Parasite mi, Elena mı?


bir süredir arşivde biriken projeleri eritiyorum, vizyona girmesini sabırsızlıkla beklediğim the french dispatch gibi projelere yer açmak için… pandemi heyecanla, sabırsızlıkla beklediğim bütün projelere ket vurmuş durumda… neyse… sabır… bu arada, hayli film ve dizi seyrettim… hepsini yazmaya niyetim yok ama iyisiyle, kötüsüyle alın size ortaya karışık bir yazı…

bir önceki yazıda rus yönetmen andrey zvyagintsev’den ve yaşadığım abukluktan yeterince söz etmiştim… ama o yazının başına oturduğumda yönetmenin senaryosunu oleg negin’le birlikte yazdığı ikibinonbir yapımı ‘elena’sını henüz seyretmemiştim… açık söyleyeyim, çarptı beni film… gerek konusu, gerek duru anlatımı, gerekse de elena’ya hayat veren nadezhda markina’nın gösterişten uzaklaştıkça büyüyen oyunculuğuyla… film, güney koreli yönetmen bong joon ho’nun geçen sene ortalığı sallayan, bol ödüllü filmi ‘parasite’ye çok paralel bir konuda ilerliyor… hatta üretim yılları arasındaki farka bakarsanız, ho’nun parasite’yi kafasında şekillendirirken ‘elena’dan oldukça feyz aldığını bile düşünüyorum… 

ne biçim kızmışım şu sergey’e…

elena, sabah uyandığında o gür saçlarını tarayıp, kahvaltıyı hazırladıktan sonra vladimir’i kaldıran, ilaçlarını veren, günlük rutine gark olmuş orta yaşlarda bir kadın… film ilerledikçe görüyorsunuz ki, vladimirse, yaşını başını almış ama hayli varlıklı bir herif… gerçi ortalıkta koruma filan yok ama belki de ilk oligarklardan, bilemem… çünkü rusya’da o serveti normal yollardan yapmanın çok mümkün olmadığı malum… yalnız sağlığı artık çok iyi diil… on yıl önce bir kalp krizi geçirmiş ve hastanede ona bakan hemşire elena’yı hastaneden çıktıktan sonra da ev bakımı için tutmuş, iki-üç yıl önce de onunla evlenmiş bir herif… herif dediğime bakmayın, iyi bir adam aslında… ama gayet lüks sayılabilecek evde elena salondaki bir çek-yatta yatıyor ve -nasıl oluyorsa- arada bir vladimir o gücü kendinde bulduğunda, nadiren de olsa sevişiyorlar… bu arada, elena’nın tek derdi, onaltı yaşındayken kazayla (!) peydahladığı ilk torununa ilave ufaklık kızı olan, bu yetmezmiş gibi üstüne üçüncü bir velet daha bekleyen, sorumsuz, işsiz, tembel, üçkağıtçı, beşpara etmez ama sömürgen oğlu sergey’in durumu… daha doğrusu artık üniversite çağına gelen büyük torununun geleceği… kahvaltıda ıkına sıkıla bu çocuğun konusunu açıp, geleceği için vladimir’den destek istiyor… vladimir’se bunun elena’nın sorunu olmadığını belirtip, hayta babalarının çocuklarına sahip çıkması gerektiği söylüyor ve sergey’in, ‘hemen ödüyceem abi’ diye aldığı borcu hatırlatıyor…

hayatı boyunca deliler gibi çalıştığını çok bariz hissettiğiniz elena’nın, beş para etmez oğluna karşı düşkünlüğünü, zaafiyetini seyrediyorsunuz sonraki sahnelerde… onca yol gidip, emekli maaşını onun avucuna bırakışını… onun elena’nın gözlerinin içine baka baka paranın bir bölümünü içki için söğüşleyip kalanını hamile karısına vermesini seyredişini… böyle pislik bir herife karşı hastalıklı bir zaaf… neyse… bir kriz daha geçiren vladimir, fiziksel açıdan daha da düşkün bir noktaya geliyor ve -bari ölmeden vasiyetimi yazayım’ demeye başlıyor… vladimir’in vasileri sadece elena ve kopuk, ayrı hayatlar yaşasalar da tek kızı olan tatyana… bu kadar spoiler yeter… neredeyse filmi anlatıcaam, duruyiim artık… zaten bu noktadan sonra başlıyor herşey de… tamam burada bir asalaklık durumu yok ama ciddi bir ‘hakediş’ kavramı giriyor devreye… kim, neyi, niçin ve ne kadar ‘hakediyor…’ ve hani o çevresinde dönüp dönüp durduğumuz, ahlak, etik, vicdan gibi kavramlar nasıl eğilip, bükülüyor, deforme ediliyor, film sizi bunlarla başbaşa bırakıyor… seyredin derim… zira, çok ciddi sıkı bir filmi kaçırmış, ıskalamış olursunuz… (haaa… unutmadan, cafer kalan beşyüz doları da bağırta bağırta aldı bu arada… hem de kurlar bu kadar uçmuşken…)

[zombify_post]


0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir