DOLAR

34,7671$% 0.1

EURO

36,5467% 0.07

STERLİN

44,1160£% 0.19

GRAM ALTIN

2.947,30%0,16

ONS

2.638,70%0,09

BİST100

9.681,11%0,30

İmsak Vakti a 06:32
İstanbul KAPALI 11°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Şafak Zorludere’den fantastik bir dizi: Del

ad826x90
ad826x90
ad826x90

ad826x90

Bölüm 1 –  Herşeyi Gören Göz 

   Hikayede yer alan kişi, kurum ve olay isimlerinin gerçek hayattaki kişi, kurum ve olaylarla bir ilgisi yoktur.

   Siyah kar maskeli adam, elindeki kerpetenle yüzüme doğru yaklaştı. Arkamdaki duvara yapıştım, istemsizce kollarımı oynattım. Bileklerimdeki çelik ipler etimi çoktan kesmişler, neredeyse kemiğime dayanmışlardı. İşkenceci, kerpeteni ağzıma yaklaştırdı; soğuk aletin uçlarıyla dudaklarımı hafifçe sıkıştırdı. İki gündür buradaydım, daha fazlasına dayanmak istemiyordum. Yeterliydi. Kıpırdandım, kafamı oynattım. 

ad826x90

   Konuşmak istediğimi görünce, adam usulca geriye çekildi.

ad826x90

   İçimde yanan tuhaf ateş gözlerime vurdu. Şeytanca gülümseyerek, kar maskeli işkencecinin iki karanlık oyuk ardındaki soğuk ve çirkin gözlerine dimdik baktım:

   “Feriköy mahallesi, Gül mektep sokakta yaşıyorsunuz… Küçük bir oğlun, 16 yaşında bir kızın var… Kızın, çok güzel… Ve her Salı saat 17.45’de Şişli’de bir müzik kursuna gidiyor… Hakkınızda, her şeyi biliyorum!”

   İri kerpeten, adamın avuçları arasından kayıp beton zemine yuvarlandı. Oda duvarları bulunmayan, rutubetli, kocaman boş binada, metalin tangırtısı yankılandı. Maskeli adamın gözleri faltaşı gibi açıldı. Hareketsiz duruyordu. Arkasında, yirmibeş-otuz metre geride, üzeri bilgisayar ve başka teknolojik cihazlarla dolu uzun bir masanın yanında duran takım elbiseli adamlar, bu tarafa doğru baktılar… 

   Türkiye’yi dünyada hiç olmadığı kadar baş gündem maddesi yapıp, ülkemizde siyasi ve toplumsal krizlere yol açan, tüm dünyada ise açık etkileri gözlemlenen bu garip olaylar dizisi beş yıl önce, 2014 Mayıs’ında başladı.

ad826x90

   Bilgisayar programcısı ve grafikerdim. Web tasarımları, şirketlere sattığım logo  çizimleri yapıyordum. Aynı meslekten sayılabilecek yakın arkadaşım İzzet’le, Bostancı lunaparkı yakınlarında bir dairede kalıyorduk. İzzet’in uzmanlığı benden daha ileriydi. Robotik yapay zeka alanında, rastlantısallık kodlamaları yapıyordu. Bir akşam, ikimizin de hayatını sonsuza dek değiştirecek o tuhaf olayı yaşadık. Daha doğrusu karşılaşmayı ben yaşadım; ertesi gün tatilden dönen İzzet’e heyecanla ve korkuyla hepsini anlattım. Dolabı açıp, ona Del’i gösterdim…

   Bir şekilde herkes, Del’in yarattığı olayların merkezinde bulunduğu veya dolaylı olarak etkisinde kaldığı halde, kimse tüm bunların böyle başlamış olduğa nedense inanmıyor. Açıkçası ben de bazı şeyleri sakladım. Örneğin, onu ilk fark ettiğimde garip bir ışık vardı şehrin üzerinde. Bundan İzzet’e bile bahsetmedim. Çok sonraları hükümet ajanları da ısrarla, bu ışığı sorup durdular bana.

