DOLAR

34,2452$% 0.28

EURO

37,6376% -0.37

STERLİN

45,0841£% 0

GRAM ALTIN

2.921,73%0,22

ONS

2.653,23%-0,08

BİST100

9.109,34%2,37

İmsak Vakti a 05:34
İstanbul AÇIK 29°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Çok kasarsa kes gitsin!

ad826x90
ad826x90
ad826x90

enteresan bir yerdi o zamanlar yalova…  ve enteresan insanların şehriydi… depremden, göçten, il olmadan yani kirlenmeden, bozulmadan önce… kendi halinde, tipik bir sayfiye kasabasıydı… heykelden yani iskeleden mendireğe kadar olan yaklaşık birnoktasekiz kilometrelik mesafeyi yani normal şartlarda yarım saatte yürüyeceğiniz mesafeyi üç-dört saatte yürürdünüz, yol boyunca adım başı karşılaştığınız dostlarınızla geyik yaptığınız için… herkes birbirini tanırdı… öyle ki, yalova’dayken hergün gördüğünüz ama selam bile vermediğiniz bir tiple sirkeci’de, taksim’de ya da beşiktaş’ta karşılaştığınızda hasretle kucaklaşır, hal hatır sorardınız… ama ertesi gün yalova’da gördüğünüzde ne bir selam, ne bi hasbihal… bu sanırım yalova coğrafyasına özgü bir abukluktu… mesela bir gün galata köprüsü’nde yürüyordum, 

ad826x90

“civiiitttt… ciiiivvvyyyttt…” öyle bir ıslık sesi ki… baktım karşı tarafta bir tip hararetle el sallıyor… kendisini farkettiğimi görünce attı kendini yola, kanguru gibi sekerek o trafikte, geçti bulunduğum tarafa… kabarmış tavus kuşu gibi kollarını açıp ve sağ koluna tuhaf bir açı kazandırıp ilginç bir kavisle uzattı elini… anlaşıldı bi de tokalaşıcaaz… 

“eee birader… naaber, nereye?” dedi… ne desem… doğrusunu dedim,
“tünel’e…” hem sırıtıp hem de hoyratça kolumu sallarken (tokalaşıyoruz bu arada), “naapçan tünel’de” dedi… “sana neee… mendil açıcaam .mına koyiim… yok yok vodvilim var, ona yetişmeye çalışıyorum…” demedim tabii… 

“hiiç… ordan istiklal’e çıkıcaam.” dedim…
“peki madem, hadi kendine iyi bak” dedi, gitti… sonra çok karşılaştık yalova’da ama hiç selamlaşmadık… 

ad826x90

tuhaftı o insanlar… anlatacağım hikâye de öyle… baştan söyleyeyim, bu hikâyeye tanıklığım yok… orada diildim… ama yıllar boyunca bir çok versiyonunu duydum… öyle abuk ki, anlatan herkes kendisini de hikâyeye dahil ederek anlattı… oysa işin gerçeği öyle diil… ben size olan biteni, baş karakterin ağzından anlatıcaam… kimin mi, apollo hakan’ın… hakan, kafası farklı çalışan zeki bir heriftir… bırakın hayata geçmesini, kelime olarak yeni tanıştığımız teknoloji kavramıyla felaket içli dışlı, meraklı bir herifti… mesela sivillerin telsiz kullanımı o günlerde başlamıştı, apollo gelip yok avusturya’daki yok bilmem malta’daki heriflerle gece yaptığı muhabbetleri anlatırdı… sanırım o zamanlarda bizlerden daha farklı bir noktadaydı… lakabı da galiba bu nedenle apollo kaldı… 

ad826x90

gelelim hikayenin diğer iki figürüne… biri ‘seyyar’ murat, diğeri de burakhan… ikisi de ergen… burak, lisenin basketbol takımında gart oynayan sağlam fizikli bir herif… muratsa, çocukluğundaki pis bir hastalık nedeniyle tekerlekli sandalyede… ama hayat dolu, hayat dolular… neyse bu ikisi can sıkıntısından olsa gerek uçurtma yapmaya karar veriyorlar… çita uzunluğu birbuçuk metrelik kallavi bi uçurtma… bunlar harala gürele montaja geçtikleri sırada apollo geliyor…

“naapıyonuz lan…”

