35,9916$% 0.28
37,4321€% 0.09
44,8322£% 0.34
3.313,54%0,54
2.864,70%0,29
9.842,53%0,00
Edebiyatımızda içkinin, özellikle de rakının yeri tartışılmaz. "Rakı şişesinde balık" olmak isteyenler, Kumkapı meyhanelerine dadananlar, “kur bakalım çilingir soframızı” diye Abbas’ı işe koşanlar… Örneklerin sonu gelmez. Peki içki edebiyatında ustalaşmış bu isimler kendileri nasıl ve nerelerde içerlerdi, içince sarhoş olurlar mıydı? Yoksa “bi büyük içip eve yürüye yürüye gider”ler miydi. Erdir Zat koordinatörlüğünde Overteam yayınları tarafından yayınlanan Rakı Ansiklopedisi, edebiyatımızın rakıyla bağı üzerine kapsamlı bir külliyat sunuyor. Buyurun edebiyatımızın iyi içicilerine Rakı Ansiklopedisi’nin ya da “şişedeki balığın” gözünden bir bakalım.
Burgazada'da Pandelli'de rakısına lobya, Cumhuriyet Meyhanesi'nde biraz gevezelik katık eden Sait Faik pek hoşsohbet biri olmadığı ve oturmayı pek sevmediği için meyhanelerde uzun süre kalmazmış. Herkesle ayaküstü konuşma olanağı bulduğu için Lambo'yu sever, Anadolu Pasajı'ndan bir tek atıp çıkmayı tercih edermiş. Sait Faik'in kendisini en rahat hissettiği yer Mustafa'nın Meyhanesi olmuştur. Sait Faik'i arayanlar, önce Mustafa'nın Meyhanesi'ne göz atmak gerektiğini bilir, bulamasalar bile söyleyeceklerini Mustafa'ya söyleyip giderlerdi.
Beyoğlu'ndaki tüm meyhanelere girip çıkan, oralarda vakit geçiren Sait Faik için her yer aynıdır demek mümkün; çünkü onun hoş vakit geçirmek için birkaç kadeh içki ve sohbet edecek bir iki arkadaştan başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Salaş ve bakımsız Orman Birahanesi de Sait Faik'in sık gittiği meyhanelerden biridir. Öyle ki Abidin Dino, 1949'da Ankara'da açtığı bir sergi için Sait Faik'e davetiyeyi Orman Birahanesi'ne göndermiştir.
Nerede içtiği kadar, içerken kiminle olduğunun da pek farkı yok Sait Faik için. Bir gün Beyoğlu'nda dönemin önde gelen yazarlarıyla buluşup içer, bir gün Ada vapurunda karşılaştığı balıkçılarla Çengelköy'e gidermiş. Deniz kıyısına kurulan çilingir sofrasında domates, hıyar ve manda kaymağından oluşan mezelerle rakı kadehlerini tokuşturan Sait Faik çoğu zaman buralarda kendini daha rahat hissedermiş.
Yaşamının son 15 yılında, genellikle Cumhuriyet Meyhanesi'nde her çarşamba yapılan öğle rakılarında dostlarının Sokrates'i oldu. Düşündü, düşündürdü, konuştu, konuşturdu. Eşi Suna Hanımın dediği gibi onunla konuşurken insan kendini akıllı sanırdı. Masada rakı bitince ortaya seslenirdi: 'Kerbela mı burası?..'
İçkiyle ilişkisini şu sözlerle anlatmıştı: 'İçtiğimiz akşamlar ne çok neşelendiğimizi düşünüp şaşırıyorum şimdi. Gerçekte gençlik demek neşe demektir. İçki o neşeyi doruğuna çıkarır, hatta aşırtır o neşeyi. Çoğun Ulus'taki meyhanelerden birinde içerdik. Mevsim kış ise özellikle yürümeyi yeğlerdik. Yenişehir'e. Ben oradaki parklardan birinde mutlaka çıkarırdım. Onlar da beni beklerken üç aşağı beş yukarı dolaşarak şiir konuşurlardı. Ben çok güç alışmışımdır içkiye; demek çok emek vermişimdir. Emek harcayarak kazanılan yeteneğin değeri daha büyüktür.'