   O akşam, beşinci kattaki dairemizin balkonuna çıkıp demirlere yaslanmış, anlamsızca şehrin boş caddelerine ve ileride görünen lunaparka bakıyordum. Önce büyük parıldamayı, sonra o küçük ışıltıyı gördüm. Dönme dolabın süs ışıklarından bir tanesi sandım. Ancak lunapark bayramdan beri kapalıydı. Küçük güçlü ışıltı, bir iradesi varmış gibi ve ona baktığımı anlamışcasına, birdenbire bir mermi gibi dümdüz ve hızla balkonumuza yaklaştı. 

   Beynime saplanacak en uygun noktayı arıyormuş gibi, başımın çevresinde bir tur attı. İri bir cam misket büyüklüğündeki küçük ışık, sanki duygularımı, beni okumaya çalışıyordu. Yıllardır bu tür hayaller kurmuş olduğum (uzak yaşam sistemlerinden dünyamızı ziyarete gelen medeniyetler, ‘Uzaylı’lar ), hattâ bu konularda düzenlenen forumlara, panellere bile aktif olarak katılmış olduğum için, o anlarda bilincim gayet açıktı. Işıktan fazla ürkmüyor, bir yabancılık göstermiyordum. Elbette önleyemediğim garip ve derin bir korku mevcuttu içimde. Del, beni okumayı bitirmişti, çevremde dönmeyi bıraktı. Ardından, yaşadığım yeri denetlemek istermiş gibi, kapıdan içeriye girdi. 

   Kendi ekseni etrafında biraz döndükten sonra, odanın ortasında hareketsiz kaldı. Gücü, canı, ışığı söndü. O söndüğü anda, zeminden yukarıya doğru, bir karaltı yükseldi karşımda. İlk kez çok korktum, tüylerim diken diken oldu. (Ancak ne Işık, ne Karaltı, ne de daha sonrasında bizim isim verdiğimiz “Slikon buhar”, hiçbirisi zarar verme niyetiyle bize yaklaşmadıklarından, İzzet de, ben de onlardan ve benzerlerinden bir daha korkmadık.) Odada, karşımdaki bir Karaltı olduğu halde onu görebilmemin sebebi, konturlarının, yani dış hatlarının soluk bir ışık halinde belirgin olmasıydı. Del’in sahipleri (veya ebeveynleri!) daha sonra bunu, bana cismen yaklaşmak maksadıyla yaptıklarını, kendilerinin aslında üç boyutlu belirgin bir şekile sahip olmadıklarını söylediler. Karaltı, insan konuşmasını andıran sesler çıkardıktan sonra, çalışmayan Del’in etrafında süzülerek: “Geschenk,” ardından da: “Gift,” dedi.

ad826x90

   Tekrar düzeltme yaptı ve: “Hediye,” dedi. 

   Del, bir hediye ha. “Peki niçin bana? Neden?” diye sordum heyecanla.

   “Cevaplar, sonra. Use it! Yalnızca kullan şimdi.” 

   “Nasıl kullanacağım? Nedir bu?”

   “Göz. Herşeyi gören göz. Her yere gidebilir. Her yerde görebilir. Fakat kimse onu göremez.” 

   Karaltı, şu an burada açığa vurmak istemediğim başka önemli şeyler daha söyledi. (O akşam yaşananları biraz yüzeysel anlattığımın farkındayım. Çünkü ortalık biraz durulsa da, henüz hiçbirşey sona ermedi! Ajanların eline geçmesini istemediğim çok önemli bilgiler mevcut.) Karaltı, son olarak, Del’le ilgili olduğunu söylediği önemli notları aktarması için, benden bir kayıt nesnesi istedi. O an aklıma sadece kağıt geldi! Sehpanın üzerinde duran not defterimi uzattım. Karaltının bir parçası, el şeklinde uzanarak boş sayfanın üzerinde durdu. Beyaz kağıtta usulca, bazıları halâ İngilizce olan kelimeler ve rakamlar belirdi. Sayfayı koparttım, katlayarak cebime koydum. Kafamı kaldırdığımda Karaltının yok olduğunu gördüm. Ancak yalnız değildim. Del, oradaydı. Odanın ortasında, havada asılı. Ve tekrar ışıldamakta.

   Ertesi akşam İzzet eve döndüğünde, olup bitenleri ona hemen anlatamadım. Yanında, Yonca (kız arkadaşı) vardı. Yonca, bir yayınevinde çalışıyor. İzzet, eşyalarını odasına bıraktı, beraberce kızın Beşiktaş’taki evine gittiler. O gece sabaha kadar uyuyamadım; bir rüya görüyormuşum gibi tuhaf, karmaşık şeyler düşündüm. Mesaj yazıp, olabildiğince çabuk gelmesini istediğim İzzet, öğlene doğru eve döndü. Onu kanapeye, karşıma oturtup, herşeyi anlattım. Bir robotik ve yapay zeka teknisyeni olarak, garip tepkiler vermeden güzelce dinledi beni. Ama gözlerinde korkulu bir bakış mevcuttu: Bir insanın, en yakın arkadaşının bir akşam birdenbire delirmesinden korkması gibi bir bakış. Önceleri beni de içine alan bu korku, nasıl desem, cinlerden veya perilerden korkmak benzeri bir duyguydu. Yani, bilinmeyenden! Tek bilinen şey, dolaptaki Del’di. Onu, bayatlamaması gereken bir yiyecek gibi mutfak dolabında sakladığımı gören İzzet, gülmekten kendini alıkoyamadı. Yarısı korku dolu bir kahkahaydı bu. “Dokunabiliyor muyuz?” diyerek, yüzüme baktı sonra. Del’i, usulca avuçları içine aldı. Ben bunu denemeye cesaret edememiştim. Başka bir zamanda İzzet, Del’e aslında tam olarak dokunamadığından, bu ışıklı bilyeyi oluşturan madde ile eli arasında pütürlü, sıcak bir boşluk bulunduğundan bahsedecekti.

   Bir hafta boyunca uyuyup dinlenmeden Del üzerinde çalıştık. Karaltı’nın notları ile Del’in kendisi de yardımcı oldu bize. Birçok önemli bilgiye, tahmin edemeyeceğimiz bir çabuklukla ulaştık. Sekizinci gün, sehpanın üzerinde durmakta olan, ışıldayan cam bilyemize bakarak :

   “Şurası artık kesin,” dedi İzzet: “Del, bir kamera!” 

   “Herşeyi gören göz,” diye coşkuyla mırıldandım! Neler yapabileceğimizi derinden hissetmeye başladıkça, içimi ürpertici bir heyecan sarıyordu. Bunun yanında, İzzet’le beraber, omuzlarımıza müthiş bir gücün sorumluluğunun yüklenmeye başladığını hissediyorduk. Bu ağır sorumluluk duygusu, hiçbir zaman kaybolmadı. Hediye Del’in, geldiği yerden çağırdığı diğer olağan dışı armağanlar ile tanıştıkça, sorumluluğun verdiği sıkıcı endişemiz, bir süre sonra neşeye, garip bir hazza dönüştü, ardından sorumluluğun tekrar yükseldiğini gördük, bu döngü böylece sürdü. 

   Bir iki haftanın sonunda ulaştığımız öteki tuhaf bilgiler şunlardı: Del, garip bir enerji alanı ile çevriliydi! Onun –sadece çok gelişmiş bir makine gibi görünse de- biyolojik bir varlık olduğuna dair şüphelerimiz bile vardı. Şaşkınlıkla, sahip olduğu olağanüstü becerilerle bir bir karşılaşıyor, ancak bunların nasıl oluştuğunu elbette gözlemleyemiyorduk. Dünyamızdaki basit cihazların neredeyse tümüyle (bilgisayar, modem, televizyon vericisi / alıcısı, elektrik motoru, lamba, radyo, uydu v.b) kolayca iletişim kuruyordu. İnternet ağına, radyo veya televizyon yayınlarına (radyo dalgalarına) Glonass, BeiDou, Galileo, Gps gibi tüm küresel sistemlere, yerel Lan, Bluetooth, NFC kablosuz ağlarına, elektrik, ses, hattâ ışık dalgalarına (parçacıklarına) kısacası bir enerji nakletmekte olan her türlü titreşimin içine karışıp müdahale edebiliyordu! Yaklaşık iki ay sonra, İzzet bilgisayarda (basit ancak işlevsel grafik arayüzünü benim tasarladığım)Del ‘le iletişim kurabildiğimiz o müthiş programı kodlamıştı bile. 

