdim, istemedim. 

“Alt tarafı oturacağınız koltuğu gösteriyom,” dedim. “Bunun için para mı alınırmış? Lütfen!” 

Görmüş geçirmiş bir kadındı. Yani tiyatro sinema adabını, bahşiş adabını bilen birisiydi. İnatla, elinde tuttuğu beş lirayı uzatıyordu. Zorla elime tutuşturdu. Para, yer gösterici gömleğimin süslü, fırfırlı kolunun kenarına sıkıştı. Aldım oradan hemen, yaşlı kadın yerine oturmadan çantasına geri soktum; gördü mü görmedi mi bilmiyorum. Çıldırmış gibiydim. Fakat doğruyu yaptığına inanan, güzel ve güçlü insanların çıldırması gibi birşey. Tek kuruş bahşiş almayacaktım! Aslında çok kişi buna memnun oldu. Gülümseyerek yerlerine oturdular. Demek, iyi de birşey yapıyordum. 

Bahşişini iade ettiğim bir adam, tekrar bana geri uzattığında, yanındaki karısı: 

“Bırak ayol, istemiyor işte, zorlama!” dedi, “O parayla çocuğa patlamış mısır filan alırız.”

“Tabii, öyle yapınız bence de,” dedim. 

Başka bir iyi giyimli ve bonkör seyirci (belki de baş oyuncumuzun özel davetlilerinden biriydi, çünkü yeri en ön sıradaydı) tam 50 lira birden uzattı! İçim gitti, öylece paraya baktım, ama almadım. 

Hazırcevap da bir adamdı: 

“Heh heh! Fazla mı geldi?” dedi. Elimdekini çekti, 20 lira uzattı bu kez.

O hazırcevapsa, ben de saçmalamasını iyi bilirdim:

“Bugün, dünya yer göstericiler günü. Kesinlikle para almıyoruz!” diye birşey uydurdum.

“Ne acayip adammışsın sen yav!” dedi, yanındaki güzel kadınla gülüşerek yerlerine oturdular. 

Son zil çaldı ve perde açıldı sevgili okurlar. Gururla koridora çıktım. Uzatılan tek bir kuruşu bile almamıştım! 

Tabii bazı ısrarcı müşterilerin ustaca pantolon cebime sokuşturdukları paralar olmuştu, bunları o kalabalıkta gürültüde fark edememiştim. O beş-on lirayı da hışımla gidip, kantincinin dondurma dolabının üzerine bıraktım. Adam, gözlerine inanamadı.

“Siz de oradaydınız galiba?” dedim. “Gördünüz işte. Tüm bahşişler bunlar.” Ceplerimin tersini çıkartıp gösterdim. 

Çok kızmıştı. Ama birşey diyemiyordu gene. Seyircilerle aramda geçen konuşmaları işitmiş olsa bile ne diyecekti? “Müşterilerden bahşiş isteyeceksin!” diyemezdi ya. Bahşiş, istenebilen değil, hediye edilen, ikram edilen birşeydi. Ben de iyi ve nazik bir insan olmuştum; alt tarafı çürük bir koltuğun yerini gösterdim diye insanlardan ücret talep etmemiştim. 

Sonraki bir iki gün de böyle yaptım. Cebime bahşiş parası girmediği için şarküteriye de gidemiyordum. Kantincinin gözlerinin içine baka baka, bir köşede oturup simit yedim, gazoz içtim. “Siz kazanmıyorsunuz, ben de birşey kazanmıyorum işte,” der gibiydim. 

Herhalde bunlar, tiyatro müdürü ve kantinci, aralarında konuşmuş olmalılar. Beni kendi halime bıraktılar. Bunu, kantinci herifin durduk yere bana Alaska dondurma ikram etmesinden anladım. 

Böylece bahşiş almaya tekrar başladım. Ceplerim kabardı, dolup taştı yine. Öğlenleyin köşedeki şarküteriye gidip, şeffaf plastik bir kabı ciğerle, biber dolmasıyla doldurdum. Bir de litrelik meyvesuyu aldım, geri kalan tüm paraları tiyatroya verdim. 

Karnım tıka basa ve güzel doyuyordu gene! Ne var ki bu sefahat uzun sürmedi sevgili okurlar. Bir hafta sonra, tuvaletler bu kez daha fena taştı. Kanalizasyondan fareler çıktı dışarıya. Dekorcu Kadir ağbi ile kapanlar kurduk çeşitli yerlere. Artık tiyatro tamamen dökülüyordu. Birkaç haftalık tadilat yapılacak denilerek, çalışanlar ücretsiz izine çıkarıldı. “Tamirat bitince geri çağıracağız sizi,” dedi, müdür olacak herif. Meğer, tiyatro çoktan kapanmış bile. 

Bulunduğu bodrum ve zemin katına, neredeyse baştan yıkılarak, meşhur bir giyim markasının iki katlı lüks mağazası açıldı.

Öykü, Metin Fidan’ın Kara Karga Yayınları’ndan çıkan “Jüpiter Kaç Lira?” kitabından alınmıştır.

[zombify_post]


0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir