33,9008$% 0.03
37,6352€% -0.04
44,6724£% -0.16
2.809,88%0,81
2.577,74%0,76
9.685,49%1,73
Bölüm 2 - Kurallar ve Prensipler
Hikayede yer alan kişi, kurum ve olay isimlerinin gerçek hayattaki kişi, kurum ve olaylarla bir ilgisi yoktur.
Del, önce bahçe kapısından süzüldü, ardından bakanlık binasından usulca içeriye girdi. Ulaşması gereken hedefe yönlendirildiğinde, komut verdiğimiz anda saliseler geçmeden o kişinin veya nesnenin yanı başında beliriyordu. Ancak şu an etrafı gözlemlemek isteğimizden, kendisini gezinti modu dediğimiz bir hızda kullanıyorduk. Del, çalışmıyorken, onu evdeki sehpanın biraz üzerinde, havada kapkara asılı dinlenirken; bir de 100eysel programının arayüzünde bir navigasyon simgesi olarak görebiliyorduk. Bunların dışında, aynen şu anda, yirmi santim yakınında durduğu polis memurunun da yapamadığı gibi, biz de onu iş üstündeyken cismen göremiyorduk!
Bu tuhaflığa henüz alışamamıştık. Del, bize canlı sunduğu yüksek çözünürlüklü görüntülerin içinde, kendisi neredeyse yokmuş gibi, bir varlık olarak yer almıyor, bizim görüş açımız yerine geçiyordu. İzzet, Del’i biraz daha polise yaklaştırdı. Karton bir bardaktan çay içmekte olan adamın neredeyse suratına çarpacaktık. Biraz geri çekildik.
Del, polisin tam gözleri önünde durdu. Bir yandan garip bir şekilde ürkerken, bir yandan da çıldırmak üzere olan iki manyak gibi birbirimize bakıp sırıtıyorduk. Bir şaka gibiydi bu. Nasıl göremiyorlardı onu? Nasıl hissedemiyorlardı? Genç polisin, en azından hayali bir sinek varmış gibi elini filan sallamasını bekledik. Hayır, hiçbirşey algılamıyordu. Del’in varlığından en ufak şekilde haberi yoktu. Biz gene de, kilometrelerce uzaktaki bir monitörün karşısında, yanı başındaymışız gibi Del’i kontrol ederken, ürpermekten kendimizi alıkoyamıyorduk. Çünkü sonuçta, karşımızdaki bir devletti. Ve onun önemli bir görevlisine karşı gizli saklı işler çeviriyorduk. Ancak fazla sürmeyecek, bir hafta bile geçmeden, Del bize güven verdikçe bu korkumuz da ötekiler gibi kaybolacak, hareketlerimiz profesyonelleşecekti.
Del, ikinci polisin yanına yaklaştı. İşimize yarayacak bilgilerin yer alacağı bir konuşma duymayı bekliyorduk. Daha yaşlıca olan, üzerinde tam teçhizat ve çelik yelek bulunan polis, önemli bir şey söylemedi; sadece öğlenleyin yedikleri yemekten bahsettiler. Del, onlardan ayrılıp, önceden kabaca belirlediğimiz rotasında ilerledi. Dört katlı binanın, konsolosluk ofisleri, çeşitli kırtasiye ve dijital basım işlerinin halledildiği odaları ile başka özel bürolarının bulunduğu ikinci katına çıktı. Bir bakan veya bakan yardımcısı makam odası nasıl olur, bilmiyor, sırayla oda kapılarına bakıyorduk. Ne İzzet, ne de ben, daha önce böyle büyük ve yüksek korumalı bir devlet binasına girmemiştik.
Öte yandan asıl şaşkınlığımız, Del’in, Dış işleri bakan yardımcısı Erdan Özgüdenoğlu’nu direkt olarak bulamayışıydı. Halbuki ilk denemelerimizden birinde, İzzet’in kız arkadaşı Yonca’yı, üstelik kızın kendi evi bile olmayan yabancı bir mekanda kendisi otomatik bulmuştu. Bir dış işleri bakanı ile bir genç kız arasındaki fark neydi? Bir bakan yardımcısı (üstelik de gizli ve derin işler çeviren bir bakan yardımcısı) daha iyi korunurdu elbet, bu yüzden mi? Etrafta, Del’in bu adamın yanına yaklaşmasını engelleyen jammer tarzı cihazların bulunduğundan şüphe ettik. Yoksa Del, biz onu dünyalar üstü organik bir varlık olarak görürken, basit bir telsiz gibi sinyal mi yayıyordu etrafa!? Ancak sonra öğrenecektik ki, bir dalga yaymakla filan ilgisi yoktu, sebep çok daha basit ve komikti.
Bakan yardımcısını otomatik bulamadığımızdan, Del’i manual, yani elle kumanda ediyorduk. Koltuk altındaki kabarık dosyalarla yürüyen, topuklu ayakkabılı, şık giyimli bir kadını takip ettik. Önemli bir yere gidiyor olabilirdi. Genç kadının sırtının arkasında, omuz başına yakın bir yükseklikte, birkaç adım gerisindeydik. Kadın önce, küçük bir odaya uğradı. Elindeki belgelerin bir kısmını buraya bıraktı. Garip cihazlar vardı odada. Bir tanesi mor bir ışık yayıyordu ve içinde onlarca, kimlik kartlarına benzer küçük plastikler vardı. Kadın görevli, koridoru bitirip sağa döndü, kapısında ‘Mali Hizmetler 2 - Sekreterlik’ yazan bir odaya girdi. Ayakta durup, uzak masadaki bir adamla şakalaştı. Adama: “… (İzzet’le bir deftere yazdığımız, ve hergün bir yenisini belirlediğimiz Kurallar listemiz mevcuttu. Yapabileceklerinin hepsini daha hayal bile edemediğiniz olağandışı bir varlıkla çalışırken, insanın mutlaka bir kurallar ve prensipler listesi bulunmalı! Kurallar olmadan kendimizi özgür ve güvende hissedemezdik. Listemize son eklediğimiz prensibe göre, -insanları keyfi bir şekilde gözetlemeyeceğimiz gibi- seslerini de rahatça dinlemeyecektik. Del’in mikrofonu ( ya da her neyiyse. O küçük cam kütlesi içinde nasıl ve neresiyle duyduğunu bilmiyorduk) her türlü ses aktarımı için çalışmayacaktı. Yanlızca konumuza yakın, hedefimizle ilgili bilgiler içerebilecek konuşmaların sesini açıyorduk. Elbette kodladığımız bir algoritma da işitme beklentisi içinde olduğumuz kelimeler kullanıldığında sesi otomatik yükseltmekteydi.) …” dedi.
Tuhaf. Kadın ayakta dururken, birdenbire bir sandalye çekerek oturdu. Başka bir adam ayağa kalktı, “Geçerken ben bırakırım,” deyip bir kutuyu eline aldı. “Teşekkürler İsmail bey,” dedi kadın. Bu İsmail beyi bir takip etmek lazımdı, başka da yapacak bir işimiz yoktu. Adamın hemen omuz başına kilitlendik. O pozisyonda güzel görüyorduk etrafı. Kendi serbest görüş açımıza geçmek istediğimizde Del’i kontrolde bazen zorlanıyorduk; bir böcek gibi insanlara kenetlenmek ise gayet işe yarıyordu. Takım elbiseli bu şişman adam da bir-iki yere uğradıktan sonra, asansöre bindi; sadece bir kat yukarıya, üçüncü kata çıktı. Asansörde, adamı biraz geriden izlemek için geriye çekildiğimizde, Del asansör dışına çıkmıştı! Karanlığı, parıldayan çelik halatları görmüş, sanki boşluğa düşüyormuşuz gibi biz de korkmuştuk. Ancak bunun tersini yapmak mümkün değildi. Del’i ileriye sürdüğümüzde, mikroskopla inceliyormuş gibi, adamın kurşun kalem iriliğindeki sakal kıllarını görebiliyorduk sadece. Del’in veya Karaltı’nın koyduğu, gizli bir sınır kilidi vardı sanki; bunun ötesine, deri ve doku altına geçemiyorduk.
Osman Yağmurdereli’ye benzeyen bıyıklı ve şişman bakanlık görevlisi, asansörden çıktı; kısa ama geniş bir koridorda ilerledi; içerlek bir kapısı bulunan bir odanın önünde durdu.
Elinde tuttuğu, garsonların hesap kutusuna benzer bir kutuyu, oda önünde beklemekte olan adamın eline bıraktı, “Danışman beye,” dedi.
“Hangisine?” dedi, genç ve yeni sivil koruma.
“İçeridekine tabii. Egemen bey’e! O yok mu şu an içeride?”
“E-evet, o var. Tamam.”
Kutuya bir göz atmayı düşünüyorduk, vazgeçtik, kapıya baktık. ‘Dış İşleri Bakan Yardımcısı - TC’ yazıyordu. Monitörümüzde, 100eysel’in harita arayüzünde yeşil hedef ışığı yanıp sönmeye başladı. İşte, kapı karşımızdaydı. Bakan yardımcısı, içeride miydi acaba?