   Del’i kullanarak yapabileceklerimizi ilk gördüğümüzde, neredeyse aklımızı oynatacak gibi olduk. (Bu yüzden de, bizi her yeni acayip özelliğiyle şoka sokarak neredeyse aklımızı kaçırmamıza, delirmemize sebep olacak, uzaklardan gönderilmiş bilyemize o anda: ‘Del’ ismini koyduk.) Del, tasarladığımız programda, haritada hangi konumu  işaret edersek, anında o noktaya gidebiliyordu! Gitmek, şu anda yapabileceğimiz en basit tanımlama. Artık, uçuyor muydu, ışınlanıyor muydu, dalga enerjisiyle mi seyahat ediyordu, yoksa ulaştığı noktada başka Del’ler de mi vardı, yani sadece zihinsel bir aktarım, telapati mi gerçekleştirmiş oluyordu, hiçbirini bilmiyoruz. Bir süre sonra, İzzet ile beraber bu yoldaki ilk önemli kararımızı verip: bilmediklerimize kafayı takıp deliler gibi düşünmek yerine, yapabildiklerimize yoğunlaşmaya  karar verdik! 

   ‘100eysel’ adını uydurduğumuz iletişim programında (Del’e can veren, yüzeysel de olsa bizimle konuşmasını sağlayan programdı. Ancak çok sonraları aramızda, Web’de ardımızda iz bırakmamızı da sağlayacak olan, bambaşka bir iletişim kurulacaktı!) ekrandaki haritada, Dolmabahçe Gazhane caddesini, o gün Metallica müzik grubunun bir konser vereceği İnönü stadyumu noktasını işaretledik. Yarım saat önce İzzet’in gözüne masanın üzerinde duran bir etkinlik broşürü çarpmıştı, ve kalabalık bir ortam da olduğundan ilk denememiz için hızlıca bu mekanda karar kılmıştık. 

   Noktayı belirledik ve “Git” komutunu verdik! Gözlerimiz hemen, Del’in çok sevdiği, sürekli üzerinde (onbeş-yirmi santim üzerinde, havada) durmakta olduğu sehpaya çevrildi: Del ortada yoktu bile. Saniyeler geçmeden monitör ekranında görüntüler belirdi.  Yukardan aşağıya inen araç trafiğini, kaldırımda bekleşen erkekli kadınlı kalabalığı, karşıdaki yeşillik alanda uzanmış, üzerlerinde resimli tişörtler, ellerinde bira şişeleri bulunan gençleri gördük; ardından. Del, galiba bir ağacın tepesine çıktı, sonra kaldırımdaki bir genç kızın bacakları arasından geçti, ardından yükselip ilerideki denize düşecek kadar hızlandı, bir kavis çizip tekrar alana döndü, kırmızı ışıklı bir sosisli sandviç tezgahının tam üzerinden geçip, içinde dev hoparlörler ile yüzlerce metre kablonun bulunduğu karanlık bir deponun ortasından ilerledi. Bunları nasıl yaptığını dahi düşünemeden, bizi asıl verdiği görüntülerin inanılmaz yüksek çözünürlüğü şaşırtıyordu. En önemlisi, müthiş hassas hareket ediyordu! Klavyeden kumanda etmeye biraz alışabildiğimizde, Del’in hareketleri de daha anlaşılır hale geldi. Üç-dört deneme daha yaptıktan sonra farkedebildiğimiz birşey, bizi önce çocuk gibi sevindirse de, garip bir şekilde ürküttü. Del, bir insan gibi görüyordu! 

   Onu kontrol eden her kimse, o kişi gibi gördüğünü de gene tesadüfen, klavyenin başına geçmeyi İzzet’ten rica ettiğimde anladık. İzzet’in gözleri çok başarılı değildi, uzağı net göremiyordu. Klavyenin başında o varken kimi görüntüler bulanıklaşıyordu. Aynı şekilde benim de yıllardır, ameliyat gerektirmeyen küçük bir bel fıtığı hastalığım vardı, yani rahat koşamıyor, sağa sola çok hızlı dönemiyor, bir anda eğilemiyordum. Del’i öylesine, Dolmabahçe Sarayı tarafındaki geniş kaldırımın üzerine kondurmayı, o açıdan görüntü almayı denemiş, ancak becerememiştim. Bunu yapabilmem için benim de o kadar eğilebilmem gerekiyordu galiba. İlk başta buna inanmak istemedik. Fakat ben klavyeyi alıp yere, halının üzerine çömeldiğim anda istediğim görüntü açısı ekranda oluştu. İşte bu tuhaf olay, Del’in onu kontrol eden (kullanan) kişiyle organik bir bağ kuracağının ilk somut belirtisiydi. 

   Bir süre konuşup, fikirlerimizi tartışarak kendimize geldikten sonra, İzzet, ikinci küçük denememiz için Del’i, Yonca’nın evine göndermeyi teklif etti. İleride içine gireceğimiz pozisyonları, alacağımız veya devredeceğimiz büyük sorumlulukları şimdiden algılıyormuş gibi, tüm heyecanımıza rağmen inanılmaz dikkatli hareket ediyor, herşeye saatlerce konuşarak ve mutlaka birbirimize sorarak karar veriyorduk! Yonca’nın, benim için özel bir değeri yoktu. Güzel, etkileyici bir genç kadındı. Üstelik zekiydi de. Ne var ki elektriğimiz tutmuyordu. Çok varlıklı bir ailesi vardı, sürekli İzzet’i bir yerlere davet ediyordu. Yayınevinde de tam olarak ne işle meşgul olduğunu çözememiştim. “Farketmez, olur,” dedim İzzet’e, “Yapalım hadi.” 

   Ancak öğreneceklerimizin ardı arkası kesilmiyordu. Bu bilgi hızı ve ard arda yaşanan küçük şoklar iyi bir şey miydi, kötü birşey mi açıkçası emin değildim. Yonca’nın koordinatlarını verdiğimiz noktada kimse yoktu, ev ve odası boştu. Fakat Del, biz ona Yonca’nın bulunabileceği başka bir konum bilgisi vermeden, kendisi kızı  buldu! Sadece bir dakika düşünebildik bunun üzerinde, fazla değil. “Nasıl oluyor bunlar” başlıklı, acil yanıtlar bulmamız gereken bir Gizemler listemiz vardı, bunu da oraya not alıp, tekrar ekranın karşısına geçtik. 

   Yonca, geniş bir mutfakta, yüksek bir taburede oturuyordu. Kocaman mor çiçekli, beyaz bir elbise vardı üzerinde. Karşısındaki yaşlı bir kadınla konuşuyordu. Kadın, elindeki sürahiden renkli bir bardağa sıcak birşey doldurdu. 

   “Halası,” dedi İzzet. 

   Hala, Yonca’ya: “Peki, sen biliyor musun ki dalgıçlığı, yaptın mı daha önce?” diye sordu. “Gidip öğreneceğim işte halacığım. İspanya’da bu kurs, Santa Cruz’da,” dedi Yonca. Yaklaşık beş dakika konuştular ve konu birdenbire İzzet’e geldi. “O da gelecek mi seninle? Tek başına gitmezsin sen şimdi. Çok seviyor musun o çocuğu?” 

   İzzet, bir anda uzandı ve “Home” tuşuna bastı! Del, sehpaya geri döndü. 

   “Seviyor tabii ki, moruk,” dedi İzzet. “Ama ben bunu bu şekilde duymak istemiyorum!”

   Daha sonrasında da çok ihtiyaç duymadıkça, basit eğlenceler veya yüzeysel meraklarımızı tatmin için Del’i özel hayatlarımızda kullanmadık. Çok daha anlamlı ve yüce amaçlarımızın bulunduğunun farkındaydık. Bunu henüz oturup birbirimizin yüzüne tam söyleyemesek de, o kutsal amaçlar usulca tüm benliğimizi kuşatmak üzereydi. Yavaş yavaş, gerçek bir deneme yapmanın zamanı geliyordu!.. 

