34,2655$% 0.32
37,6264€% -0.42
45,0220£% -0.02
2.914,23%-0,04
2.646,68%-0,34
9.109,34%2,37
bir süredir arşivde biriken projeleri eritiyorum, vizyona girmesini sabırsızlıkla beklediğim the french dispatch gibi projelere yer açmak için… pandemi heyecanla, sabırsızlıkla beklediğim bütün projelere ket vurmuş durumda… neyse… sabır… bu arada, hayli film ve dizi seyrettim… hepsini yazmaya niyetim yok ama iyisiyle, kötüsüyle alın size ortaya karışık bir yazı…
bir önceki yazıda rus yönetmen andrey zvyagintsev’den ve yaşadığım abukluktan yeterince söz etmiştim… ama o yazının başına oturduğumda yönetmenin senaryosunu oleg negin’le birlikte yazdığı ikibinonbir yapımı ‘elena’sını henüz seyretmemiştim… açık söyleyeyim, çarptı beni film… gerek konusu, gerek duru anlatımı, gerekse de elena’ya hayat veren nadezhda markina’nın gösterişten uzaklaştıkça büyüyen oyunculuğuyla… film, güney koreli yönetmen bong joon ho’nun geçen sene ortalığı sallayan, bol ödüllü filmi ‘parasite’ye çok paralel bir konuda ilerliyor… hatta üretim yılları arasındaki farka bakarsanız, ho’nun parasite’yi kafasında şekillendirirken ‘elena’dan oldukça feyz aldığını bile düşünüyorum…
elena, sabah uyandığında o gür saçlarını tarayıp, kahvaltıyı hazırladıktan sonra vladimir’i kaldıran, ilaçlarını veren, günlük rutine gark olmuş orta yaşlarda bir kadın… film ilerledikçe görüyorsunuz ki, vladimirse, yaşını başını almış ama hayli varlıklı bir herif… gerçi ortalıkta koruma filan yok ama belki de ilk oligarklardan, bilemem… çünkü rusya’da o serveti normal yollardan yapmanın çok mümkün olmadığı malum… yalnız sağlığı artık çok iyi diil… on yıl önce bir kalp krizi geçirmiş ve hastanede ona bakan hemşire elena’yı hastaneden çıktıktan sonra da ev bakımı için tutmuş, iki-üç yıl önce de onunla evlenmiş bir herif… herif dediğime bakmayın, iyi bir adam aslında… ama gayet lüks sayılabilecek evde elena salondaki bir çek-yatta yatıyor ve -nasıl oluyorsa- arada bir vladimir o gücü kendinde bulduğunda, nadiren de olsa sevişiyorlar… bu arada, elena’nın tek derdi, onaltı yaşındayken kazayla (!) peydahladığı ilk torununa ilave ufaklık kızı olan, bu yetmezmiş gibi üstüne üçüncü bir velet daha bekleyen, sorumsuz, işsiz, tembel, üçkağıtçı, beşpara etmez ama sömürgen oğlu sergey’in durumu… daha doğrusu artık üniversite çağına gelen büyük torununun geleceği… kahvaltıda ıkına sıkıla bu çocuğun konusunu açıp, geleceği için vladimir’den destek istiyor… vladimir’se bunun elena’nın sorunu olmadığını belirtip, hayta babalarının çocuklarına sahip çıkması gerektiği söylüyor ve sergey’in, ‘hemen ödüyceem abi’ diye aldığı borcu hatırlatıyor…
hayatı boyunca deliler gibi çalıştığını çok bariz hissettiğiniz elena’nın, beş para etmez oğluna karşı düşkünlüğünü, zaafiyetini seyrediyorsunuz sonraki sahnelerde… onca yol gidip, emekli maaşını onun avucuna bırakışını… onun elena’nın gözlerinin içine baka baka paranın bir bölümünü içki için söğüşleyip kalanını hamile karısına vermesini seyredişini… böyle pislik bir herife karşı hastalıklı bir zaaf… neyse… bir kriz daha geçiren vladimir, fiziksel açıdan daha da düşkün bir noktaya geliyor ve -bari ölmeden vasiyetimi yazayım’ demeye başlıyor… vladimir’in vasileri sadece elena ve kopuk, ayrı hayatlar yaşasalar da tek kızı olan tatyana… bu kadar spoiler yeter… neredeyse filmi anlatıcaam, duruyiim artık… zaten bu noktadan sonra başlıyor herşey de… tamam burada bir asalaklık durumu yok ama ciddi bir ‘hakediş’ kavramı giriyor devreye… kim, neyi, niçin ve ne kadar ‘hakediyor…’ ve hani o çevresinde dönüp dönüp durduğumuz, ahlak, etik, vicdan gibi kavramlar nasıl eğilip, bükülüyor, deforme ediliyor, film sizi bunlarla başbaşa bırakıyor… seyredin derim… zira, çok ciddi sıkı bir filmi kaçırmış, ıskalamış olursunuz… (haaa… unutmadan, cafer kalan beşyüz doları da bağırta bağırta aldı bu arada… hem de kurlar bu kadar uçmuşken…)
gelelim, 'the virtues'e... ikibinondokuz yapımı, senaryosu shane meadows ve jackthorne tarafından yazılan ve yine shane meadows'un yönettiği dört bölümlük bir mini-dizi... stephen graham'in canlandırdığı joseph, alkolizmin dibine batıp karısını ve tek oğlunu kaybetmiş, yitik bir figür... kaybetmiş derken, ölüm yok ortada... zaten dizi bir aile yemeğiyle başlıyor.. bir veda yemeği... çünkü eski karısı tek çocuklarını da alarak, erkek arkadaşıyla avustralya'ya taşınmak üzere... yeni bir hayat için... yemekten sonra kapı önü vedalaşması çok uygar şekilde yaşansa da, ikibuçuk yıldır alkolden uzak duran joseph soluğu bir barda alıyor... bu kaldırmayacağı bir ayrılık ve haliyle gece kabusa dönüyor... ertesi gün, salonunda, kusmuk içinde yerde yatarken buluyor kendini ve soluğu otuzbir yıldır görmediği kızkardeşinin yanında alıyor, son parasını yüzellibilmem kaç sterlinlik feribot biletine yatırarak... joseph'in iskelenin bilet satışında çalışan sam'le geçen diyaloğuna bayıldım, belirtmeliyim... neyse, joseph'i yıllardır görmemiş, hatta öldüğünü sanan kızkardeşinin hayatına tüm kaybetmişliğiyle bir kabus gibi çöküyor bizimki... artk zaman, kardeşini yıllar sonra bulmanın ödülü kadar, kaçıp gittiği karanlık geçmişiyle yüzleşmesini de içeren bir zaman...
benim için bu işi özel kılan, stephen graham'ın çizgisinin dışına çıkan oyunculuğu oldu... o kadar doğal ki... bildim bileli,- muhtemel, bastıbacak tipinden ötürü- kötü adam, mafyatik karakter tiplemeleriyle önümüze gelen graham, burada başka bişi yapmış... benim kült dizilerimden 'boardwalk empire'ın al capone'u, geçen yılın spekülatif filmi martin scorsese'nin 'the irishman'in de al pacino'yu çıldırtan anthony 'tony pro' provenzano rolünde alışıldık çizgisini devam ettiren graham, bu dizide başkalaşmış... çok sevdim bu halini... bu arada, yönetmen, filmin müziklerini p.j. harvey'e teslim etmiş... o kadar doğru bir karar ki, çünkü çıkardığı iş albüm tadında... seyrederken, kulağınız fonda çalanlarda olsun...