Çok emek verdiğini söylediği rakıyı hep başköşeye koydu. Doktorlar yasaklayıncaya dek öğleden öğleye, akşamdan akşama hatırını sordu.
Salim Şengil, İlhan Berk'in sekiz yıl boyunca öğretmenlik yaptığı Kırşehir'den Ankara'ya her gelişinde, yeni şiirlerini şair arkadaşlarına okumak için onların devam ettikleri meyhanelere uğradığını aktarır. Berk, arkadaşlarına içki ısmarlayıp parasını ödemeden oradan uzaklaşıyormuş. Arkadaşları zor durumda kalıp çoğu zaman ancak borç senedi imzalayarak çıkabiliyorlarmış meyhaneden. Bu kaçışların birinde Can Yücel'e yakalanmış. Arkadaşları da onu hesabı ödeyinceye dek göz hapsinde tutmaya başlamışlar. Fahir Aksoy da Berk'in Ankara'ya yerleştiği yıllarda, Kürdün Meyhanesi'nden Üçnal'a gidildiği bir akşamdan bir anı aktarıyor. Orhan Veli Kanık'ın Charles Cros'dan çevirdiği Çirozname şiiri Tercüme dergisinde yeni çıkmış, onu tartışıyorlar. Derken, iyice kafayı bulan İlhan Berk, birden masadaki çirozlardan birini kapıp ayağa kalkarak 'Orhan! Al sana çirozname' diye Orhan Veli'ye fırlatıyor. Tabii, Orhan Veli'yi yatıştırmak için bayağı uğraşmışlar.
İstanbul'un seçkin içkili lokantalarının yanı sıra Boğaz'da içmeyi özellikle sever. Bebek'teki Nazmi'nin lokantası dostlarıyla sık sık buluştuğu yerdir. Yahya Kemal'in içki masası arkadaşları da belirlidir. Halil Vehbi Eralp, Ahmet Hamdi Tanpınar, İhsan Kongar, Mustafa İnan, Mustafa Şekip Tunç, Halis Erginer, Salim Rıza Kırkpınar, Cahit Tanyol masanın sürekli konuklarından bazılarıdır. Şairimiz masadakilerin hepsinin içki içmesini ister, dahası içmeyenleri de içmeye zorlar.
Şairimiz, rakıya düşkünlüğüne rağmen Kavaklıdere şaraplarının reklamı için yazdığı beyitle şarap-severlerin de belleğinde yer etmiştir:
Biz vedâ etmek üzereyiz kedere
Getir ahbâba bir Kavaklıdere.
Edebiyat dünyasına adımını attıktan sonra da İstanbul, Suriçi'ndeki ve ayrıca İstanbul'un pek çok semtindeki meyhane ve içkili lokantalar en çok uğradığı yerler olmuştur. Bir İstanbul-sever olan Cansever şehri dolaşmaktan hoşlanır. Her semtte de bir meyhane ya da bir bar bulur, bir süre buranın müdavimi olur.
Orhan Kemal ve Muzaffer Buyrukçu ile beraberken daha çok İstanbul yakasındaki meyhanelere gittiği biliniyor. Beyoğlu'nda Degustasyon, Şato (eski Mazarik), Çiçek Pasajı, Nil, Krepen Pasajı, Bacı, Hasır, Cumhuriyet, Refik, Kulüp Fuaye; Boğaz'da Avcı, Kaptan, Kalem, Nazmi, Şato; Kadıköy'de Todori, Koço, Belvü öteki içkili mekânlarıdır. Kadıköy'deki Hatay Lokantası'nın Hatay Meyhanesi Defteri'nde Cemal Süreya'nın çizdiği ve 'Sevgili, Edip!' ithaflı bir resmi bile vardır.
Ahmet Oktay, Fethi Naci, Hilmi Yavuz gibi birçok edebiyatçı yazılarında Cansever ile ilgili meyhane anılarından söz ederler. Cansever kendinden söz ettiği bir yazısında şiir ve içki konusuna da değinir: 'Bugüne kadar içkiliyken tek satır yazmış değilim. Ben çok sağlıklı bir kafayla yazarım. Hem sağlıklı bir kafayla, hem de küçük, ufak tefek mutluluklarla şiir yazmayı deniyorum, ya da yapabiliyorum. Alkolle katiyen...'