   İlk ciddi deneyimiz için, ülkede büyük bir siyasi patırtı yaratacak bir eyleme karar verdik. Çünkü şimdiden, dünyayı değiştirebileceğimizi hissediyorduk! Ancak bunu çok sakin, çok dikkatli ve çok disiplinli olabilirsek başarabilirdik. Birkaç gün Del’e hiç bulaşmadık, 100eysel’i bile açmadık, oturup yalnızca düşündük, sürekli notlar aldık… 

   ‘O’ adamın evine, inine, kararlarını aldığı / verdiği yere girecek, tüm gizli konuşmalarını kayıt altına alacaktık. Bu gizli kayıtlarla ne yapacağımızı henüz bilmiyorduk. Kayıtları sadece bilgisayarımızda bulundurma düşüncesi bile bizi  endişelendirmişti. Ancak Del’in onları kendi tuhaf hafızasında sakladığını hatırladık! Gene de Web üzerindeki araştırmalarımızı başka bir makinede yapmamız, olabildiğince basılı medyadan yararlanmamız iyi olurdu. İnternet sitelerine, profesyonel ve ücretli Vpn servisleri üzerinden girmek fikrinden de vazgeçtik. O şekilde yine iz kalıyordu geride. İzzet, fazla risk taşımayan internet araştırmalarını başka makinelerde, biraz Yonca’nın tabletinde, çokça da geç saatlere kadar oturduğu internet kafelerde yaptı; ben de hem eski, hem de günümüz gazetelerinden gerekli bilgiler toparladım. Birçok bilgiye ise standart bir Türkiye vatandaşı olarak zaten sahiptik:

   Adamın adı, Erdan Özgüdenoğlu idi. Dışişleri bakan yardımcısı. Bir turizm şirketinin sahibi olmasıyla da biliniyordu. Garip işlere bulaşan firmasının otobüslerinden biri, Gemlik yakınlarında kaza yapmış, tam on bir yolcu hayatını kaybetmişti. Uyukladığı söylenen şöför, firma müdürü, kimse yargılanmamış; hatalı sollama yaptığı için kazaya sebebiyet verdiği iddia edilen özel araç sahibi de olaydan on gün sonra birdenbire yurt dışında yaşamaya karar vermişti. Bu siyasetçi işadamının asıl marifeti ise, 2009 yılındaki, büyük gürültü koparan ve elbette hiçbir zaman belgelerle kanıtlanamayan, helikopter alımı usulsüzlüğüydü. Savunma bakanlığının ihalesiyle Çin’den alınacak helikopter anlaşmasında, dış işleri komisyonunda aracılık yaparken, birbiriyle rekabet eden iki Çin firmasından ihaleyi kazananıyla daha önce ciddi bir ticari ortaklığının bulunduğu su üstüne çıkmış, tabii konuyu didikleyen gazeteciler mahkemelere verilip susturulmuştu. 

   İzzet’le beraber, bu adamın üzerine Del’i göndermeye karar vermemizin asıl çıkış noktası şuydu: Vukuatları bitmeyen bakan yardımcısı, geçtiğimiz haftalardaki bir konuşmasında (Portekiz milli takımının Türkiye’yi  3-1 yendiği ve İspanyol bir hakemin yönettiği futbol maçı için) “Portekiz zaten İspanya’nın sümüklü küçük kardeşi değil mi!” şeklinde tuhaf bir demeç vermişti. Daha sonra lafını inkar etmeye çalışsa da, cevap gecikmemiş, uluslararası bir fuarın davetlisi olarak İstanbul’u ziyaret etmeye gelecek olan Lizbon belediye başkanı şunu söylemişti: “Bu adamın sattığı helikopterler de otobüsleri gibiyse, vay Türkiye ordusunun haline!” Böylece unutuldu denilen helikopter yolsuzluğu, bakan yardımcısının kendisi gibi dan dun konuşan bir belediye başkanı lafıyla, birdenbire tekrar gündeme gelmişti. Şu günlerde, şu dakikalarda, birileri bu konuda, kapalı kapılar ardında bir yerlerde, Del’in rahatça duyabileceği ve görebileceği önemli konuşmalanr yapıyor olmalıydı! 

   100eysel’in ‘Yerel-1 görev’ haritasında, iki gece sabahlayarak oluşturduğumuz özel konumun üzerine tıkladık, ve “Git!” komutunu verdik. Del, sehpanın üzerinde yok oldu. 

(1. Bölüm Sonu)

   İkinci Bölümde: Del, önce bir güvenlik görevlisine, sonra bakanlık sekreterine ulaşıyor; ve ardından da.. / Bir küçük mola; Okyanus gezintisi.. / Karaltı ile daha yakından tanışıyorum.

ad826x90
ad826x90
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Şafak Zorludere’den fantastik bir dizi: Del

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.