34,0600$% 0.04
37,6366€% 0.02
44,6189£% 0.18
2.743,89%0,02
2.506,45%0,01
9.673,59%-0,27
04 Ağustos 2020 Salı
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Bölüm 3 - Vitraydaki Delik
Hikayede yer alan kişi, kurum ve olay isimlerinin gerçek hayattaki kişi, kurum ve olaylarla bir ilgisi yoktur.
Küçük bir semtin nüfusu oradaydı sanki; inanılmaz bir kalabalık vardı. Buna rağmen, çok daha düşük varlıklı insanların toplu eğlencelerinde görülen o sıkışıklık ve düzensizlik göze çarpmıyordu hiç. Herkes rahattı, herkes mutlu görünüyordu; içkilerini içerek sohbet ediyorlar, ellerindeki geniş tabaklardaki ordövleri ve küçük kızarmış etleri atıştırıyorlardı. Neredeyse üç kişiye bir adet düşen beyaz elbiseli garsonlar, bu garsonları kontrol eden siyah takımlı şefler ve genel iletişimi sağlayan gri takımlı adamlar ile turuncu mini etekli hostes kızlar vardı. Ve bir o kadar da koruma. Düğünün konuklarının yarısı tanınmış kişiler, geri kalanı da onların yanlarında gelenlerdi.
İzzet ve ben, bu kadar insanı içine alacak bir yapının var olduğunu bile düşünmemiştik. Del, mekana yaklaşırken onu yukarıda biraz durdurup görüntü almıştık. Dev bir bahçeyi andıran düğün alanı, denize bitişikti, sahilin yüzlerce metrelik bölümünü kapatıyordu. Üstü kapalı bir mekan değildi; tamamen açık da sayılmazdı. Geniş yapraklı bitkiler ve doğal kütüklerden tasarlanmış çatılar vardı. Konukların gruplaşarak oluşturduğu bölümler arasında ise, gizli spotlarla aydınlatılan dev vitray paneller bulunuyordu. Paneller zemine sabitlenmemişti, hafif çelik konstrüksiyonlar ile havada asılı duruyorlardı sanki. Spotların ve gökyüzündeki yusyuvarlak ayın ışığı, cam vitraylarda müthiş bir renk dansı oluştururken, konukların yüzleri de renkten renge girmekteydi.
Del'i, bakan yardımcısına kilitlemiştik. Monitörde, 100eysel'in verdiği sinyalleri izliyorduk. Önemli bir konuk olarak, merkezdeki aile grubunın içerisindeydi adam. Del, davetlilerin arasından usulca dolanarak ilerlerken, acele etmedik; etraftaki diğer kişileri de inceledik merakla.
"Şu, şey değil mi, şarkıcı Servet De... neydi?"
"Servet Degar. O manyak, evet. Ayhan Çiçekçi'nin bir şarkısını da söylemişti bu. Benim tarzım değil de, Yonca dinlerken duymuştum. "
Ayhan Çiçekçi, düğünün evsahibi olan ünlü arabesk müzisyendi. Bu gece, kızı evleniyordu. Servet Degar denen, haftalık bir televizyon sohbet programında kameralara sarılıp öpmesiyle olay olan ve böylece ününe ün katan bu yılışık adam, o ince ve ağlak sesiyle her alanda şarkı söyleyebiliyordu, evsahibinin içli bir arabesk şarkısını da yorumlamak cesaretini göstermişti. Fakat, Servet Degar'ın, bizim asıl ilgimizi çeken yönü başkaydı. Dış işleri bakan yardımcısının karıştığı helikopter alım usulsüzlüğünün ardından ülkedeki yolsuzluk olaylarının da arttığı günlerde, bir grup sanatçı ve aydın 'Yolsuzluğun Yolunu Kapatalım!' isimli bir bildiriyi imzalamışlardı. Hemen ardından ortaya çıkan farklı bir grup, 'Devlet bizimdir / Yıpratmayalım' isimli başka bir tuhaf bildiri sunmuştu kamuoyuna. Bu bildirinin en başlarında, Servet Degar'ın imzası vardı.
İzzet'i dürttüm: "Çabuk çabuk! Şu noktada sarı sinyaller var. Adam, gruptan ayrılıyor galiba."
Bakan yardımcısı, sohbet ettiği gelin ile damadın yanından yavaşça ayrılıyordu. Beraberindeki yaşlı ve kel kafalı bir adamla, başka bir noktaya hareketlenmişlerdi. Üç dört adım arkalarında iki koruma yürüyordu. Del'i gezinti modundan çıkardık, ve bir saniye geçmeden yanlarında, tam tepelerindeydik. Ekranda, 100eysel üzerindeki mikrofon simgesine tıkladı İzzet.
"Talha bey gelmedi mi yoksa? Göremedik?"
"Telefonu kapalı herhalde, sayın bakanım. Ama görmüş benim bir adamım, gelmiş kendisi! Açık havada yiyip içmeyi pek sever. İleride, ızgaranın başındadır şu an."
"Seni beni yese doymaz o ayı. Şu Rikke Kuhle denen orospuyu da o davet etmiş galiba ülkeye." (bkz: bölüm 2)
"Evet, gazetecilerle arası iyidir. Ancak o Norveçli kadını, şüpheleri sizin üzerinizden almak için çağırdığını düşünüyorum. Sessizlik hiç iyi olmazdı. Talha bey bu işleri bilir, inanın."
"Ne şüphesi kardeşim!? Ordunun istediği araçları aldık mı, almadık mı şimdi? Hem de, üst modelini aldık! Benim şahsi firmamın Çin'deki bağlantılarından kime ne?"
"Erdan bey, isterseniz bunları kamelyaya geçip konuşalım."
Bakan yardımcısı, arkasındaki korumaya işaret etti:
"Oğlum. Altınlı lokumları verdiniz mi?"
"Verdik efendim. Ayhan beyin eşine emanet edildi, üç adet sepet içinde. Hostes kızlar konuklara dağıtıyor."
"Aferin!.. (Yanındakine dönerek) Dediğim gibi, şüphe eden, açsın kendi götünden şüphe etsin. Talha bey gelsin kendisine de diyeceğim. Benim alnım açık. Kimse kafasına göre konuşamaz bu konuda! Gazeteci mazeteci, hiç anlamam. Devlet bunlara izin veremez. "
Bir an, İzzet ile göz göze geldik. Aynı şeyi düşünüyor gibiydik. Önce ben sordum:
"Anlamıyorum. Şimdi bu hıyar, yolsuzluk yaptı mı yapmadı mı? Yapmamış gibi konuşuyor sanki!?"
"Bence, bu tür çirkin bir yaşamı olan insanların sığındığı bir psikoloji bu. Yolsuzluk yaptıklarını biliyorlar, yanındaki adam da biliyor, öteki de biliyor. Ama hayatlarını normal sürdürmek için bilmiyormuş gibi konuşmaları lazım. Ne bileyim; belki de Allahtan korkuyorlardır?"
"Belki, tepelerinde onları gören bir Del olabileceğinden korkuyorlar," deyip, gülümsedim. "Ama haklısın. Kesin yapmıştır bu herif, çalmıştır devletin parasını. Boş konuşmalarına baksana zaten; kaba saba, kötü niyetli, eğitimsiz birisi. Vicdanı da eğitimsiz olur bu tiplerin."
Talha bey dedikleri, şişman, kalın enseli ve beyaz suratlı bir adam, uzaktan Bakan yardımcısının grubuna doğru yaklaştı. Arkasında kendi koruması vardı. Adamın ağzı burnu yağ içindeydi. Elindeki kocaman peçetelerle hem bu yağları, hem de terini silmeye uğraşıyordu.
Tam o saniyelerde, İzzet'le bu konuya odaklanıp, Del'i yeni grubun üzerine göndermişken, kalabalığın arka taraflarında birşey ilgimizi çekti. Del'in, son günlerde peşpeşe ortaya çıkan gizemli özelliklerinden yalnızca bir tanesiydi! Gülümseyen yüzleri tesbit eden dijital fotoğraf makineleri gibi, çok daha farklı ve detaylı insan davranışlarına odaklama yapabiliyordu. 100eysel üzerinde bu özellliği 'default' ayarda / varsayılan olarak 'açık' bırakmıştık. Del'in, kendisinin otomatik hafızaya aldığı ve küçük bir pencere açarak hemen ekrana getirdiği, birkaç saniye önce gerçekleşmiş olan tuhaf olay şuydu: Kalabalığın içinde, normal bir insanın zor farkedebileceği bir pozisyonda, iri yapılı, sakallı bir adam, yanındaki genç kadını zorla elinden tutup çekiştirmiş, ve içinde kadının küçük elini sıktığı kendi kocaman elini, kadının yüzüne vurmuştu. Del'in sunduğu olağanüstü yüksek çözünürlüklü ağır çekimde, tüm detaylarıyla, kalabalıkta kimsenin f ark edemediği, bir anda gerçekleşen bu sinsi darbenin şiddetini ve kadının o anda hissettiği acıyı gördük. Çift, elele, kalabalığın içinden ayrılarak çıkışa yöneldi.
Ve biz ilk defa kararsız kaldık. Yalnızca üzerinde olduğumuz görevi mi sürdürmeliydik, yoksa bu rahatsız edici olayı da takip etmeli miydik? Monitör başında, gözlerimizle birbirimize bunu soruyorduk.
"Senkronlu hızı kullanabiliriz," dedi İzzet. Del'in sahip olduğu müthiş hızı unutmuştuk! Kendisini gönderdiğimiz bir koordinata ulaşması için, neredeyse zaman bile geçmiyordu. Tabii onun adına bu normal bir özellik olsa da, biz sıradan iki insan için aynı anda gerçekleşen olayları gözlemlememiz kolay olmuyordu.
"Ben küçük pencerede bu çifte odaklanırım, sen grubu izlersin," dedim.
Del'in olağanüstü özelliklerinden yeterince faydalanmak için (saatlerce düşünmek ve 'gizemler listesi' başlığı altında sayfalar dolusu notlar tutmak dışında) daha fazlasını yapmalı, güçlü teknolojik donanımlar kullanmalıydık. Bunu İzzet'le defalarca konuşmuştuk. Del, bize müthiş şeyler yaşatıyordu, bir rüyada gibiydik. Her saat, her gece yeni geleceğimize dair hayaller kuruyorduk! Buna rağmen, Del konusunda ne kadar risk almamız gerektiğine halen emin değildik. İzzet, hiç düşünmeden bankadaki vadeli hesabını bozmuş, özel ve güçlü bir bilgisayarı odaya getirip kurmuştu bile. Şu an ancak onun üzerinde Del'in sunduğu yüksek çözünürlüklü stream veri akışını işleyebiliyorduk. Aynı şekilde ben de kendi banka hesabımdaki tüm birikmiş paramı, askeri özellikleri bulunan profesyonel bir Gps sistemine yatırmıştım. Yine de Del'in yanında yetersiz ve yavaş kalıyorduk. (Mesele aslında basitti; fakat ikimiz de bunu dile getirmeye şimdilik korkuyorduk: Del, bize para da kazandırmalıydı.)
İzzet, grubu gözlüyordu. 100eysel üzerinde açtığımız küçük bir penceredeki bir tıklamayla ise, Del, az önce mekandan ayrılan çiftin yanına gidip gelebiliyordu. İki farklı olayı gözlemlememiz, kafamızı sağa ve sola çevirmek kadar basit gerçekleşiyordu.
Bakan yardımcısı Erdan Özgüdenoğlu, yanlarına gelen Talha beyin elini sıktı. Ama ortalıkta durmadılar. Konuşurken yürümeye devam ettiler. Grubun içindeki başka bir adam, mekan yetkililerinden birisi belki, onlara eliyle bir yönü işaret etti. Kamelya dedikleri yerdi herhalde. Servet Degar, bir şarkı söylemeye başlamıştı. Hem bunun gürültüsünden, hem de gizli davranmak istediklerinden, konuşurlarken kafalarını iyice birbirlerine yaklaştırıyorlardı. Del için bir problem yoktu. Tüm frekansları ayrıştırıyor, müthiş berrak aktarımlar yapıyordu. Ancak konuştukları önemli birşey yoktu. Talha bey, ocak başının müthiş lezzetinden ve Ayhan Çiçekçi'nin kızının güzelliğinden bahsetti. Bakan yardımcısı Erdan da, bunak ihtiyarlar gibi, korumasına dönüp iki kere aynı şeyi sordu. Adamcağız da üşenmeden aynı cevabı verdi mecburen. Üç sepet altınlı lokumu, hostes kızların konuklara dağıttığını söyledi. Kamelyaya doğru, ilgi çekmemek için yavaş yavaş, hattâ ara sıra durup başka gruplardan birileriyle kısa konuşmalar yaparak ilerliyorlardı. Bu esnada ben de iki kez, futbolcu ve eşine bakıp geldim. Sadece dört-beş saniyelik bir görüntü testiyle, adamın mesleğini ve yanındaki kadının da dört yıllık eşi olduğunu öğrenmiştik.
İlk kontrolümde, otoparkın girişinde buldu onları, Del. Halâ karısının elini tutuyordu adam. Ve o çirkin, iğrenç hareketi yaptı bir kez daha. Avucunun içinde karısının eli bulunduğu halde, iri elini o şekilde kaldırıp kadının suratına çarptı. Kadına, sanki kadının kendi eliyle vurmuştu. İzzet'i dürtüp gösterdim hemen. Gözlerimiz öfkeden kocaman açılmıştı. Seslerini ise dinlemiyorduk. Çünkü hiçbir konuşma bu şiddeti haklı çıkaramazdı. Zaten kocaman enseli, iri yarı herif, mantıklı bir cümle kurmuyor, sadece küfürler edip duruyordu. Anlaşılır tek cümlesi: "Beni orada rezil ettin, pislik," olmuştu.
Gruba döndük. Ama aklımız o çiftteydi. Küçük grubumuz, özel konuşacakları yere gelmişlerdi. Pek bir kamelyaya benzemiyordu burası. Gece klüplerinde, pavyonlarda filan da bulunan, özel köşeli koltuklu, bir yükselti üzerinde yer alan oturma alanlarındandı. Üstelik ahşap filan değildi, her yanında çelik çubuklar ve tuhaf antenler vardı. Belki sadece gündüzleri kamelya işlevi görüyordu. İçeriye hemen girmediler. Bir koruma, elindeki bir cihazı, kamelya içinde gezdirdi. Grup da o sırada başka bir davetli grubuyla karşılaştı, el sıkıştılar. Hemen ekranda 'F' simgesini (Futbolcu) tıklayıp, çiftin yanına gittim. Daha doğrusu, Del gitti! Onun yapabildiklerini sahiplenmiş görünüyorduk. Bu belki de iyi birşeydi.
Çift, arabalarına binmişlerdi. İnanılmazdı doğrusu. Çünkü adam hâlâ, karısının elini tutmaktaydı! Kadın, ağlıyordu. Korktum, bakamadım. Kadına tekrar, aynı saçma şekilde vuracak sandım. Vitesi tutabilmek için, adam mecburen karısının elini bıraktı. Lüks Audi Rs7 otomobil, otoparkın rampasını hızla çıkarak caddeye daldı.
"Del'i peşlerinden gönderelim mi?" diye sordu İzzet. Ne yapabilecektik ki? Elimize iğrenç şeyler görmekten başka ne geçecekti? Dünyada onbinlerce insan benzer eziyetleri yaşıyordu. Bunu durdurmak, en azından azaltmak adına birşey yapamayacak durumdaydık şu an. (Neredeyse bir anda... bir nefeste... her zaman var olmuşcasına ansızın... fakat ortaya çıkmaktan utanırmış gibi usulca belirecekti tüm imkanlar! 'Herşeyi' yapabileceğimizi, her duruma müdahale edebileceğimizi görecektik! Sadece azaltmayacak, durdurmayacak, olayları tersyüz edip değiştirebilecektik! 'Ne yapabiliriz ki' benzeri soruları cevaplamak, kafamızı üç saniye kaşıyıp o akşam ne yiyeceğimize karar vermek kadar kolay olacaktı! Ve tüm bunlara hazır mıydık, ona bir cevap veremiyorum.) Lüks otomobili takip etmedik. Düğün alanına, gruba geri döndük. Fakat, kayıdı tuttuk!
Otoparktaki otomobilin içinde yaşananların yer aldığı on-onbeş saniyelik görüntüler, Del tarafından bize son üç dört haftada aktarılmış tüm acayip sahnelerin içinde, bilgisayara ilk kayıt ettiğimiz verilerdi. Belki Del'in kendi içinde de vardı benzer kayıtlar; bunu bilmiyorduk. Ünlü bir ismin şiddet görüntülerini içeren bir kayıdı (bir 'belgeyi!') ne şekilde kullanacağımız konusunda, aklımızda belli belirsiz bazı düşünceler vardı. Daha çok bir beklenti, bir umuttu. Del'in, 'pek yakında' diyerek fısıldadığı, tatlı bir umut!
Bakan yardımcısı, Talha bey, diğer kel kafalı yaşlı adam ve mekandan yetkili bir kişi, alçak ve genişçe bir sehpanın etrafını çevirmişlerdi. Sehpanın üzerinde bakan yardımcısının ve şişman adamın içkileri, bir iki ilginç cihaz, ve bir paket altınlı lokum duruyordu. Danışman ile bakanın yaptığı lokum muhabbetini hatırlayınca, İzzet'le beraber elimizde olmadan güldük. (bkz: bölüm 2). Mekan yetkilisi adam, gruptan ayrılıp, bir koruma ile beraber çiçekli bir kapının önüne yürüdü. Çelik bir raftaki tablet cihaza dokundular. Oturma alanının üzeri ağır ağır kapanırken, benim kamelya sandığım şey, bir dakika içinde kapalı ve korunaklı bir odaya dönüştü. Mekan sorumlusu, girişin üzerine sıralanmış, belki yirmişer otuzar antene sahip, kapkara aletleri gösterdi korumaya. Koruma, kafasını salladı. İlk defa Dış İşleri Bakanlığı binasında gördüğümüz, jammer cihazlarıydı bunlar.
Del'in, insan medeniyetinin tanıdığı hiçbir elektronik sinyal veya farklı bir biyosinyal yaymadığını, tamamen çevreden soyutlanmış olduğunu bildiğimizden, böyle bir nesneyi kullanma ehliyetine sahip olduğumuz için, o inanılmaz gururu duyduk yine! Sırf bu özel his bile, yukarıda sözünü ettiğim 'herşeyi yapabileceğimize' inanmamız için yeterliydi. Yine de biraz korktum dersem yalan olmaz. Del'in tamamen bize ait olmadığını da biliyorduk. Her an kafasına göre (belki Karaltı'nın gizli komutlarına göre) hareket edebilir diye düşünüyorduk, aklımızın küçük bir köşesiyle. Evdeyken, çalışmadığı, kapalı olduğu zamanlarda sehpanın üzerinde durmayı seviyordu.
"Ne bileyim," diye lafa girdim hızla, sesli düşünerek: "Şimdi gidip, adamların önündeki sehpanın üzerinde dursa ve birdenbire görünür olsa? Ne olacak?"
"Saçmalama, Emin. Niye yapsın böyle birşey? Hiç yapmaz demiyorum da tabii. Neyse, düşünmeyelim böyle şeyleri."
"Haklısın. Özür dilerim." (Bilgisayar masasının çekmecesinde duran, iki adet küçük defterimiz vardı. Bir tanesi, en ufak şekilde akıl sır erdiremediğimiz, ama Del'in kolayca uyguladığı fantastik becerilerini sıraladığımız 'Gizemler listesi' idi. Boş zamanlarımızda kanapeye oturuyor, bu maddeler hakkında inatla fikirler üretmeye devam ediyorduk. Diğeri ise, en az Del'in gizemleri kadar önemli, yalnızca bizi anlatan 'Prensipler listesi' idi. Bu yüzden İzzet'ten özür dilemiştim. Çünkü listemizin başlarında, 'Görevimizi aksatmamak için, ne kadar ilgi çekici görünse de hiçbir gereksiz detaya yoğunlaşmayacağız' maddesi vardı.
Zihnimdeki kötü şeylerden sıyrılıp, gruba, görevime geri döndüm. Bir polis, bir asker, bir devlet adamıymışız gibi, 'görev' kelimesini kullanmak artık bizi inanılmaz mutlu ediyordu! Onların hepsine verilenlerden daha faydalı ve anlamlı bir görevin, bizim omzumuza, beynimize yüklenmiş olduğunu hissediyorduk. Bakan yardımcısına, işte bu hırs ve bu odaklanma ile baktım. Üçlü grup, hâlâ sessizdi; bir tabaktan çerez atıştırıyorlardı. Mekan sorumlusu dışarıya çıkmış, içeride yalnız iki koruma kalmıştı. Güvenliğin tamamen sağlandığına kanaat getirilince, ilk olarak yaşlı adam girdi söze:
"Rikke Kuhle denen şu karıyı, temizleyelim."
"Şaka mı bu? Yabancı uyruklu bir kişiyi ortadan kaldırmayı filan bırakın, ülkeye girişini engellemek dahi anlamsız bir hareket olur."
İşadamı ve amatör fotoğrafçı Talha beyin bu mantıklı açıklamasına rağmen, bakan Özgüdenoğlu, sinsi gülümsemesine engel olamamıştı. Gazetecinin bir helikopter kazasında filan ölmesi, gerçekten de onu en mutlu edecek şey olurdu.
"Tamam, ne yapacağız kardeşim, bırakalım konuşsun mu kaltak orada burada?"
"Gazetecileri herhangi bir biçimde engellemek hoş olmaz, Erdan bey. Çok tepki alıyor Avrupa'da. En ufak bir şekilde dokunmayınız derim. Hatta akreditasyonunu geri verin, tekrar katılabilsin basın toplantılarına."
"Oldu, bir de evlendirelim hatunu, düğününü yapalım burada. Lojmanlardan ev de veririz."
"Çok tipsiz bir karı, sayın bakan yardımcım. Kim evlenir onunla? Hah hah!"
Bakan yardımcısı ve ihtiyar yandaşı, gevrek gevrek sırıttılar.
Amatör sanatçı Talha bey, tekrar ipleri eline aldı: "Bu kadını buraya, YAP'dan şey çağırmadı mı? Kimdi şu?.." (YAP: Yeni Aydınlık Partisi. İktidar partisinin ensesinde boza pişiren Ana Muhalefet partisi.)
"Birol Özhan. O maymun çağırdı. Oslo'daki, temiz çevre bilmem ne, öyle bir toplantıda tanışıp görüşmüşler ilk. Yeşilci ya bu pezevenklerin hepsi."
"Tamam, biliyorum o toplantıyı. Orada, bu herifle bir röportaj da yapmıştı, kadın. Sonrasında İstanbul'da Lizbon belediye başkanıyla yapacağı röportajı da, Biröl Özhan'ın önerdiği söyleniyor." (bkz: bölüm 2) " Her neyse, bizim adamımız budur işte."
Kırmızı yanaklı şişman Talha beyin, bunları anlatırken terlemesi devam ediyordu niyeyse. Del'i bulunduğu yerden (üçlünün oturduğu sehpanın tam karşısında, zeminden doksan santim kadar yukarıda), adamın yüzüne yaklaştırmak, heyecanını veya endişesini, her ne ise o duygusunu izlemek istedim. İzzet oyun oynadığımı sanır diye vazgeçtim.
Herkes Talha beye bakmaktaydı.
"Bizim adamımız derken?"
"Bu Birol Özhan'ın, genç ve çok hoş bir hanım arkadaşı olduğunu, yirmibeş yıllık eşi bilmiyor... Siz biliyor muydunuz peki!?"
Bakan yardımcısı Erdan Özgüdenoğlu, gizlemeye gerek duymadan, bu kez gönlünce sırıttı.
"Peki, iki hafta bir, koca bir günlerini, Polonezköy'de bir çiftlik evinde geçirdiklerini biliyor musunuz? Ya da, bu işletmenin, benim otellerimden bir tanesi olduğunu!?"
Bakan yardımcısı, çok mutluydu. Bitmek tükenmek bilmeyen şu yolsuzluk şüphelerinin kendisi üzerinden bir parçacık kalkması için ne istenirse vermeye hazırdı. Sehpaya doğru hafif eğilerek:
"Ne istiyorsun, Talha bey?" diye sordu.
"Fazla birşey değil... Seninkilerden, bir helikopter... Bizim oğlan hastası da. Çok istiyor bir tane."
"Onlar, askeri helikopter, biliyorsun değil mi!? Ordunun malı. Şehir içinde ordu donanımlı bir Z-10 mu kullanacaksın yahu?"
"Sen orasına karışma, Erdan bey. Benim oğlan dediğim, otuzbeş yaşında adam. Hayatı boyunca bunun eğitimini aldı herif. Kendi firmasında arkadaşlarıyla kolayca modifiye ederler onu bir güzel. Evlat işte. Ne isterlerse he diyorsun, bakarız diyorsun."
"İyi o zaman, bakarız!" dedi, bakan yardımcısı. "Bir tanesi sorunlu çıkmıştı galiba. Ankara'da, birliğin deposunda duruyor."
Yaşlı adam, Talha beye doğru kadehini kaldırdı:
"Sen şimdi, aleti edavatı bile hazırlamışsındır? Hah hah."
"Herhalde. Aletlerimiz hep yanımızda. Kameralarımız her an kayıda hazırdırlar!"
Üçü de arkalarına yaslandı, mutlu mutlu güldüler... Korumaya işaret verildi. Kamelyanın deri kaplama duvarları yavaşça açıldı; grubun gülümsemesi, düğünün uğultusuna ve Servet Degar'ın şarkılarına karıştı...
Öfkeyle Del'i oradan çekerken, belki benim kontrolümün acemiliğinden, veya Del'in kendi problemiydi, bilemiyorum, hiç beklemeyeceğimiz birşey oldu. Gizemli mini küremiz , hızla geri çekilirken, dev vitray panellerden bir tanesine çarptı. Sahip olduğu olağaüstü hızla da, ardında kurşun deliği benzeri, kenarları erimiş bir delik bırakarak, delip geçti cam paneli. Sinek vızıltısı kadar çarpma sesini ise kimsenin duyduğunu sanmıyorum. Aşağıda bulunan gelinin arkadaşlarından bir genç kadının çıplak sırtına, üç beş gram renkli cam tozu döküldü sadece.
Çok acemice davrandık. Bu olayın üzerinde niyeyse fazla düşünmedik, neredeyse unuttuk gittti. Bir yıl kadar sonra, harap bir binada, hükümet ajanları bana işkence ederlerken, ilk soracaklarından biri şu olacaktı: "O deliği açan mermi, nasıl bir silahın namlusundan çıktı? Konuş!.."
* * *
Emirgan... İzzet'in kız arkadaşı Yonca'nın, halasının yazlık evi... İzzet ve Yonca, geniş ve gölgeli bir bahçede, mavi ortanca çiçeklerinin yanıbaşındaki, minderli demir bir kanepede oturuyorlar...
"Emin yüzünden mi? O birşey söylediği için mi sana gelemiyorum artık?"
"Ne ilgisi var. Ne söyleyebilir ki hem? Bak, sen sanıyorsun ki, Emin senden hoşlanmıyor. İlgisi bile yok. Kaç defa, senin ne kadar zeki ve becerikli birisi olduğunu söyledi bana."
"Peki mesele ne, İzzet? Ne olup bitiyor o evde? Neden beni çağırmıyorsun hiç!? Eskiden seyrek de olsa, toplanıp yemek yerdik sizin balkonda. Şimdi siz, neler yaşıyorsunuz orada yaa? O daireye girip çıkmamın bir önemi yok. Burası var, Beşiktaş'taki ev var, hepsinde beraber olabiliyoruz. Ama niçin inine kaçıp gizleniyorsun benden? Sen teklif ettiğinde buluşuyoruz ancak... Madde mi kullanıyorsunuz yoksa orada yaa? Ne bok çeviriyorsunuz!"
