34,3922$% 0.05
36,5409€% -0.03
43,8488£% 0.01
2.878,40%0,22
2.606,49%0,28
9.226,86%-0,54
geçenlerde orhan ve cafer bendeydi… orhan eski dostum… caferleyse bir süredir tanışıyoruz ama muhabbetimiz sadece ayaküstü karşılaşmalarla sınırlı.. ilk defa uzun oturduk yani.. neyse, yiyoruz, içiyoruz, müzik dinliyoruz, konu kaçınılmaz olarak sinemaya geldi… cafer ne söylemiş olabilir bilmiyorum ama orhan’ın, ‘peki abi, bir film var ama hakkında hiç bişi bilmiyorum, ne yönetmenini, ne de oyuncularını…’ dediğini duydum… ‘abi, fırtınalı, puslu bir hava var filmde, boyuna rüzgar esiyor, bişiler uçuşuyor… çorak bir yerde bir kadınla bir adam sürekli bir at arabasıyla uğraşıyor…’ diye devam etti… cafer, sakin ve kendinden emin bir tavırla, ‘söylerim, ama alırım bi biranı’ dedi… gülüştüler… sonra, ‘aç babacım imdb’yi’ dedi cafer… ‘yaz oraya ‘béla tarr’ diye’… bense öylece bakıyorum dönen muhabbete… yazdı orhan ve ‘ahanda işte bu… vay be abi, nasıl bildin’ diye zor deşifre edebildiğim bir şeyler söyleyip kahkaha atarak mutfaktan bira almaya gitti…
o an için bir fikrim yok, meğerse macar yönetmen béla tarr’ın ‘a torinói ló’ ya da ingilizce adıyla ‘the turin horse’ adlı filmiymiş mevzuubahis olan… (bu sayede bu filmi de seyrettim ve bayıldım… ama ayrıntıya hiç girmeyeyim, nietzche’nin kırbaçlanan at hikayesi ile başlayan, onun varoluşu sorguladığı, ‘tanrı öldü’ doktrininden beslenen konusuyla üzerine bir şeyler yazmanın beni aştığı bir film… ama görselliğine, oyunculuklara bayıldım… çooook çooook uzun sekanslarına bile…) neyse, bir anda hayli ızdırap çektiren bir filmi sormak geldi aklıma ve ‘cafer’ dedim, ‘benim de bulamadığım bir film var… ben de ne yönetmeni ne de oyuncuları hatırlıyorum…’ cafer yine sakin ve emin edasıyla buz gibi yeni birasını açarken, ‘anlat abi, neler hatırlıyorsun peki’ dedi… ‘ne neleri yahu, neredeyse bütün film kare kare aklımda ama isimler yok işte’ diye yükselttim sesimi… yani biraz kızdım bu rahatlığına, kendinden emin tavrına… ‘neyse’ dedim, ‘bir araba, nasıl desem gettovari bir yerde, sisli puslu bir havada hızla giderken başlıyor film… arabayı kullanan adam kolundan yaralı.. bir eve geliyor… evdeki adam onu tedavi ediyor… anlıyorsun ki, evdeki bizimkinin kardeşi… bizim yaralı abi de mafyatik bir karakter… sonraki sahnede bu kardeş olan, karısı ve iki çocuğuyla yayla gibi bir yere gidiyor… bir tür baba evi… neyse, karısı çat diye hamile olduğunu ama çocuğun bizimkinden olmadığını söylüyor buna… sonra da işler karışıyor…’
cafer, birasından irice bir yudum aldıktan sonra gözlerini kısarak, ‘tamam abi… ama sana biraz pahalıya patlar…’ dedi… ‘nasıl yani’ dedim… ‘yani söylerim ama bi bin dolarını alırım…’ dedi… gülmedim, sırıttım… zaten insanı sinir eden bir sakinlik vardı üstünde… bir de bu ukala tavırlar filan… bilme olasılığı ise neredeyse sıfır… ‘tamam ulan’ diye bağırdım, ‘hangi film bu…’ benim bu yükselişimi hiç mi hiç takmadan sakin bir sesle, ‘aç abi imbd’yi… yaz oraya ‘andrey zvyagintsev’ diye’ dedi yine… ‘hah oldu mu, şimdi tıkla abi ‘izgnanie/sürgün’ filmine’ diye devam etti… kafayı yemek üzereydim…
anında tanıdım afişinden, aylardır aradığım filmi... öyle tuhaf bir durum ki, büyük oranda huzur, orta oranda mutluluk ve düşük oranda hiddet daha doğrusu kıskançlık çöktü üstüme... mutluydum çünkü bir takıntıdan kurtulmuştum, huzurluydum çünkü tekrar bulduğum bu filmi bir defa daha sindire sindire seyredebilecektim, hiddetliydim çünkü tüm bunlara rezil bir duruma düşerek ulaşmıştım... bu karışık ruh haliyle cafer'e baktığımda, yarısına geldiği birasını keyfle yudumlarken yine kısık gözlerle beni süzdüğünü farkettim... 'alıcaam di mi abi bin doları' dedi kahkahayı patlatarak...
hani vardır ya, yerine getirilmez, laf olsun türünden bahislerden biri olduğunu sanmıştım bunun ama yanılmışım... sonraki süreçte günaşırı mesajlarına maruz kaldım cafer'in... 'sevgiler, saygılar abim... nooldu abi bizim bi bin dolar...' diyordu... geçenlerde, naapıyiim beri sesini kessin diye bunun ibanına beşyüz dolar yolladım, çaresizce... ama yarım saat sonra, 'bin dolar diye konuşmamış mıydık abim' diye bir mesaj daha geldi... hey allaam yaaa, kafayı yiyceem, ulan ülke batmış, kim kime beşyüz dolar veriyor bu devirde yahu, hem de böyle tırı vırı bir bahisten... sırf kuyruğu dik tutalım diye verdik işte, al afiyetle ye be adam... yanıt vermedim ama iki gün sonra mesajlar devam etmeye başladı... illallah... bu yazının sonuna iban numaramı yazıcaam, belki bana destek verirsiniz...
gelelim biraz da filmlere... öncelikle andrey zvyagintsev'i tarkovsyky'le kıyaslayan, rus sinemasının yeni tarkovsky'i diyenler var.. çok iddialı... filmlerinde tarkovsky tadı alıyorsunuz, ki bu kaçınılmaz... nasıl öykünmesin ki... ama dediğim gibi bunlar iddialı ve yetkinlik gerektiren analizler... ilk yazımda da belirtmiştim, benim böyle ne bir iddiam, ne bir derdim, ne de enerjim var... ben size, gözünüzden kaçan filmler için 'kaçırmasanız iyi olur' ya da 'sallayın gitsin, seyretmeye değmez' diyorum kafama göre...
izgnanie yani sürgün, anlattığım ızdıraplı süreç nedeniyle benim için istisnai bir film oldu... yıllar önce -muhtemel biraz alkollü- seyrettiğim bir filmdi... ama olabildiğince dikkatli seyretmiş olmalıyım, çünkü ertesi gün filmi sahne sahne hatırlıyordum... ama ağzımdan şu lafın çıkmasına engel olamadım, 'ulan, ben dün gece ne seyrettim...' çünkü filme ait data anlamında hiç bir bilgi yoktu aklımda... laptopu açıp filmi bulmaya çalıştığımı anımsıyorum... ama nafile... elimde üç ayrı bellekte toplam beş terabayt'lık bir arşiv olduğunu düşünürseniz, salakça bir çaba olurdu bu zaten... arşivden rastgele bir filmi açıp seyretmiştim... ama pes etmeyip izini daha sonra da sürdüm, balkan sinemasına ait olduğunu sandığım için, gugıl'a macar, hırvat, polonya, çek, makedon hatta bulgar sinemasının son dönem çalışmaları diye yazıp arattım... yine nafile... taa ki, cafer'in sıradışı sinema birikimine toslayıncaya kadar... ayrıca başka acı ve utanç verici bir gerçeği daha farkettim, zvyagintsev'in yönetmen olarak hepi topu sekiz projesi var... bunların ikisi kısa film, biri de tv dizisi... ve ben izgnanie dahil geri kalan beş filminden üçünü (leviathan ve vozvrashchenie) birbirinden kopuk zaman ve ruh hallarinde seyredip, çok da beğenmişim üstelik... o gün adamın filmografisine girince çözüldü herşey... yahu, sinemaya yönetmen, oyuncu, senarist ve festival kriterlerini baz alarak yaklaşan ve seçici olduğunu sanan birisi için ne salak, ne abuk bir durum... bu defom aramızda kalabilir di mi... kısacası, andrey zvyagintsev benim sinema adına karadeliğim...
neyse, filmler hakkında kısa da olsa bişiler yazacaktım, vazgeçtim... zira hayli uzadı yazı... izgnanie hakkında spoiler vermeyeyim, zaten cafer'e filmi anlatmaya çalışırken filmin konusundan yüzeysel de olsa bahsettim... bu filmdeki atmosferi andrey zvyagintsev'in bütün filmlerinde buluyorsunuz... filmlerde özellikle kadınlar ve çocuklar dışlanıyor, ötekileştiriliyor, yok sayılıyor... ama bunu yapan, var olan'mış gibi görünen' karakterlere baktığınız da onların da ne kadar var olduğunu/olabildiğini sorguluyorsunuz... çünkü aslında onlar da yitikler, yoklar... travmalarla yoğurulmuş, aşka, sevgiye aç insanların birbirine tutunmaya çalışma ve bunu becerememe hikayeleriyle örülü zvyagintsev filmleri... insanlar varolabilmek için delicesine tepinirken, çocukları ve kadınları eziyorlar farkında olmadan.. daha çok da çocukları... fiziksel olarak yok olmasa da, 'yok' karakterler büyüyor ve bu defa kendilerinin yokedecekleri yeni karakterleri yaratıyorlar...
örneğin, loveless'da bu öyle zirveye tırmanıyor ki, ekrana bişiler fırlatmak istedim... insanlar birbirlerine karşı o kadar nefret dolular ki ve sevgiye, aşka o kadar açlar ki ve de o kadar kendilerine dönmüşler ki, ortalarında bir çocuk yok oluyor, kayboluyor ve göremiyorlar... filmde çocuk gerçekten kayboluyor aslında... ama acı olan çocuk gözlerinin önünde yaşarken de yok, kayıp, onu görmüyolar, göremiyorlar... birbirlerine hakaretler yağdırdıkları sahnelerde hepsinden nefret ediyorsunuz ama bir sonraki sahnede o yalnızlıklarını, yoksunluklarını, açlıklarını gördüğünüzde bu defa sadece acıyorsunuz onlara... zvyagintsev'in her filminden midenize farklı ama sert bir yumruk yemişcesine kalkıyorsunuz... bu filmlerin hemen hemen hepsi önemli festivallarde açılış ya da kapanış filmi payesi almış ve aynı festivallerde önemli ödüllerle taçlandırmış filmler... lütfen kendinize iyilik yapın ve seyredin derim... tabii ki benden daha bilinçli bir yaklaşımla...
(dip not bir: haaa bu arada, sizin beyninizde de kendi kara deliğiniz gibi duran bu tür filmler varsa, cafer'e ulaşmanızı sağlayabilirim ama adamın tarifesini gördünüz... tipik bir, 'kırk katır mı kırk satır mı' durumu yani... sizin bileceğiniz iş...)
(dip not iki: çılliiinggg... o ne lan... ahaa yine mesaj attı... 'abi, uzadı ama bu iş, ayıp oluyo bak' diyooo... ulan saat gecenin ikisi... ne mesajı, ne doları... tacize girer lan bu... taksiii... taksiii....)
Ayıp bir Amsterdam yazısı
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.