Rakıyla geç tanışmıştır, ama arkadaşı Edip Cansever'in 'Cemal'e rakı içmeyi ben öğrettim' dediğini duyduğunda çok alınır; intikamını da fena alır: 'Edip'e şiir yazmayı ben öğrettim' der bir yerde. Araları düzeldiğinde ise 'Edip'le barıştık' diye dünyaya ilan eder, 'Bana rakı içmeyi Edip öğretti' diye eklemeyi de ihmal etmez.
Aslında az konuşan, utangaç, mesafeli biridir. Dostları ve rakı olunca değişir durum. Keskin zekâsı, ince humoru, şiire edebiyata hâkimiyeti, bakışındaki özgünlük, ilgi alanlarının genişliği, çarpıcı buluşçuluğuyla sohbetin merkezindedir daima. Arkadaşları bir yana, tanıdığı tanımadığı birçok insan, onu görmek, sohbetine katılmak için geliyordur zaten. Özellikle genç şairler...
Yazar Necati Güngör'ün dediği gibi, gittiği meyhanelerin müşterisi artar. Rahat ettiği mekânların sayısı sınırlıdır aslında: Ankara'da Tavukçu, Körfez, İstanbul'da Hatay, Gazeteciler Lokali, Yeni Çınar, Koço; önceki yıllarda Asmalımescit, Todori vb... Meyhaneci saymaz kendini. Kişi tek başına gidip kafayı bulmuyorsa meyhaneci değildir ona göre. Ama ev başka. Kibrit-i ma'dır, amer'dir evde içtiği. Yani, ateşsuyu, ecelsuyu... Arada bir alkolsavar adını verdiği soda-limon-yoğurt, karışımıyla idare etmeye çalışması boşuna değildir, hele kalbi tekledikten sonra...
Bodrum'da yaşadığı dönemin tanıkları, Balıkçı'nın, günümüzde gurme denilen türden bir damak düşkünü olduğunu söyler. Kendisi de en çok çiporta denilen karışık ot kavurmasını sevdiğini ve bu mezenin en güzel Kumbahçe'deki –şimdi yerinde bir butik olan– meyhanede yapıldığını yazar. Halikarnas Balıkçısı'nın, 1947'den ölümüne kadar yaşadığı İzmir'de hâlâ anlatılan, meyhane günlerine ilişkin kimi gerçek, kimi efsane, çok sayıda hikâyesi vardır. Sabah elinde bir fileyle Kemeraltı'na gelir, cadde girişindeki ağaçtaki çiviye boş fileyi asar, daha sonra yazısını yazmak için, bugün Nadir Nadi adını taşıyan, o zamanların Sarıkışla Caddesi üzerinde bulunan Demokrat İzmir gazetesine gider, yazısını tamamlayınca Veysel Çıkmazı veya 1. Beyler'de bulunan meyhanelerin yolunu tutarmış. Azar azar, kararında içer, uzun sohbetleri severmiş. Meyhane çıkışında ağaçtaki filesini doldurmak üzere Havra Sokağı'nın yolunu tutar ve sonra hızlı adımlarla, hava da fazla kararmadan Hatay Caddesi'ndeki evine dönermiş.
Şiirlerinde gençliğin, aşkın, avareliğin, ciddiyetin, hayatın çok izi vardır. Biraz da rakının... Macar Lokantası'ndaki bütün sarhoşlara Oktay Rifat'a selam söyletir, Montör Sabri ile geceleri sokakta sarhoş konuşur. Sarhoş olunca, sol elini anımsar. Kafaları çekip Galata'ya dadandığı dedikodusunu kabullenmez. Rakı içer efkârlanır. Deli eder onu bu dünya, bu gece, bu yıldızlar, bu koku, bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç. Şiir yazıp eskiler alır. Eskiler verip musikiler alır, rakı şişesinde balık olmayı ister. Şiirinin en yüksek alkollü dizesidir bu.
Ama arkadaşı Melih Cevdet Anday bu isteğinin hiç de gerçek bir içicilik özleminden kaynaklanmadığını söyler: 'Sanıyorum bizim kuşaklarla birlikte ozanların, yazarların, sanatçıların içki tüketiminde önemli bir artış oldu. Ama içki üstüne unutulmaz bir şiir yazıldığını söyleyemeyeceğim. Orhan Veli'nin Bir de rakı şişesinde balık olsam dizesi rakıyı anlatmaz, Ahmet Haşim'in Göllerde bu dem bir kamış olsam dizesine naziredir.'
Bu üç arkadaş, ünlü Fransız ozan Philippe Souphoult'ya ilk rakısını Yaprak dergisinin sözde yönetim evinde, Orhan Veli'nin tek odalı evinde içirirler. Souphoult, 'Şiiri bütün dünyada aradım, İstanbul'da buldum' diyecektir. Bu sözü söylerken tamamen ayıktır. Rakıdan pek bir iz kalmamıştır ama genç Türk şiirinin izi hiç silinmemiştir Souphoult'da.
Aziz Nesin'in Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz ile birlikte çıkardığı Marko Paşa dergisi Türkiye'de mizahın dönüm noktasıydı. Toplumun her kesimi gibi meyhane âleminde de yankı buldu. Marko Paşa yazarlarının hikâyeleri nice çilingir sofrasında kahkahaya dönüştü. Tek Parti Dönemi'nin ana muhalefeti olan derginin kapatıldıktan sonra meyhanelerde el altından dağıtılarak yayın hayatına devam etmesi ise tam Azizlik bir kara mizah örneğiydi. 13 Subat 1949 tarihli Bugün gazetesine bakılırsa, Sabahattin Ali'nin öldürülmesiyle (1948) 'hortlayan' Marko Paşa'nın 'vatan hainleri' rahat durmuyordu: 'Solcuların şehrimizdeki ajanları sinsi sinsi faaliyet halindedirler! Bir meyhaneci tarafından getirtilen Marko Paşa gazetesi, gece yarılarından sonra şehrimizde [İstanbul] gizlice sattırılıyor.'Aziz Nesin, toplumun her kesiminden insanı yazdı, ahlaksızlıkları, aksaklıkları ve akılsızlıkları kendine özgü mizah duygusuyla hicvetti. Bohem tarafı yoktu, akşamcı değil çaycı idi; ama içtiğinde tam içerdi. Rakıya dayanıklılığıyla bilinir, oturunca tek başına bir büyük devirdiği söylenirdi.
Türk edebiyatına yön veren usta şairlerden biri olduğu kadar, ünlü rakı-severler listesinin de üst sıralarında yer alır. Ankara'da bulunduğu dönemde Cahit Sıtkı Tarancı, Nurullah Ataç, Ahmet Muhip Dıranas, Mehmed Kemal, Fahir Aksoy, Cihat Burak gibi edebiyatçı ve sanatçılarla, Kürdün Meyhanesi, Üç Nal gibi meyhanelerde bir araya gelirdi. İstanbul'da yerleştiğinde bu muhabbetleri Lambo'da sürdürdü.
Eşi Sabiha Rifat, şairin rakı sevgisinden şöyle bahseder: 'En çok içkiyi sever. Akşam, ufak bir tepsinin içinde meze hazırlatıp, iki üç kadeh içmeye bayılır. Sonra dostlarla oturup sohbet etmekten de çok hoşlanır.'
Beyoğlu'nda Hacapulo Pasajı'ndaki lokantada, Eminönü'nde eski bir sinagogdan dönüştürüldüğü için Havra diye anılan Ege Lokantası'nda içerdi, ama asıl gözdesi Sirkeci'deki Adana Kebapevi'ydi. Kebapçı sayısının koca İstanbul'da iki üç taneyi geçmediği yıllardı. 1960 Nisan'ında Fikret Otyam'a şöyle yazıyor: 'Şimdi Adana Kebapevi'nin açılmasını dört gözle bekliyorum. Çiğköfte, beyti, Adana kebabı ve domates salatasıyla kafayı çekmenin, çekebilmenin zevki emin ol Nobel'e namzet gösterilmekten çok daha fazla.'
Eve misafir geldiğinde eşi Nuriye hanıma çiğköfte yoğurması için seslendiği söylenir. Erkek işi sayılan çiğköfte yoğurmasını bilmezdi. 1965'de kebapla içtiğinde içkinin dokunmadığını yazmıştı: 'Haftada birkaç gece bizim Adana Kebapevi'nde demleniyorum. Taa yıllarca önceki gibi. İnanır mısın, çiğköfteli, humuslu, beyti kebaplı içki ne baş ağrısı yapıyor ne de ne bileyim, halsizlik. Yaş elli bir oldu ama, ben eskiye kıyasla pek bir değişiklik görmüyorum.'
İçkiyi kendi meyhanesini açacak kadar seven şair… Günün her saatine uygun içki içmeyi severdi. Daha doğrusu içki içmeyi severdi. Mehmed Kemal onun sarhoşluğu ile ayıklığının ayırt edilemeyeceğini yazmıştı…
Eskiden Ankara'da Kalem'i işleten Türk şiirinin öteki meyhaneci şairi Mehmed Kemal, Özdemir Asaf için şunları söyler: 'Meyhanesi evi gibiydi. Yan tarafında da odası vardı, orada yatardı. Geç saatlere kadar içer, on ikiden sonra kendi meyhanesine gelirdi. İstediğine içki verir, istemediğine vermezdi. Yazarlar ve şairler, Asaf'ın meyhanesine sık sık gelirlerdi. Asaf'ın burada şiir yazışlarından birine tanık oldum. Bir kâğıda yazıyor, sonra yazdıklarını büyük bir sepetin içine atıyordu. Ne yapıyorsun? diye sordum, Bunlar benim sermayemdir ayık zamanımda alır, düzeltir, şiiri yazarım dedi.'
Bir dönem ev sahibi olan Prof. Arslan Terzioğlu'na göre, her gün sabaha karşı, hatta sabahleyin eve döner, kimseyi rahatsız etmemek için de birinci kattaki evine, dışarıdan pencereye dayadığı bir merdivenden girerdi. Bir sabah Arslan Bey elinde çantası kapıdan çıkıp işine giderken Özdemir Asaf'ı merdivenin tepesinde görür. 'Maaşallah Özdemir Bey bu saatte mi geliyorsunuz?' diye seslenir. Özdemir Asaf da dönüp cevap verir: 'Maaşallah Arslan Bey bu saatte mi gidiyorsunuz?'
Tanpınar için rakı, İstanbul ve dostlar demektir. Paris'ten gönderdiği mektuplarda, o kadar isteyerek gittiği şehrin en büyük sıkıntısını rakısızlığa bağlar. Bütün mesele şarabın rakının yerini tutmamasında ve balıkların ızgara yapılmamasındadır. Aynı mektubunda Tanpınar rakı içmenin üç maddelik bir manifestosunu da yapar:
1. Rakı en iyi içkidir.
2. Her akşam değilse bile haftada iki defa içilmelidir.
3. Domates salatası, balık, kavun, beyaz peynir... biraz çiroz. Daha fazla meze zararlıdır.
Tabii mesele sadece rakıda değildir. Dostların sofrası ve İstanbul peyzajı olmayınca gönderilen rakılar Paris'te aynı tadı vermez: "Bazen diyorum kendime, her şeyi bırak, dön İstanbul'a, milletle bir kadeh rakı iç, anlat anlatacağın şeyleri. Bas küfürleri sonra tekrar Paris'e gel... O masa meğer bulunur şey değilmiş!". Bu masanın özlemini duydukça kaleme sarılır Tanpınar. Paris'ten yolladığı o nefis mektupları, kendi deyimiyle, dostlarla sohbetin derunî ihtiyaç haline geldiğinin işareti olan bu rakı sofrası kompleksine de borçluyuz!
Sait Faik ve Orhan Veli'nin can yoldaşı, kadeh arkadaşıydı. İçkiye, özellikle rakıya pek düşkündü. Öyle ki, kendisinden sonra gelen İkinci Yeni kuşağında onun yerini ancak Edip Cansever gibi bir büyük içici doldurabildi. Ankara'da bulunduğu dönemde Kürdün Meyhanesi'nin, Üç Nal'ın müdavimlerindendi. Buralarda Nurullah Ataç, Ahmet Muhip Dıranas, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Mehmed Kemal, Fahir Aksoy gibi edebiyatçı ve sanatçılarla yarenlik etti. Uzun içki gecelerini Paydos adlı şiirinde anlattığı Hilmi Baba'da bitirmeyi severdi.