Yüzü önüne düşmüş ve ağlamaya başlamıştı kız. İzzet, onu yatıştırmaya çalışmadı hiç. Çünkü ne diyeceğini bilmiyordu. Yonca, hıçkırıklarını tutarak ağlamasını birdenbire kesti, başını kaldırdı:
"Ben senin sevgilinim. Bilmem lazım! Benim bilmemem gereken ne yapıyor olabilirsiniz? Söyle bari, iyi birşey mi yapıyorsunuz, kötü birşey mi?"
İzzet, konuşamadı. Boşlukta bir noktaya bakıyor, çıldırmış gibi aklını ve hayalini zorluyor, ama ne yapması gerektiğini göremiyordu. Anlatmalı mıydı? Yeni kaderine, Yonca da dahil miydi? Bilemiyordu... O anda tam karşısında, bahçenin taşlı küçük yolunun üzerinde, Del'in durduğunu bilemediği gibi.
3. Bölümün Sonu
Sonraki bölümde: İzzet, Emin'e, Yonca hakkında verdiği önemli kararı açıklıyor... / Doğa üstü bir varlık ve insan üstü bir kamera olan Del, Polonezköy'deki otele, insan yapımı basit kameraları bulmaya gidecek mi?.. / Karaltı'dan, bir tuhaf armağan daha: Acaba, gerekli donanımlar için 'para' kazandırabilir mi bu yeni beceri!?
Bölüm 2 - Kurallar ve Prensipler
Hikayede yer alan kişi, kurum ve olay isimlerinin gerçek hayattaki kişi, kurum ve olaylarla bir ilgisi yoktur.
Del, önce bahçe kapısından süzüldü, ardından bakanlık binasından usulca içeriye girdi. Ulaşması gereken hedefe yönlendirildiğinde, komut verdiğimiz anda saliseler geçmeden o kişinin veya nesnenin yanı başında beliriyordu. Ancak şu an etrafı gözlemlemek isteğimizden, kendisini gezinti modu dediğimiz bir hızda kullanıyorduk. Del, çalışmıyorken, onu evdeki sehpanın biraz üzerinde, havada kapkara asılı dinlenirken; bir de 100eysel programının arayüzünde bir navigasyon simgesi olarak görebiliyorduk. Bunların dışında, aynen şu anda, yirmi santim yakınında durduğu polis memurunun da yapamadığı gibi, biz de onu iş üstündeyken cismen göremiyorduk!
Bu tuhaflığa henüz alışamamıştık. Del, bize canlı sunduğu yüksek çözünürlüklü görüntülerin içinde, kendisi neredeyse yokmuş gibi, bir varlık olarak yer almıyor, bizim görüş açımız yerine geçiyordu. İzzet, Del’i biraz daha polise yaklaştırdı. Karton bir bardaktan çay içmekte olan adamın neredeyse suratına çarpacaktık. Biraz geri çekildik.
Del, polisin tam gözleri önünde durdu. Bir yandan garip bir şekilde ürkerken, bir yandan da çıldırmak üzere olan iki manyak gibi birbirimize bakıp sırıtıyorduk. Bir şaka gibiydi bu. Nasıl göremiyorlardı onu? Nasıl hissedemiyorlardı? Genç polisin, en azından hayali bir sinek varmış gibi elini filan sallamasını bekledik. Hayır, hiçbirşey algılamıyordu. Del’in varlığından en ufak şekilde haberi yoktu. Biz gene de, kilometrelerce uzaktaki bir monitörün karşısında, yanı başındaymışız gibi Del’i kontrol ederken, ürpermekten kendimizi alıkoyamıyorduk. Çünkü sonuçta, karşımızdaki bir devletti. Ve onun önemli bir görevlisine karşı gizli saklı işler çeviriyorduk. Ancak fazla sürmeyecek, bir hafta bile geçmeden, Del bize güven verdikçe bu korkumuz da ötekiler gibi kaybolacak, hareketlerimiz profesyonelleşecekti.
Del, ikinci polisin yanına yaklaştı. İşimize yarayacak bilgilerin yer alacağı bir konuşma duymayı bekliyorduk. Daha yaşlıca olan, üzerinde tam teçhizat ve çelik yelek bulunan polis, önemli bir şey söylemedi; sadece öğlenleyin yedikleri yemekten bahsettiler. Del, onlardan ayrılıp, önceden kabaca belirlediğimiz rotasında ilerledi. Dört katlı binanın, konsolosluk ofisleri, çeşitli kırtasiye ve dijital basım işlerinin halledildiği odaları ile başka özel bürolarının bulunduğu ikinci katına çıktı. Bir bakan veya bakan yardımcısı makam odası nasıl olur, bilmiyor, sırayla oda kapılarına bakıyorduk. Ne İzzet, ne de ben, daha önce böyle büyük ve yüksek korumalı bir devlet binasına girmemiştik.
Öte yandan asıl şaşkınlığımız, Del’in, Dış işleri bakan yardımcısı Erdan Özgüdenoğlu’nu direkt olarak bulamayışıydı. Halbuki ilk denemelerimizden birinde, İzzet’in kız arkadaşı Yonca’yı, üstelik kızın kendi evi bile olmayan yabancı bir mekanda kendisi otomatik bulmuştu. Bir dış işleri bakanı ile bir genç kız arasındaki fark neydi? Bir bakan yardımcısı (üstelik de gizli ve derin işler çeviren bir bakan yardımcısı) daha iyi korunurdu elbet, bu yüzden mi? Etrafta, Del’in bu adamın yanına yaklaşmasını engelleyen jammer tarzı cihazların bulunduğundan şüphe ettik. Yoksa Del, biz onu dünyalar üstü organik bir varlık olarak görürken, basit bir telsiz gibi sinyal mi yayıyordu etrafa!? Ancak sonra öğrenecektik ki, bir dalga yaymakla filan ilgisi yoktu, sebep çok daha basit ve komikti.
Bakan yardımcısını otomatik bulamadığımızdan, Del’i manual, yani elle kumanda ediyorduk. Koltuk altındaki kabarık dosyalarla yürüyen, topuklu ayakkabılı, şık giyimli bir kadını takip ettik. Önemli bir yere gidiyor olabilirdi. Genç kadının sırtının arkasında, omuz başına yakın bir yükseklikte, birkaç adım gerisindeydik. Kadın önce, küçük bir odaya uğradı. Elindeki belgelerin bir kısmını buraya bıraktı. Garip cihazlar vardı odada. Bir tanesi mor bir ışık yayıyordu ve içinde onlarca, kimlik kartlarına benzer küçük plastikler vardı. Kadın görevli, koridoru bitirip sağa döndü, kapısında ‘Mali Hizmetler 2 - Sekreterlik’ yazan bir odaya girdi. Ayakta durup, uzak masadaki bir adamla şakalaştı. Adama: “… (İzzet’le bir deftere yazdığımız, ve hergün bir yenisini belirlediğimiz Kurallar listemiz mevcuttu. Yapabileceklerinin hepsini daha hayal bile edemediğiniz olağandışı bir varlıkla çalışırken, insanın mutlaka bir kurallar ve prensipler listesi bulunmalı! Kurallar olmadan kendimizi özgür ve güvende hissedemezdik. Listemize son eklediğimiz prensibe göre, -insanları keyfi bir şekilde gözetlemeyeceğimiz gibi- seslerini de rahatça dinlemeyecektik. Del’in mikrofonu ( ya da her neyiyse. O küçük cam kütlesi içinde nasıl ve neresiyle duyduğunu bilmiyorduk) her türlü ses aktarımı için çalışmayacaktı. Yanlızca konumuza yakın, hedefimizle ilgili bilgiler içerebilecek konuşmaların sesini açıyorduk. Elbette kodladığımız bir algoritma da işitme beklentisi içinde olduğumuz kelimeler kullanıldığında sesi otomatik yükseltmekteydi.) …” dedi.
Tuhaf. Kadın ayakta dururken, birdenbire bir sandalye çekerek oturdu. Başka bir adam ayağa kalktı, “Geçerken ben bırakırım,” deyip bir kutuyu eline aldı. “Teşekkürler İsmail bey,” dedi kadın. Bu İsmail beyi bir takip etmek lazımdı, başka da yapacak bir işimiz yoktu. Adamın hemen omuz başına kilitlendik. O pozisyonda güzel görüyorduk etrafı. Kendi serbest görüş açımıza geçmek istediğimizde Del’i kontrolde bazen zorlanıyorduk; bir böcek gibi insanlara kenetlenmek ise gayet işe yarıyordu. Takım elbiseli bu şişman adam da bir-iki yere uğradıktan sonra, asansöre bindi; sadece bir kat yukarıya, üçüncü kata çıktı. Asansörde, adamı biraz geriden izlemek için geriye çekildiğimizde, Del asansör dışına çıkmıştı! Karanlığı, parıldayan çelik halatları görmüş, sanki boşluğa düşüyormuşuz gibi biz de korkmuştuk. Ancak bunun tersini yapmak mümkün değildi. Del’i ileriye sürdüğümüzde, mikroskopla inceliyormuş gibi, adamın kurşun kalem iriliğindeki sakal kıllarını görebiliyorduk sadece. Del’in veya Karaltı’nın koyduğu, gizli bir sınır kilidi vardı sanki; bunun ötesine, deri ve doku altına geçemiyorduk.
Osman Yağmurdereli’ye benzeyen bıyıklı ve şişman bakanlık görevlisi, asansörden çıktı; kısa ama geniş bir koridorda ilerledi; içerlek bir kapısı bulunan bir odanın önünde durdu.
Elinde tuttuğu, garsonların hesap kutusuna benzer bir kutuyu, oda önünde beklemekte olan adamın eline bıraktı, “Danışman beye,” dedi.
“Hangisine?” dedi, genç ve yeni sivil koruma.
“İçeridekine tabii. Egemen bey’e! O yok mu şu an içeride?”
“E-evet, o var. Tamam.”
Kutuya bir göz atmayı düşünüyorduk, vazgeçtik, kapıya baktık. ‘Dış İşleri Bakan Yardımcısı - TC’ yazıyordu. Monitörümüzde, 100eysel’in harita arayüzünde yeşil hedef ışığı yanıp sönmeye başladı. İşte, kapı karşımızdaydı. Bakan yardımcısı, içeride miydi acaba?
Del’i usulca içeriye sürdük. Çelik kapının, ortası kızıl renkli, sert ahşabına gömüldük, kısa bir karanlığın ardından odanın ortasına çıktık. Az önce kapının önünde bekleyen koruma, danışman Egemen’e, elindeki kutuyu uzattı. Büyük odada başka kimse yoktu.
“Bir dış işleri bakan yardımcısının, sürekli dış işleri bakanlığında oturacağını sanmakla hata yaptık herhalde,” dedi İzzet.
Beceriksizce Del’i odanın içinde gezdirirken (İzzet daha iyi kullanıyordu kumandayı. Ancak ileride Karaltı’nın hediye edeceği organik bir aparatla, Del vücudumun bir parçası gibi olacaktı!) “Adam, mesaiye başlar gibi sabah saat 9’da bu odaya gelmiyordur tabii,” dedim. Yalnızca bu konuda değil, birçok şeyden bihaberdik. Avucumuzun içinde tüm ülkeyi ve dünyayı ayağa kaldıracak bir nesne vardı; ancak bütün arzumuza rağmen hazırlıksızlarımız yetersizdi. Polisler, devlet binaları, bakanlar veya bakanlıklar gibi spesifik konularda pek bir şey bilmiyorduk. Açıkçası, hazırlığımızın yüzde doksanını Google üzerinde aramalar yaparak ulaştığımız bilgilerle oluşturmuştuk. Bu bizi biraz mahcup ediyor, özgüven kaybına yol açıyordu. Ne var ki, gün be gün, çok çabuk öğreneceğimizi görüyorduk!
Del, bakanlık odasında, oturma bölümü olarak düzenlenmiş bir kısımdaki, büyük bir sehpanın üzerinde asılı duruyordu. Sehpanın yüzeyi, yarısı ahşap, yarısı sert şeffaf reçineden yapılmıştı. Reçinenin içinde küçük çakıl taşları ve deniz kabukları göze çarpıyordu. Del, sehpaları seviyordu! Onu 15 dakika kullanmazsak, otomatik olarak olarak böyle bir yer buluyor ve orada bekliyordu. Çalışmadığı anlarda onu görebiliyorduk. Danışman, kendi küçük masasından kalktı, bakan yardımcısının, odanın diğer ucundaki büyük masasına yürüdü. Az önce masaya bıraktığı kutuyu tekrar eline alıp, kendi masasına döndü. Ceket çebinden telefonunu çıkardı ve bir arama yaptı.
Hemen Del’in sesini yükselttik. (Şimdilik kayıt yapmıyorduk. Bilgisayarlarımızda bir devlet belgesi veya bilgisi bulundurmaya henüz cesaret edemiyorduk. Önemli olabileceğini düşündüğümüz bilgileri bir kağıda not alıyorduk. Gerçi bu da bir kayıt sayılırdı.)
“Evet, efendim… Hayır, sayın Bakan, yarın İstanbul’a geçecekmiş… Sizinle onu da konuşmuşlar… Aldım, evet!.. Az önce bıraktılar. Mali Hizmetler 2’den İsmail isimli bir arkadaş getirdi… Onu çoktan hallettik efendim. E-mail ile de yolladım az önce.”
Danışmanın karşısındaki, bakan yardımcısısıydı! Del’i, adamın kulağının dibine kadar yaklaştırdık. Del, o yönden gelen sesi dinlemek istediğimizi anladı ve ayrı bir kanal olarak 100eysel’e aktardı. Canlı görüntüler gibi, sesin çözünürlüğü de mükemmeldi. Nasıl bu kadar berrak duyabiliyordu Del, hayretler içindeydik. İleride kayıtlarımızı kamuoyuna sunduğumuzda, hiç kimse bunların montaj filan olduğunu iddia edemeyecekti. Herşey cam gibi, billur gibi ortadaydı.
“Onu demiyorum oğlum. Tatlıcıyla konuştun mu? Yengen, '200 tane az. 250 tane olsun en az’ dedi. Unutma; ikiyüzellisinin içinde de yarımşar altın bulunacak! Hatırlat o pezevenge, yetiştiremem filan derse ebesini bellerim. Haftasonu düğün var biliyorsun. 250 tane altınlı lokum lazım bize."
"Başka bir tatlıcıyla daha konuşayım? Garanti olması adına."
"Hayır, sakın! Kafana göre karar verme. Denizli'liymiş bu usta. Onun lokumu meşhurdur diyor hanım."
Monitörün başında, İzzet'le beraber, gülsek mi öfkelensek mi karar veremiyorduk. Ülke, ne acayip insanlara emanetti. Adama, iyicene diş biledik. Eninde sonunda bir foyasını ortaya çıkaracaktık. İlk ciddii Del tecrübemiz, kesinlikle başarıya ulaşacaktı! Öfkelenmek bazen gerekliydi. Bal gibi bir öfkeyi, sıcacık, taa iliklerimizde hissettik.
"Anladım efendim. Bu arada, şu gazeteci Rikke'yi ne yapıyoruz?"
"Rikke ne? Kim?
"Rikke Kuhle. Şu Norveçli gazeteci kadın. Helikopter olayı hakkında sorular sorup duruyordu, biz de onunla beraber bazı Türk gazetecilerin akreditasyonlarını iptal etmiştik. Kadın, Ritz-Carlton otelde Lizbon belediye başkanıyla bir röportaj yapmış. Sizin de adınız geçiyor." (bkz. bölüm 1)
"Tamam, konuşma şimdi bunları.
"Özel hattan arıyorum efendim. Siz demiştiniz, bir gelişme olursa diye."
"Olsun, sonra konuşuruz. O pezevenkler hiçbirşeyi kanıtlayamaz. Kafasından, g.tlüğüne uyduruyorlar. Birşey bildiklerinden değil. Düğün öncesi canımı sıkma şimdi benim. Nişana Talha bey de gelecek. Onunla konuşur, hallederiz oracıkta, merak etme."
"Tamam Erdan bey, anladım efendim. Kutuyu nasıl yapıyoruz?"
"Ersin'i göndericem, şöför. Ona verirsin."
"Peki efendim, görüşmek üzere. Hanımefendiye saygılar."
Del'i odadan ve binadan çıkartmakla uğraşmadık. 'Home' tuşuna bastığımızda, bir saniye içinde yanımızda, sehpadaydı.
100eysel'i, ardından da monitörü kapattık. Zihnimizde garip sorularla kanapeye geçtik, ayaklarımızı uzatıp arkamıza yaslandık. Sürekli heyecan, sürekli diken üstünde, yorulmuştuk biraz.
“Artık, ister resmi, ister özel olsun, önemli görüşmelerin bakanlık binalarında filan yapılmadığını biliyoruz!"
"Haklısın," dedim İzzet'e. "Şu düğünde, ne konuşulacak acaba!?"
"Düğün gününe kadar, başka bir konuyu kurcalamamayı, o zamana kadar düşünmeyi ve dinlenmeyi teklif ediyorum?"
"Kabul edilmiştir."
İzzet, banyoya girdi, hazırlandı, giyindi, Yonca ile buluşmak üzere dışarıya çıktı. Artık daha çok dışarıda veya onun evinde buluşuyordu sevgilisiyle. Böyle bir ufak önlem almıştık. Kıza da hiçbirşey söylememişti, kararı ona bırakmıştım. İzzet evden ayrılınca ben de odama çekildim. Yatağımda uzanıp, Karaltı'nın notlarını inceledim.
Karaltı, Del'in, nasıl desem, annesi veya babası gibiydi. Biz öyle görüyorduk aralarındaki ilişkiyi. Tabii, tamamen başka bir bağlantı olması da mümkündü. Karaltı, evimize ilk girdiği gece ile sonrasındaki birkaç gün içinde, bazı notlar bırakmıştı. Son seferinde, 'öteki insan'ı sormuştu. Yani İzzet'i. Sonra Del'le ilgi konularda bazı sorumlulukları bana vermişti. Sonuçta Del'le de, Karaltı'yla da ilk karşılaşan bendim. Sıcaklamış odamda, vantilatörün doğal, hafif esintisi eşliğinde (Klimaları sevmiyordum. Ne var ki, birkaç yıl sonra, Kalamış parkı civarında kiralayacağımız, bahçe içindeki kocaman kumanda merkezimizde, her tarafı klimalarla donatacaktı İzzet, ve ilk saçma tartışmalarımızdan biri yaşanacaktı.) ayaklarımı uzatmış, Karaltı'nın ikinci notundaki şu cümleyi okuyordum: "Beni çağırmak istediğinde Del'e iki karşıt yüzeyinden dokun...” O'nu rahatsız etmeyi hiç istememiştim. Fakat şu an nedense ihtiyacım vardı. Kalktım, mutfağa gittim. Del'i hala üst dolapta saklıyorduk! Ani baskın gibi garip bir olayda, onun atıştırma gevreklerinin, makarna poşetlerinin ve cin mısırların arasında durması bize şimdilik güzel bir önlem gibi gelmişti. Del'e baş ve orta parmağımla dokundum. Dolabı kapatıp, yavaşça odama döndüm. Karaltı, yatağımın kenarındaydı...
Balkondan girmiş gibiydi sanki. İnsan, böyle şeylerden genelde gece vakitleri korkar. Bence bilinmezlikler, gündüzleyin daha ürkütücü oluyor. Öte yandan Karaltı'ya da henüz alışamamıştım. Çünkü pek konuşmuyordu. Sadece ilk geldiğinde birkaç cümle etmişti. Sonrasında tüm söyledikleri, ufak bir not defterinin saman kağıttan sayfaları üzerinde belirmişti. Tüm gövdesi gibi yine karmaşık bir karaltıdan oluşan elini uzatıyordu, kağıt sanki ıslanıyordu ve kelimeler ortaya çıkıyordu.
"Neden biz!? Niçin Del'i bize emanet ettiniz?" diye sormak istiyordum aslında. Fakat bu sorumdan ilk seferinde de niyeyse hoşlanmamıştı; veya biz basit cevabı göremiyorduk. Öte yandan, bu tür sorular ve meraklar, kendisine dört top dondurma ısmarlanan bir çocuğun, "Ama niçin ben? Bana bu güzel dondurmayı neden aldınız efendim!?" diye sormasına benziyordu... Karaltı'ya, İzzet'le beraber ortak merak ettiğimiz birşeyi sordum:
"Del, aslında çok tehlikeli," dedim. "Biz, O'nu doğru kullanıyor muyuz acaba?"
"Doğru nedir?" diye sordu.
En son, sirozdan hayatını kaybeden babamla oynamıştım bu kavram oyunlarını. Genelde heyecanlanırdım bu tarz sorulara cevap verirken; ama hissettiklerimi de söylerdim. "Hissetmek yetmez," derdi babam, "Açıklayabilmesin."
" 'Doğru' derken, İzzet'in ve benim doğrularımı kastediyorum."
"Öteki insan, İzzet... Senin adın ne?
"Benim adım Emin, Karaltı... Doğrular, gerçekleşmesini istediklerim yani: Kendi hayatımız, yakınımızdakilerin hayatı, ülkemiz ve dünyamız için faydalı olacak şeyler."
" 'Doğru,' o kadar kapsamlı değildir. Del'le güzel arkadaşlık ediyorsunuz bence. Şunu bilmeniz yeterli. Del, yanlış şeyler yapmanızı da engelleyecek."
Bu son söylediği biraz tuhaftı. Del'in bu koruyuculuğuna sevinsem mi endişelensem mi, bilemedim. Ama soramadım da. Çünkü Karaltı ortadan kaybolmuştu. Bu kadar sohbetin yeterli olduğunu düşünmüştü demek... Öyleyse, şimdi beni güzel anlar bekliyordu. İzzet'le beraber, bizi çok mutlu edecek bir karar almıştık: Del'i, haftada yalnızca bir kez, kişisel keyif ve dinlence anlarımız için kullanabilecektik!.. Aklımda hep, derin suların o büyüleyici sessizliği vardı... Virtual Reality başlığımı taktım. İçindeki 4K ekranlı telefon aygıtında, 100eysel'in lite bir versiyonu mevcuttu. Kumandayı elime alıp yatağa uzandım, ve Del'i, Atlas Okyanusu'nun Afrika açıklarında rastgele bir bölgeye gönderdim...
Tanrım! Müthiş... Daha önce hiçbir yerde görmediğim, kocaman bir yaratığın yanında yüzüyorum! Bir canlı, nasıl böyle esnek süzülebilir? Gri ve yeşil çizgili yüzgeçleri üzerinde garip delikler var. Her bir delik nefes alıyormuş gibi kıpırdıyor. Önümden, yürüyen bir bitki geçti; bir insanın saçları gibi, morlu pembeli binlerce dalları olan. Hey, Del! Islanmıyor musun? Hah haah! Bu mutluluklarımın bedelini ödeyeceğim. Çok çalışacağım! Kurallarımıza, prensiplerimize sadık kalacağım. Büyük işler başaracağız, Del!
2. bölüm sonu
Üçüncü bölümde: Bakan yardımcısı, bir arabesk şarkıcısının oğlunun düğününe katılıyor... / İzzet, Yonca ile, Emin'i de içine alan büyük bir tartışma yaşıyor... / Del, ünlü bir futbolcunun aile içi şiddetine tanık oluyor...
Bölüm 1 – Herşeyi Gören Göz
Hikayede yer alan kişi, kurum ve olay isimlerinin gerçek hayattaki kişi, kurum ve olaylarla bir ilgisi yoktur.
Siyah kar maskeli adam, elindeki kerpetenle yüzüme doğru yaklaştı. Arkamdaki duvara yapıştım, istemsizce kollarımı oynattım. Bileklerimdeki çelik ipler etimi çoktan kesmişler, neredeyse kemiğime dayanmışlardı. İşkenceci, kerpeteni ağzıma yaklaştırdı; soğuk aletin uçlarıyla dudaklarımı hafifçe sıkıştırdı. İki gündür buradaydım, daha fazlasına dayanmak istemiyordum. Yeterliydi. Kıpırdandım, kafamı oynattım.
Konuşmak istediğimi görünce, adam usulca geriye çekildi.
İçimde yanan tuhaf ateş gözlerime vurdu. Şeytanca gülümseyerek, kar maskeli işkencecinin iki karanlık oyuk ardındaki soğuk ve çirkin gözlerine dimdik baktım:
“Feriköy mahallesi, Gül mektep sokakta yaşıyorsunuz… Küçük bir oğlun, 16 yaşında bir kızın var… Kızın, çok güzel… Ve her Salı saat 17.45’de Şişli’de bir müzik kursuna gidiyor… Hakkınızda, her şeyi biliyorum!”
İri kerpeten, adamın avuçları arasından kayıp beton zemine yuvarlandı. Oda duvarları bulunmayan, rutubetli, kocaman boş binada, metalin tangırtısı yankılandı. Maskeli adamın gözleri faltaşı gibi açıldı. Hareketsiz duruyordu. Arkasında, yirmibeş-otuz metre geride, üzeri bilgisayar ve başka teknolojik cihazlarla dolu uzun bir masanın yanında duran takım elbiseli adamlar, bu tarafa doğru baktılar…
Türkiye’yi dünyada hiç olmadığı kadar baş gündem maddesi yapıp, ülkemizde siyasi ve toplumsal krizlere yol açan, tüm dünyada ise açık etkileri gözlemlenen bu garip olaylar dizisi beş yıl önce, 2014 Mayıs’ında başladı.
Bilgisayar programcısı ve grafikerdim. Web tasarımları, şirketlere sattığım logo çizimleri yapıyordum. Aynı meslekten sayılabilecek yakın arkadaşım İzzet’le, Bostancı lunaparkı yakınlarında bir dairede kalıyorduk. İzzet’in uzmanlığı benden daha ileriydi. Robotik yapay zeka alanında, rastlantısallık kodlamaları yapıyordu. Bir akşam, ikimizin de hayatını sonsuza dek değiştirecek o tuhaf olayı yaşadık. Daha doğrusu karşılaşmayı ben yaşadım; ertesi gün tatilden dönen İzzet’e heyecanla ve korkuyla hepsini anlattım. Dolabı açıp, ona Del’i gösterdim…
Bir şekilde herkes, Del’in yarattığı olayların merkezinde bulunduğu veya dolaylı olarak etkisinde kaldığı halde, kimse tüm bunların böyle başlamış olduğa nedense inanmıyor. Açıkçası ben de bazı şeyleri sakladım. Örneğin, onu ilk fark ettiğimde garip bir ışık vardı şehrin üzerinde. Bundan İzzet’e bile bahsetmedim. Çok sonraları hükümet ajanları da ısrarla, bu ışığı sorup durdular bana.
O akşam, beşinci kattaki dairemizin balkonuna çıkıp demirlere yaslanmış, anlamsızca şehrin boş caddelerine ve ileride görünen lunaparka bakıyordum. Önce büyük parıldamayı, sonra o küçük ışıltıyı gördüm. Dönme dolabın süs ışıklarından bir tanesi sandım. Ancak lunapark bayramdan beri kapalıydı. Küçük güçlü ışıltı, bir iradesi varmış gibi ve ona baktığımı anlamışcasına, birdenbire bir mermi gibi dümdüz ve hızla balkonumuza yaklaştı.
Beynime saplanacak en uygun noktayı arıyormuş gibi, başımın çevresinde bir tur attı. İri bir cam misket büyüklüğündeki küçük ışık, sanki duygularımı, beni okumaya çalışıyordu. Yıllardır bu tür hayaller kurmuş olduğum (uzak yaşam sistemlerinden dünyamızı ziyarete gelen medeniyetler, ‘Uzaylı’lar ), hattâ bu konularda düzenlenen forumlara, panellere bile aktif olarak katılmış olduğum için, o anlarda bilincim gayet açıktı. Işıktan fazla ürkmüyor, bir yabancılık göstermiyordum. Elbette önleyemediğim garip ve derin bir korku mevcuttu içimde. Del, beni okumayı bitirmişti, çevremde dönmeyi bıraktı. Ardından, yaşadığım yeri denetlemek istermiş gibi, kapıdan içeriye girdi.
Kendi ekseni etrafında biraz döndükten sonra, odanın ortasında hareketsiz kaldı. Gücü, canı, ışığı söndü. O söndüğü anda, zeminden yukarıya doğru, bir karaltı yükseldi karşımda. İlk kez çok korktum, tüylerim diken diken oldu. (Ancak ne Işık, ne Karaltı, ne de daha sonrasında bizim isim verdiğimiz “Slikon buhar”, hiçbirisi zarar verme niyetiyle bize yaklaşmadıklarından, İzzet de, ben de onlardan ve benzerlerinden bir daha korkmadık.) Odada, karşımdaki bir Karaltı olduğu halde onu görebilmemin sebebi, konturlarının, yani dış hatlarının soluk bir ışık halinde belirgin olmasıydı. Del’in sahipleri (veya ebeveynleri!) daha sonra bunu, bana cismen yaklaşmak maksadıyla yaptıklarını, kendilerinin aslında üç boyutlu belirgin bir şekile sahip olmadıklarını söylediler. Karaltı, insan konuşmasını andıran sesler çıkardıktan sonra, çalışmayan Del’in etrafında süzülerek: “Geschenk,” ardından da: “Gift,” dedi.
Tekrar düzeltme yaptı ve: “Hediye,” dedi.
Del, bir hediye ha. “Peki niçin bana? Neden?” diye sordum heyecanla.
“Cevaplar, sonra. Use it! Yalnızca kullan şimdi.”
“Nasıl kullanacağım? Nedir bu?”
“Göz. Herşeyi gören göz. Her yere gidebilir. Her yerde görebilir. Fakat kimse onu göremez.”
Karaltı, şu an burada açığa vurmak istemediğim başka önemli şeyler daha söyledi. (O akşam yaşananları biraz yüzeysel anlattığımın farkındayım. Çünkü ortalık biraz durulsa da, henüz hiçbirşey sona ermedi! Ajanların eline geçmesini istemediğim çok önemli bilgiler mevcut.) Karaltı, son olarak, Del’le ilgili olduğunu söylediği önemli notları aktarması için, benden bir kayıt nesnesi istedi. O an aklıma sadece kağıt geldi! Sehpanın üzerinde duran not defterimi uzattım. Karaltının bir parçası, el şeklinde uzanarak boş sayfanın üzerinde durdu. Beyaz kağıtta usulca, bazıları halâ İngilizce olan kelimeler ve rakamlar belirdi. Sayfayı koparttım, katlayarak cebime koydum. Kafamı kaldırdığımda Karaltının yok olduğunu gördüm. Ancak yalnız değildim. Del, oradaydı. Odanın ortasında, havada asılı. Ve tekrar ışıldamakta.
Ertesi akşam İzzet eve döndüğünde, olup bitenleri ona hemen anlatamadım. Yanında, Yonca (kız arkadaşı) vardı. Yonca, bir yayınevinde çalışıyor. İzzet, eşyalarını odasına bıraktı, beraberce kızın Beşiktaş’taki evine gittiler. O gece sabaha kadar uyuyamadım; bir rüya görüyormuşum gibi tuhaf, karmaşık şeyler düşündüm. Mesaj yazıp, olabildiğince çabuk gelmesini istediğim İzzet, öğlene doğru eve döndü. Onu kanapeye, karşıma oturtup, herşeyi anlattım. Bir robotik ve yapay zeka teknisyeni olarak, garip tepkiler vermeden güzelce dinledi beni. Ama gözlerinde korkulu bir bakış mevcuttu: Bir insanın, en yakın arkadaşının bir akşam birdenbire delirmesinden korkması gibi bir bakış. Önceleri beni de içine alan bu korku, nasıl desem, cinlerden veya perilerden korkmak benzeri bir duyguydu. Yani, bilinmeyenden! Tek bilinen şey, dolaptaki Del’di. Onu, bayatlamaması gereken bir yiyecek gibi mutfak dolabında sakladığımı gören İzzet, gülmekten kendini alıkoyamadı. Yarısı korku dolu bir kahkahaydı bu. “Dokunabiliyor muyuz?” diyerek, yüzüme baktı sonra. Del’i, usulca avuçları içine aldı. Ben bunu denemeye cesaret edememiştim. Başka bir zamanda İzzet, Del’e aslında tam olarak dokunamadığından, bu ışıklı bilyeyi oluşturan madde ile eli arasında pütürlü, sıcak bir boşluk bulunduğundan bahsedecekti.
Bir hafta boyunca uyuyup dinlenmeden Del üzerinde çalıştık. Karaltı’nın notları ile Del’in kendisi de yardımcı oldu bize. Birçok önemli bilgiye, tahmin edemeyeceğimiz bir çabuklukla ulaştık. Sekizinci gün, sehpanın üzerinde durmakta olan, ışıldayan cam bilyemize bakarak :
“Şurası artık kesin,” dedi İzzet: “Del, bir kamera!”
“Herşeyi gören göz,” diye coşkuyla mırıldandım! Neler yapabileceğimizi derinden hissetmeye başladıkça, içimi ürpertici bir heyecan sarıyordu. Bunun yanında, İzzet’le beraber, omuzlarımıza müthiş bir gücün sorumluluğunun yüklenmeye başladığını hissediyorduk. Bu ağır sorumluluk duygusu, hiçbir zaman kaybolmadı. Hediye Del’in, geldiği yerden çağırdığı diğer olağan dışı armağanlar ile tanıştıkça, sorumluluğun verdiği sıkıcı endişemiz, bir süre sonra neşeye, garip bir hazza dönüştü, ardından sorumluluğun tekrar yükseldiğini gördük, bu döngü böylece sürdü.
Bir iki haftanın sonunda ulaştığımız öteki tuhaf bilgiler şunlardı: Del, garip bir enerji alanı ile çevriliydi! Onun –sadece çok gelişmiş bir makine gibi görünse de- biyolojik bir varlık olduğuna dair şüphelerimiz bile vardı. Şaşkınlıkla, sahip olduğu olağanüstü becerilerle bir bir karşılaşıyor, ancak bunların nasıl oluştuğunu elbette gözlemleyemiyorduk. Dünyamızdaki basit cihazların neredeyse tümüyle (bilgisayar, modem, televizyon vericisi / alıcısı, elektrik motoru, lamba, radyo, uydu v.b) kolayca iletişim kuruyordu. İnternet ağına, radyo veya televizyon yayınlarına (radyo dalgalarına) Glonass, BeiDou, Galileo, Gps gibi tüm küresel sistemlere, yerel Lan, Bluetooth, NFC kablosuz ağlarına, elektrik, ses, hattâ ışık dalgalarına (parçacıklarına) kısacası bir enerji nakletmekte olan her türlü titreşimin içine karışıp müdahale edebiliyordu! Yaklaşık iki ay sonra, İzzet bilgisayarda (basit ancak işlevsel grafik arayüzünü benim tasarladığım)Del ‘le iletişim kurabildiğimiz o müthiş programı kodlamıştı bile.
Del’i kullanarak yapabileceklerimizi ilk gördüğümüzde, neredeyse aklımızı oynatacak gibi olduk. (Bu yüzden de, bizi her yeni acayip özelliğiyle şoka sokarak neredeyse aklımızı kaçırmamıza, delirmemize sebep olacak, uzaklardan gönderilmiş bilyemize o anda: ‘Del’ ismini koyduk.) Del, tasarladığımız programda, haritada hangi konumu işaret edersek, anında o noktaya gidebiliyordu! Gitmek, şu anda yapabileceğimiz en basit tanımlama. Artık, uçuyor muydu, ışınlanıyor muydu, dalga enerjisiyle mi seyahat ediyordu, yoksa ulaştığı noktada başka Del’ler de mi vardı, yani sadece zihinsel bir aktarım, telapati mi gerçekleştirmiş oluyordu, hiçbirini bilmiyoruz. Bir süre sonra, İzzet ile beraber bu yoldaki ilk önemli kararımızı verip: bilmediklerimize kafayı takıp deliler gibi düşünmek yerine, yapabildiklerimize yoğunlaşmaya karar verdik!
‘100eysel’ adını uydurduğumuz iletişim programında (Del’e can veren, yüzeysel de olsa bizimle konuşmasını sağlayan programdı. Ancak çok sonraları aramızda, Web’de ardımızda iz bırakmamızı da sağlayacak olan, bambaşka bir iletişim kurulacaktı!) ekrandaki haritada, Dolmabahçe Gazhane caddesini, o gün Metallica müzik grubunun bir konser vereceği İnönü stadyumu noktasını işaretledik. Yarım saat önce İzzet’in gözüne masanın üzerinde duran bir etkinlik broşürü çarpmıştı, ve kalabalık bir ortam da olduğundan ilk denememiz için hızlıca bu mekanda karar kılmıştık.
Noktayı belirledik ve “Git” komutunu verdik! Gözlerimiz hemen, Del’in çok sevdiği, sürekli üzerinde (onbeş-yirmi santim üzerinde, havada) durmakta olduğu sehpaya çevrildi: Del ortada yoktu bile. Saniyeler geçmeden monitör ekranında görüntüler belirdi. Yukardan aşağıya inen araç trafiğini, kaldırımda bekleşen erkekli kadınlı kalabalığı, karşıdaki yeşillik alanda uzanmış, üzerlerinde resimli tişörtler, ellerinde bira şişeleri bulunan gençleri gördük; ardından. Del, galiba bir ağacın tepesine çıktı, sonra kaldırımdaki bir genç kızın bacakları arasından geçti, ardından yükselip ilerideki denize düşecek kadar hızlandı, bir kavis çizip tekrar alana döndü, kırmızı ışıklı bir sosisli sandviç tezgahının tam üzerinden geçip, içinde dev hoparlörler ile yüzlerce metre kablonun bulunduğu karanlık bir deponun ortasından ilerledi. Bunları nasıl yaptığını dahi düşünemeden, bizi asıl verdiği görüntülerin inanılmaz yüksek çözünürlüğü şaşırtıyordu. En önemlisi, müthiş hassas hareket ediyordu! Klavyeden kumanda etmeye biraz alışabildiğimizde, Del’in hareketleri de daha anlaşılır hale geldi. Üç-dört deneme daha yaptıktan sonra farkedebildiğimiz birşey, bizi önce çocuk gibi sevindirse de, garip bir şekilde ürküttü. Del, bir insan gibi görüyordu!