Del’i usulca içeriye sürdük. Çelik kapının, ortası kızıl renkli, sert ahşabına gömüldük, kısa bir karanlığın ardından odanın ortasına çıktık. Az önce kapının önünde bekleyen koruma, danışman Egemen’e, elindeki kutuyu uzattı. Büyük odada başka kimse yoktu.
“Bir dış işleri bakan yardımcısının, sürekli dış işleri bakanlığında oturacağını sanmakla hata yaptık herhalde,” dedi İzzet.
Beceriksizce Del’i odanın içinde gezdirirken (İzzet daha iyi kullanıyordu kumandayı. Ancak ileride Karaltı’nın hediye edeceği organik bir aparatla, Del vücudumun bir parçası gibi olacaktı!) “Adam, mesaiye başlar gibi sabah saat 9’da bu odaya gelmiyordur tabii,” dedim. Yalnızca bu konuda değil, birçok şeyden bihaberdik. Avucumuzun içinde tüm ülkeyi ve dünyayı ayağa kaldıracak bir nesne vardı; ancak bütün arzumuza rağmen hazırlıksızlarımız yetersizdi. Polisler, devlet binaları, bakanlar veya bakanlıklar gibi spesifik konularda pek bir şey bilmiyorduk. Açıkçası, hazırlığımızın yüzde doksanını Google üzerinde aramalar yaparak ulaştığımız bilgilerle oluşturmuştuk. Bu bizi biraz mahcup ediyor, özgüven kaybına yol açıyordu. Ne var ki, gün be gün, çok çabuk öğreneceğimizi görüyorduk!
Del, bakanlık odasında, oturma bölümü olarak düzenlenmiş bir kısımdaki, büyük bir sehpanın üzerinde asılı duruyordu. Sehpanın yüzeyi, yarısı ahşap, yarısı sert şeffaf reçineden yapılmıştı. Reçinenin içinde küçük çakıl taşları ve deniz kabukları göze çarpıyordu. Del, sehpaları seviyordu! Onu 15 dakika kullanmazsak, otomatik olarak olarak böyle bir yer buluyor ve orada bekliyordu. Çalışmadığı anlarda onu görebiliyorduk. Danışman, kendi küçük masasından kalktı, bakan yardımcısının, odanın diğer ucundaki büyük masasına yürüdü. Az önce masaya bıraktığı kutuyu tekrar eline alıp, kendi masasına döndü. Ceket çebinden telefonunu çıkardı ve bir arama yaptı.
Hemen Del’in sesini yükselttik. (Şimdilik kayıt yapmıyorduk. Bilgisayarlarımızda bir devlet belgesi veya bilgisi bulundurmaya henüz cesaret edemiyorduk. Önemli olabileceğini düşündüğümüz bilgileri bir kağıda not alıyorduk. Gerçi bu da bir kayıt sayılırdı.)
“Evet, efendim… Hayır, sayın Bakan, yarın İstanbul’a geçecekmiş… Sizinle onu da konuşmuşlar… Aldım, evet!.. Az önce bıraktılar. Mali Hizmetler 2’den İsmail isimli bir arkadaş getirdi… Onu çoktan hallettik efendim. E-mail ile de yolladım az önce.”
Danışmanın karşısındaki, bakan yardımcısısıydı! Del’i, adamın kulağının dibine kadar yaklaştırdık. Del, o yönden gelen sesi dinlemek istediğimizi anladı ve ayrı bir kanal olarak 100eysel’e aktardı. Canlı görüntüler gibi, sesin çözünürlüğü de mükemmeldi. Nasıl bu kadar berrak duyabiliyordu Del, hayretler içindeydik. İleride kayıtlarımızı kamuoyuna sunduğumuzda, hiç kimse bunların montaj filan olduğunu iddia edemeyecekti. Herşey cam gibi, billur gibi ortadaydı.
“Onu demiyorum oğlum. Tatlıcıyla konuştun mu? Yengen, '200 tane az. 250 tane olsun en az’ dedi. Unutma; ikiyüzellisinin içinde de yarımşar altın bulunacak! Hatırlat o pezevenge, yetiştiremem filan derse ebesini bellerim. Haftasonu düğün var biliyorsun. 250 tane altınlı lokum lazım bize."
"Başka bir tatlıcıyla daha konuşayım? Garanti olması adına."
"Hayır, sakın! Kafana göre karar verme. Denizli'liymiş bu usta. Onun lokumu meşhurdur diyor hanım."