“uçurtmaaaa… ama sıkı bişi yapçaaz…” başlıyor bir ağız dalaşı… sonunda apollo,

“uçurtma nasıl yapılırmış, ben size göstericeem, bekleyin burada” deyip gidiyor… ve bir süre sonra üçer metrelik altı adet kalın çıta, beşyüz metre naylon karışımı ip ve bir takım malzemelerle dönüyor… hepsi birbuçukluk uçurtmayı bir kenara bırakıp yan tarafta maç yaptığımız arazide yeni azmanı monte etmeye başlıyorlar… dile kolay, onsekiz metre kuyruk yapıyorlar kakari kikiri muhabbet arasında… ve o talihsiz an geliyor… apollo,

ad826x90

“ulan, bu hacimli bişi oldu, kaldırır muhtemel, buna bir de çakar takalım.” diyor… çakar dediği, bisikletlerin tekerlek tellerine takılan, kalem pille çalışan ve ışığı yanıp yanıp sönen bişi… dört tane de çakar takıyorlar mı böylece heyyula uçurtmaya… eeee, şimdi bunu nerede uçurucaaz derdi başlıyor… çünkü işleri sahil kenarında yapmışlar ve böyle büyük bir uçurtmayı havalandırmak için uygun yer yok… yalova’nın sırtını dayadığı tepeliğe yani göçmen mahallesine gitmeye karar veriyorlar… şimdi binalardan adım atamayacağınız yerler o zamanlar dağ, bayır… neyse, bunlar akşam üzeri tepede mevzileniyorlar ve uçurtmayı havalandırıyorlar… belli bir yükseklik kazandırdıktan bir süre sonra apollo yorulmaya başlıyor… zira, uçurtmanın mukavemeti çok sert ve bizim herif zaten çiroz gibi… bir cinlik yapıyor -ki, benim hikayenin en sevdiğim yeri- uçurtmanın ipini seyyar’ın sandalyesine bağlıyor,

“birader, baktın çok zorluyor, sürükleyecek artık, kes gitsin” diye de eline bir tane maket bıçağı veriyor… uçurtma sorun çıkartmıyor allahtan, ikisi çimenlere uzanıp biralarından fırtlarken, seyyar da bi elinde maket bıçağı öbür elinde birası keyfle uçurtmanın süzülüşünü seyrediyor doya doya…

amirim, ufo da ufo…

ama aşağıda yani şehirde hayat başka akıyor… o sırada ‘namlılar’da kentin yerel gazetesinin sahibiyle rakı içen emniyet amirinin telsizi böğürüyor…

“söyle oğlum…”
“amirim, rahatsız ettim, kusura bakmayın…”
“söyle oğlum… nooldu…”
“amirim, telefonlar kitlendi… ufo ihbarı alıyoruz… millet deliler gibi arıyor…”
“ne ufo’su olm… ne diyoon sen…”
“amirim, inanmıyorsanız yukarı bakın… karım aradı şu an videoya çekiyormuş valla…”

gerçekten aşağısı karışıyor… çünkü hava kararınca uçurtmanın çakarları görünür oluyor… şehrin tepesinde durup hiç bir yere kıpırdamayan ve sürekli yanıp sönen bişi… uzatmayayım, bizimkilerin olan bitenden haberi yok ama bir şekilde bunların yerini tespit ediyorlar nasıl oluyorsa… 

ad826x90

apollo anlatıyor,

“olm, öyle dalmış gitmişiz ki, bir anda bir fener tutuldu üstümüze… ben de benim canavarı çaktım yüzlerine.” (canavar dediği de daha güçlü bir fener… karamürsel’deki amerikan üssü’nden yalova halkına kalan binlerce zippo, matara, çakı ve benzeri antin kuntin objelerden) sonra  karşımdaki polis “söndür lan şunu” dedi…
“olmaz, önce sen söndür…”
“başlatma şarap çanağına… polis diyorum olm, polis… söndür şunu…”
“aaaa bi baktım ses tanıdık, bizim bayram abi…”
“bayram abi, sen misin”dedim.
“hakan… apollooo… ulan bu haltı sen mi yedin olm…” dedi… şaşırdım bi an,
“yi de naaptık ki abi” dedim.
“ne demek ne yaptık ki… aşşaası fena karıştı ulan… neden izin almadın ki…”
“ne için abi… uçurtma uçurmak için mi…”

bu hikâye baştan sona gerçek… eksiği var, fazlası yok… ama o kadar çarpıtılmış, abartılmış versiyonlarını dinledim ki, hatta bir tanesinde hava kuvvetlerine haber verildiği ve eskişehir’deki hava üssünden iki efonaltının kaldırıldığı bile eklenmişti…

Comments

comments

ad826x90
ad826x90
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Saygı, sevgi ve hurç

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.

Araç çubuğuna atla