Onu kontrol eden her kimse, o kişi gibi gördüğünü de gene tesadüfen, klavyenin başına geçmeyi İzzet’ten rica ettiğimde anladık. İzzet’in gözleri çok başarılı değildi, uzağı net göremiyordu. Klavyenin başında o varken kimi görüntüler bulanıklaşıyordu. Aynı şekilde benim de yıllardır, ameliyat gerektirmeyen küçük bir bel fıtığı hastalığım vardı, yani rahat koşamıyor, sağa sola çok hızlı dönemiyor, bir anda eğilemiyordum. Del’i öylesine, Dolmabahçe Sarayı tarafındaki geniş kaldırımın üzerine kondurmayı, o açıdan görüntü almayı denemiş, ancak becerememiştim. Bunu yapabilmem için benim de o kadar eğilebilmem gerekiyordu galiba. İlk başta buna inanmak istemedik. Fakat ben klavyeyi alıp yere, halının üzerine çömeldiğim anda istediğim görüntü açısı ekranda oluştu. İşte bu tuhaf olay, Del’in onu kontrol eden (kullanan) kişiyle organik bir bağ kuracağının ilk somut belirtisiydi.
Bir süre konuşup, fikirlerimizi tartışarak kendimize geldikten sonra, İzzet, ikinci küçük denememiz için Del’i, Yonca’nın evine göndermeyi teklif etti. İleride içine gireceğimiz pozisyonları, alacağımız veya devredeceğimiz büyük sorumlulukları şimdiden algılıyormuş gibi, tüm heyecanımıza rağmen inanılmaz dikkatli hareket ediyor, herşeye saatlerce konuşarak ve mutlaka birbirimize sorarak karar veriyorduk! Yonca’nın, benim için özel bir değeri yoktu. Güzel, etkileyici bir genç kadındı. Üstelik zekiydi de. Ne var ki elektriğimiz tutmuyordu. Çok varlıklı bir ailesi vardı, sürekli İzzet’i bir yerlere davet ediyordu. Yayınevinde de tam olarak ne işle meşgul olduğunu çözememiştim. “Farketmez, olur,” dedim İzzet’e, “Yapalım hadi.”
Ancak öğreneceklerimizin ardı arkası kesilmiyordu. Bu bilgi hızı ve ard arda yaşanan küçük şoklar iyi bir şey miydi, kötü birşey mi açıkçası emin değildim. Yonca’nın koordinatlarını verdiğimiz noktada kimse yoktu, ev ve odası boştu. Fakat Del, biz ona Yonca’nın bulunabileceği başka bir konum bilgisi vermeden, kendisi kızı buldu! Sadece bir dakika düşünebildik bunun üzerinde, fazla değil. “Nasıl oluyor bunlar” başlıklı, acil yanıtlar bulmamız gereken bir Gizemler listemiz vardı, bunu da oraya not alıp, tekrar ekranın karşısına geçtik.
Yonca, geniş bir mutfakta, yüksek bir taburede oturuyordu. Kocaman mor çiçekli, beyaz bir elbise vardı üzerinde. Karşısındaki yaşlı bir kadınla konuşuyordu. Kadın, elindeki sürahiden renkli bir bardağa sıcak birşey doldurdu.
“Halası,” dedi İzzet.
Hala, Yonca’ya: “Peki, sen biliyor musun ki dalgıçlığı, yaptın mı daha önce?” diye sordu. “Gidip öğreneceğim işte halacığım. İspanya’da bu kurs, Santa Cruz’da,” dedi Yonca. Yaklaşık beş dakika konuştular ve konu birdenbire İzzet’e geldi. “O da gelecek mi seninle? Tek başına gitmezsin sen şimdi. Çok seviyor musun o çocuğu?”
İzzet, bir anda uzandı ve “Home” tuşuna bastı! Del, sehpaya geri döndü.
“Seviyor tabii ki, moruk,” dedi İzzet. “Ama ben bunu bu şekilde duymak istemiyorum!”
Daha sonrasında da çok ihtiyaç duymadıkça, basit eğlenceler veya yüzeysel meraklarımızı tatmin için Del’i özel hayatlarımızda kullanmadık. Çok daha anlamlı ve yüce amaçlarımızın bulunduğunun farkındaydık. Bunu henüz oturup birbirimizin yüzüne tam söyleyemesek de, o kutsal amaçlar usulca tüm benliğimizi kuşatmak üzereydi. Yavaş yavaş, gerçek bir deneme yapmanın zamanı geliyordu!..
İlk ciddi deneyimiz için, ülkede büyük bir siyasi patırtı yaratacak bir eyleme karar verdik. Çünkü şimdiden, dünyayı değiştirebileceğimizi hissediyorduk! Ancak bunu çok sakin, çok dikkatli ve çok disiplinli olabilirsek başarabilirdik. Birkaç gün Del’e hiç bulaşmadık, 100eysel’i bile açmadık, oturup yalnızca düşündük, sürekli notlar aldık…
‘O’ adamın evine, inine, kararlarını aldığı / verdiği yere girecek, tüm gizli konuşmalarını kayıt altına alacaktık. Bu gizli kayıtlarla ne yapacağımızı henüz bilmiyorduk. Kayıtları sadece bilgisayarımızda bulundurma düşüncesi bile bizi endişelendirmişti. Ancak Del’in onları kendi tuhaf hafızasında sakladığını hatırladık! Gene de Web üzerindeki araştırmalarımızı başka bir makinede yapmamız, olabildiğince basılı medyadan yararlanmamız iyi olurdu. İnternet sitelerine, profesyonel ve ücretli Vpn servisleri üzerinden girmek fikrinden de vazgeçtik. O şekilde yine iz kalıyordu geride. İzzet, fazla risk taşımayan internet araştırmalarını başka makinelerde, biraz Yonca’nın tabletinde, çokça da geç saatlere kadar oturduğu internet kafelerde yaptı; ben de hem eski, hem de günümüz gazetelerinden gerekli bilgiler toparladım. Birçok bilgiye ise standart bir Türkiye vatandaşı olarak zaten sahiptik:
Adamın adı, Erdan Özgüdenoğlu idi. Dışişleri bakan yardımcısı. Bir turizm şirketinin sahibi olmasıyla da biliniyordu. Garip işlere bulaşan firmasının otobüslerinden biri, Gemlik yakınlarında kaza yapmış, tam on bir yolcu hayatını kaybetmişti. Uyukladığı söylenen şöför, firma müdürü, kimse yargılanmamış; hatalı sollama yaptığı için kazaya sebebiyet verdiği iddia edilen özel araç sahibi de olaydan on gün sonra birdenbire yurt dışında yaşamaya karar vermişti. Bu siyasetçi işadamının asıl marifeti ise, 2009 yılındaki, büyük gürültü koparan ve elbette hiçbir zaman belgelerle kanıtlanamayan, helikopter alımı usulsüzlüğüydü. Savunma bakanlığının ihalesiyle Çin’den alınacak helikopter anlaşmasında, dış işleri komisyonunda aracılık yaparken, birbiriyle rekabet eden iki Çin firmasından ihaleyi kazananıyla daha önce ciddi bir ticari ortaklığının bulunduğu su üstüne çıkmış, tabii konuyu didikleyen gazeteciler mahkemelere verilip susturulmuştu.
İzzet’le beraber, bu adamın üzerine Del’i göndermeye karar vermemizin asıl çıkış noktası şuydu: Vukuatları bitmeyen bakan yardımcısı, geçtiğimiz haftalardaki bir konuşmasında (Portekiz milli takımının Türkiye’yi 3-1 yendiği ve İspanyol bir hakemin yönettiği futbol maçı için) “Portekiz zaten İspanya’nın sümüklü küçük kardeşi değil mi!” şeklinde tuhaf bir demeç vermişti. Daha sonra lafını inkar etmeye çalışsa da, cevap gecikmemiş, uluslararası bir fuarın davetlisi olarak İstanbul’u ziyaret etmeye gelecek olan Lizbon belediye başkanı şunu söylemişti: “Bu adamın sattığı helikopterler de otobüsleri gibiyse, vay Türkiye ordusunun haline!” Böylece unutuldu denilen helikopter yolsuzluğu, bakan yardımcısının kendisi gibi dan dun konuşan bir belediye başkanı lafıyla, birdenbire tekrar gündeme gelmişti. Şu günlerde, şu dakikalarda, birileri bu konuda, kapalı kapılar ardında bir yerlerde, Del’in rahatça duyabileceği ve görebileceği önemli konuşmalanr yapıyor olmalıydı!
100eysel’in ‘Yerel-1 görev’ haritasında, iki gece sabahlayarak oluşturduğumuz özel konumun üzerine tıkladık, ve “Git!” komutunu verdik. Del, sehpanın üzerinde yok oldu.
(1. Bölüm Sonu)
İkinci Bölümde: Del, önce bir güvenlik görevlisine, sonra bakanlık sekreterine ulaşıyor; ve ardından da.. / Bir küçük mola; Okyanus gezintisi.. / Karaltı ile daha yakından tanışıyorum.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.