Monitörün başında, İzzet'le beraber, gülsek mi öfkelensek mi karar veremiyorduk. Ülke, ne acayip insanlara emanetti. Adama, iyicene diş biledik. Eninde sonunda bir foyasını ortaya çıkaracaktık. İlk ciddii Del tecrübemiz, kesinlikle başarıya ulaşacaktı! Öfkelenmek bazen gerekliydi. Bal gibi bir öfkeyi, sıcacık, taa iliklerimizde hissettik.
"Anladım efendim. Bu arada, şu gazeteci Rikke'yi ne yapıyoruz?"
"Rikke ne? Kim?
"Rikke Kuhle. Şu Norveçli gazeteci kadın. Helikopter olayı hakkında sorular sorup duruyordu, biz de onunla beraber bazı Türk gazetecilerin akreditasyonlarını iptal etmiştik. Kadın, Ritz-Carlton otelde Lizbon belediye başkanıyla bir röportaj yapmış. Sizin de adınız geçiyor." (bkz. bölüm 1)
"Tamam, konuşma şimdi bunları.
"Özel hattan arıyorum efendim. Siz demiştiniz, bir gelişme olursa diye."
"Olsun, sonra konuşuruz. O pezevenkler hiçbirşeyi kanıtlayamaz. Kafasından, g.tlüğüne uyduruyorlar. Birşey bildiklerinden değil. Düğün öncesi canımı sıkma şimdi benim. Nişana Talha bey de gelecek. Onunla konuşur, hallederiz oracıkta, merak etme."
"Tamam Erdan bey, anladım efendim. Kutuyu nasıl yapıyoruz?"
"Ersin'i göndericem, şöför. Ona verirsin."
"Peki efendim, görüşmek üzere. Hanımefendiye saygılar."
Del'i odadan ve binadan çıkartmakla uğraşmadık. 'Home' tuşuna bastığımızda, bir saniye içinde yanımızda, sehpadaydı.
100eysel'i, ardından da monitörü kapattık. Zihnimizde garip sorularla kanapeye geçtik, ayaklarımızı uzatıp arkamıza yaslandık. Sürekli heyecan, sürekli diken üstünde, yorulmuştuk biraz.
“Artık, ister resmi, ister özel olsun, önemli görüşmelerin bakanlık binalarında filan yapılmadığını biliyoruz!"
"Haklısın," dedim İzzet'e. "Şu düğünde, ne konuşulacak acaba!?"
"Düğün gününe kadar, başka bir konuyu kurcalamamayı, o zamana kadar düşünmeyi ve dinlenmeyi teklif ediyorum?"
"Kabul edilmiştir."
İzzet, banyoya girdi, hazırlandı, giyindi, Yonca ile buluşmak üzere dışarıya çıktı. Artık daha çok dışarıda veya onun evinde buluşuyordu sevgilisiyle. Böyle bir ufak önlem almıştık. Kıza da hiçbirşey söylememişti, kararı ona bırakmıştım. İzzet evden ayrılınca ben de odama çekildim. Yatağımda uzanıp, Karaltı'nın notlarını inceledim.
Karaltı, Del'in, nasıl desem, annesi veya babası gibiydi. Biz öyle görüyorduk aralarındaki ilişkiyi. Tabii, tamamen başka bir bağlantı olması da mümkündü. Karaltı, evimize ilk girdiği gece ile sonrasındaki birkaç gün içinde, bazı notlar bırakmıştı. Son seferinde, 'öteki insan'ı sormuştu. Yani İzzet'i. Sonra Del'le ilgi konularda bazı sorumlulukları bana vermişti. Sonuçta Del'le de, Karaltı'yla da ilk karşılaşan bendim. Sıcaklamış odamda, vantilatörün doğal, hafif esintisi eşliğinde (Klimaları sevmiyordum. Ne var ki, birkaç yıl sonra, Kalamış parkı civarında kiralayacağımız, bahçe içindeki kocaman kumanda merkezimizde, her tarafı klimalarla donatacaktı İzzet, ve ilk saçma tartışmalarımızdan biri yaşanacaktı.) ayaklarımı uzatmış, Karaltı'nın ikinci notundaki şu cümleyi okuyordum: "Beni çağırmak istediğinde Del'e iki karşıt yüzeyinden dokun...” O'nu rahatsız etmeyi hiç istememiştim. Fakat şu an nedense ihtiyacım vardı. Kalktım, mutfağa gittim. Del'i hala üst dolapta saklıyorduk! Ani baskın gibi garip bir olayda, onun atıştırma gevreklerinin, makarna poşetlerinin ve cin mısırların arasında durması bize şimdilik güzel bir önlem gibi gelmişti. Del'e baş ve orta parmağımla dokundum. Dolabı kapatıp, yavaşça odama döndüm. Karaltı, yatağımın kenarındaydı...