Aslında rakıcı değil, votkacıydı. Ama rakı sofrasında dostlarla birlikte vakit geçirmekten hoşlanırdı. Fethi Naci, 1959'da Ankara'da Can Yücel'in tanıştırdığı Turgut Uyar'ın kolay dostluk kuran insanlardan olmadığını söyler. Bir yıllık askerliği boyunca her pazar gününü onun evinde geçirmiştir: 'Turgut, mutfakta keyifle yemek yapardı. Üstelik çok güzel yemek yapardı. Özellikle patlıcan salatası ünlüydü. Ben de arkalıksız, küçük bir hasır iskemleye oturur, Turgut'u seyrederdim. Dostluğumuz başlayalı daha bir yıl bile olmamıştı ama bu kısa süre içinde konuşmuş olmak için konuşmak zorunluluğundan kurtulmuştuk. O, yemeği hazırlar, votkasını içerken ben de rakımı yudumlardım.'
1968 yazında ise Paşabahçe'de buluşur Uyar'la Naci: 'Bir işçi arkadaşın küçük teknesiyle her akşam çapariye çıkardık. Ne balık bolluğuydu o! Her akşam rakı mezesi olacak kadar istavrit garanti idi. Tomris Uyar'la Turgut Uyar, deniz kıyısında karşı yakada oturuyorlardı. Onlar da kimi akşamlar gelmişlerdi.'
Onat Kutlar, Bebek'teki Şadırvan'ın, denizin tam üstündeki kaptan köşkü gibi havalı ve sakin barında iki şairi nasıl gördüğünü aktarır: 'Aylardan mayıs olmalı. Henüz yazlık bar mevsimi tam başlamamış; akşamüstü olmasına rağmen ortalık tenha. Karşıda uzak planda, Kandilli ve Küçüksu sırtları erguvanlar içinde. Barın ahşap tezgâhı üstünde iki votka kadehi ya da cin. İçinde bol buz, yeni çıkmış ve getirilmiş Bodrum mandalinasından iki yeşil dilim ve birer küçük nane dalı. Martı sesleri ve Karadeniz'den, ırıptan dönen balıkçı motorlarının uğultusu... Ve bara tünemiş susan iki sıkıntılı adam: Turgut Uyar ve Edip Cansever. İkisi de içkilerini yudumlarken, Avrupa'da oturup Asya kıtasındaki erguvanlara bakıyorlar ve şiir düşünüyorlar. Onlar yirmi dört saat şiir düşünürlerdi.'
İçki içmek onun yaşam biçiminin vazgeçilmez bir parçasıdır. 'İçim rakı dışım su' demiştir. Mütevazı sofrasında daima dostları vardır ve daima sanat ve politika... Herhangi bir çöküntüyü yeniden üretmek için içtiği görülmemiştir. Tam tersine dünyanın ve edebiyatın bütün meselelerini incelikle, alayla, enine boyuna konuşmak ve şiir süzmek işi olmuştur. Dünyadır onun rakı sofrası.
Can Yücel'i dinleyen pek çok insan, konuşmasındaki yavaşlığı, boğukluğu ve aksaklığı şairin çok içki içmesiyle ilişkilendirmiştir. Bu yanılsamadır. Can Yücel gençliğinde tiyatro eğitimi almış ve BBC'nin Türkçe bölümünde spikerlik yapmış biri olarak mikrofonik bir sese ve konuşma biçimine sahipti. Konuşmasındaki aksaklığa neden olan, şairin gırtlağında büyüyen kanserli bir ur kütlesidir.
Can Yücel söz konusu olduğunda –pek çok politikacı da dahil– herkes bir ortak noktada birleşir: Şair gibi yaşayan, dünyaya şiir gözüyle bakan, şiirle içen bir insandır.
Karikatür tarihinin birbirinden ilginç olayları
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.