o kadar saçma, vaktimi boşa harcadığım için kendime o kadar kızdığım bir dizi oldu ki, 'most dangerous game'... allahtan, ilk defa rastladığım kısalıkta bir projeydi de, bununla teselli buldum... bu yılın yapımı, onbeş bölümlük ama her bölümü neredeyse on dakika süren, film formundaki 'most dangerous game'i seyretmemde tek referans christoph waltz'du ve paldır küldür indirdim diziyi, nemenem bişi olduğunu sorgulamadan, araştırmadan... zira, adam çok az projede yer alıyor... kısa kesmeye çalışıcaam... abisi chris hemsworth'ün gölgesinde kalmaya mahkum gibi görünen liam hemsworth, işte ne biliyim, sakatlanmadan önce bölge okulunun ragbi takımının yıldızı filan... ama şimdi müteaahhit, evli, bebek bekleyen genç bir adam... fakat gelingörün ki, bir başdönmesi sonucu kaldırıldığı hastanede kendisine agresif bir beyin tümörü teşhisi koyuluyor ve 'babacıım, sen deeee iki ay, ben diyiim üç ayyy' gibi bişi söyleniyor... durumu vahim... bizim miles sellars da yani waltz, tuhaf bir kartvizit atraksiyonuyla yakışıklımıza ulaşıyor... diyor ki, 'olm, zaten ha öldün, ha ölüceen... bak arkada morgıçı bitmemiş bi ev, karnı burnunda bi kadın var... gel ben sana bi şans vereyim, bok gibi parası olan sapkın heriflere seni açık av yapayım... bak, iyi dinle... alooo.. hayatta kaldığın her saat başı hesabına yüzbin dolar yatırılacak ve bu giderek katlanacak... günü yani yirmidört saati sağ tamamladığında hesabında bilmem kaç milyon doların olacak... akıllı ol olm, bari karını ve çocuğunu kurtar...'
yemin ederim, temel ve genel abukluğu ilk on dakikada anladığınız, kalitesiz bir iş, yani ben anladım sonuçta... ama bir tarafım, 'yok yahu, işin içinde waltz var... bu kadar kötü bir senaryoda herifin ne işi olabilir ki, kes sesini ve seyretmeye devam et...' dedi... ettim de zaten, lanet olsun... spoiler vermeyi sevmiyorum ama burada vericeem, üçüncü bölümde, herifin beyninde bir sorun olmadığına, sahte raporla bu tezgaha çekildiğine bile uyandım... düşünsenize daha oniki bölüm var ve bu dizinin finali bu sürpriz üzerine kurulu... tamam, kapandı bu mevzuu... asla önermiyorum yani... ama şu 'seyircisini salak yerine koyan yönetmenler' konusu takıldığım bir durum, belki bir gün daha somut projeler üzerinden ele alınabilir...
bu yazıyı geçen yıl en iyi kısa film oscar'ı da dahil olmak üzere bir çok festivalden ödülle ayrılan 'the neighbors' window'la bitirelim... gerçek bir hikayeyi diane weipert'la senaryolaştırıp sonra da yönetmen koltuğuna oturan marshall curry'nin 'the neighbors' window'unda başrolleri maria dizzia (alli), greg keller (jacob), juliana canfield ve bret lada oynuyor... iki ufaklığın üstüne üçüncü bir bebek bekleyen alli-jacob çifti nihayet çocukları uyutmayı başardıkları bir akşam, telef halde masada şaraplarını yudumlamaktadır... ve bir anda sıradışı bir tabloyla burun buruna gelirler... öyle ki, karşılarındaki sahne, bezmişliğin zirvesinde dolaşan çifte küçük çaplı kalp spazmları geçirtir... çünkü az ilerideki apartmanın tam hizalarındaki dairesine yeni taşınan yirmili yaşlarda bir çift perdesiz salonlarında çılgınlar gibi sevişmektedir... bu sıradışı durum günlerce, aylarca evde verilen ve imrenilen partilere de tanıklık ederek devam eder... alli sürekli, 'bunların hiç utanması yok mu, bu apartmandakilerin onları izlediklerinden haberleri yok mu, perde alacak paraları yok mu...' diye söylense de, jacob'u daireyi 'dikizlemekle suçlasa da olayın cazibesine kendisini de kaptırmıştır... hatta evde bir adet dürbün bile peydah oluverir... durumu jacob'a, 'bakmadan geçemeyeceğin bir araba kazası gibiler... güzel, seksi, genç bir araba kazası gibi...' diye tanımlar... hayır hayır, alli'nin veya jacob'un 'röntgenci' tipler olduğunu hiç düşünmedim seyrederken, muhtemel sizler de düşünmeyeceksiniz... onları alt üst eden, üç çocuğun sorumluluğuyla bir anlamda tepe takla olmuş hayatları ve artık gıptayla baktıkları, geride kalmış gençlikleri aslında... bu duyguyla boğuşup dururlar... taa ki, bir gün karşıdaki adamın... yok, bu cümleyi tamamlamamam gerekiyor, bütün büyüyü bozarım zira... sadece şunu söyleyeyim, filmin çok çarpıcı bir finali var... öneririm...
“Ama alırım bi bin dolarını abi…”
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.