Balkondan girmiş gibiydi sanki. İnsan, böyle şeylerden genelde gece vakitleri korkar. Bence bilinmezlikler, gündüzleyin daha ürkütücü oluyor. Öte yandan Karaltı'ya da henüz alışamamıştım. Çünkü pek konuşmuyordu. Sadece ilk geldiğinde birkaç cümle etmişti. Sonrasında tüm söyledikleri, ufak bir not defterinin saman kağıttan sayfaları üzerinde belirmişti. Tüm gövdesi gibi yine karmaşık bir karaltıdan oluşan elini uzatıyordu, kağıt sanki ıslanıyordu ve kelimeler ortaya çıkıyordu.
"Neden biz!? Niçin Del'i bize emanet ettiniz?" diye sormak istiyordum aslında. Fakat bu sorumdan ilk seferinde de niyeyse hoşlanmamıştı; veya biz basit cevabı göremiyorduk. Öte yandan, bu tür sorular ve meraklar, kendisine dört top dondurma ısmarlanan bir çocuğun, "Ama niçin ben? Bana bu güzel dondurmayı neden aldınız efendim!?" diye sormasına benziyordu... Karaltı'ya, İzzet'le beraber ortak merak ettiğimiz birşeyi sordum:
"Del, aslında çok tehlikeli," dedim. "Biz, O'nu doğru kullanıyor muyuz acaba?"
"Doğru nedir?" diye sordu.
En son, sirozdan hayatını kaybeden babamla oynamıştım bu kavram oyunlarını. Genelde heyecanlanırdım bu tarz sorulara cevap verirken; ama hissettiklerimi de söylerdim. "Hissetmek yetmez," derdi babam, "Açıklayabilmesin."
" 'Doğru' derken, İzzet'in ve benim doğrularımı kastediyorum."
"Öteki insan, İzzet... Senin adın ne?
"Benim adım Emin, Karaltı... Doğrular, gerçekleşmesini istediklerim yani: Kendi hayatımız, yakınımızdakilerin hayatı, ülkemiz ve dünyamız için faydalı olacak şeyler."
" 'Doğru,' o kadar kapsamlı değildir. Del'le güzel arkadaşlık ediyorsunuz bence. Şunu bilmeniz yeterli. Del, yanlış şeyler yapmanızı da engelleyecek."
Bu son söylediği biraz tuhaftı. Del'in bu koruyuculuğuna sevinsem mi endişelensem mi, bilemedim. Ama soramadım da. Çünkü Karaltı ortadan kaybolmuştu. Bu kadar sohbetin yeterli olduğunu düşünmüştü demek... Öyleyse, şimdi beni güzel anlar bekliyordu. İzzet'le beraber, bizi çok mutlu edecek bir karar almıştık: Del'i, haftada yalnızca bir kez, kişisel keyif ve dinlence anlarımız için kullanabilecektik!.. Aklımda hep, derin suların o büyüleyici sessizliği vardı... Virtual Reality başlığımı taktım. İçindeki 4K ekranlı telefon aygıtında, 100eysel'in lite bir versiyonu mevcuttu. Kumandayı elime alıp yatağa uzandım, ve Del'i, Atlas Okyanusu'nun Afrika açıklarında rastgele bir bölgeye gönderdim...
Tanrım! Müthiş... Daha önce hiçbir yerde görmediğim, kocaman bir yaratığın yanında yüzüyorum! Bir canlı, nasıl böyle esnek süzülebilir? Gri ve yeşil çizgili yüzgeçleri üzerinde garip delikler var. Her bir delik nefes alıyormuş gibi kıpırdıyor. Önümden, yürüyen bir bitki geçti; bir insanın saçları gibi, morlu pembeli binlerce dalları olan. Hey, Del! Islanmıyor musun? Hah haah! Bu mutluluklarımın bedelini ödeyeceğim. Çok çalışacağım! Kurallarımıza, prensiplerimize sadık kalacağım. Büyük işler başaracağız, Del!
2. bölüm sonu
Üçüncü bölümde: Bakan yardımcısı, bir arabesk şarkıcısının oğlunun düğününe katılıyor... / İzzet, Yonca ile, Emin'i de içine alan büyük bir tartışma yaşıyor... / Del, ünlü bir futbolcunun aile içi şiddetine tanık oluyor...
Biz sorduk, Çubuk Animasyon ekibi yanıtladı
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.