38,4484$% 0.08
43,6867€% -0.19
51,3517£% 0.19
4.062,76%-0,90
3.290,89%-0,85
9.354,31%-0,83
12 Ağustos 2022 Cuma
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
enteresan bir yerdi o zamanlar yalova… ve enteresan insanların şehriydi… depremden, göçten, il olmadan yani kirlenmeden, bozulmadan önce… kendi halinde, tipik bir sayfiye kasabasıydı… heykelden yani iskeleden mendireğe kadar olan yaklaşık birnoktasekiz kilometrelik mesafeyi yani normal şartlarda yarım saatte yürüyeceğiniz mesafeyi üç-dört saatte yürürdünüz, yol boyunca adım başı karşılaştığınız dostlarınızla geyik yaptığınız için… herkes birbirini tanırdı… öyle ki, yalova’dayken hergün gördüğünüz ama selam bile vermediğiniz bir tiple sirkeci’de, taksim’de ya da beşiktaş’ta karşılaştığınızda hasretle kucaklaşır, hal hatır sorardınız… ama ertesi gün yalova’da gördüğünüzde ne bir selam, ne bi hasbihal… bu sanırım yalova coğrafyasına özgü bir abukluktu… mesela bir gün galata köprüsü’nde yürüyordum,
“civiiitttt… ciiiivvvyyyttt…” öyle bir ıslık sesi ki… baktım karşı tarafta bir tip hararetle el sallıyor… kendisini farkettiğimi görünce attı kendini yola, kanguru gibi sekerek o trafikte, geçti bulunduğum tarafa… kabarmış tavus kuşu gibi kollarını açıp ve sağ koluna tuhaf bir açı kazandırıp ilginç bir kavisle uzattı elini… anlaşıldı bi de tokalaşıcaaz…
“eee birader… naaber, nereye?” dedi… ne desem… doğrusunu dedim,
“tünel’e…” hem sırıtıp hem de hoyratça kolumu sallarken (tokalaşıyoruz bu arada), “naapçan tünel’de” dedi… “sana neee… mendil açıcaam .mına koyiim… yok yok vodvilim var, ona yetişmeye çalışıyorum…” demedim tabii…
“hiiç… ordan istiklal’e çıkıcaam.” dedim…
“peki madem, hadi kendine iyi bak” dedi, gitti… sonra çok karşılaştık yalova’da ama hiç selamlaşmadık…
tuhaftı o insanlar… anlatacağım hikâye de öyle… baştan söyleyeyim, bu hikâyeye tanıklığım yok… orada diildim… ama yıllar boyunca bir çok versiyonunu duydum… öyle abuk ki, anlatan herkes kendisini de hikâyeye dahil ederek anlattı… oysa işin gerçeği öyle diil… ben size olan biteni, baş karakterin ağzından anlatıcaam… kimin mi, apollo hakan’ın… hakan, kafası farklı çalışan zeki bir heriftir… bırakın hayata geçmesini, kelime olarak yeni tanıştığımız teknoloji kavramıyla felaket içli dışlı, meraklı bir herifti… mesela sivillerin telsiz kullanımı o günlerde başlamıştı, apollo gelip yok avusturya’daki yok bilmem malta’daki heriflerle gece yaptığı muhabbetleri anlatırdı… sanırım o zamanlarda bizlerden daha farklı bir noktadaydı… lakabı da galiba bu nedenle apollo kaldı…
gelelim hikayenin diğer iki figürüne… biri ‘seyyar’ murat, diğeri de burakhan… ikisi de ergen… burak, lisenin basketbol takımında gart oynayan sağlam fizikli bir herif… muratsa, çocukluğundaki pis bir hastalık nedeniyle tekerlekli sandalyede… ama hayat dolu, hayat dolular… neyse bu ikisi can sıkıntısından olsa gerek uçurtma yapmaya karar veriyorlar… çita uzunluğu birbuçuk metrelik kallavi bi uçurtma… bunlar harala gürele montaja geçtikleri sırada apollo geliyor…
“naapıyonuz lan…”
“uçurtmaaaa… ama sıkı bişi yapçaaz…” başlıyor bir ağız dalaşı… sonunda apollo,
“uçurtma nasıl yapılırmış, ben size göstericeem, bekleyin burada” deyip gidiyor… ve bir süre sonra üçer metrelik altı adet kalın çıta, beşyüz metre naylon karışımı ip ve bir takım malzemelerle dönüyor… hepsi birbuçukluk uçurtmayı bir kenara bırakıp yan tarafta maç yaptığımız arazide yeni azmanı monte etmeye başlıyorlar… dile kolay, onsekiz metre kuyruk yapıyorlar kakari kikiri muhabbet arasında… ve o talihsiz an geliyor… apollo,
“ulan, bu hacimli bişi oldu, kaldırır muhtemel, buna bir de çakar takalım.” diyor… çakar dediği, bisikletlerin tekerlek tellerine takılan, kalem pille çalışan ve ışığı yanıp yanıp sönen bişi… dört tane de çakar takıyorlar mı böylece heyyula uçurtmaya… eeee, şimdi bunu nerede uçurucaaz derdi başlıyor… çünkü işleri sahil kenarında yapmışlar ve böyle büyük bir uçurtmayı havalandırmak için uygun yer yok… yalova’nın sırtını dayadığı tepeliğe yani göçmen mahallesine gitmeye karar veriyorlar… şimdi binalardan adım atamayacağınız yerler o zamanlar dağ, bayır… neyse, bunlar akşam üzeri tepede mevzileniyorlar ve uçurtmayı havalandırıyorlar… belli bir yükseklik kazandırdıktan bir süre sonra apollo yorulmaya başlıyor… zira, uçurtmanın mukavemeti çok sert ve bizim herif zaten çiroz gibi… bir cinlik yapıyor -ki, benim hikayenin en sevdiğim yeri- uçurtmanın ipini seyyar’ın sandalyesine bağlıyor,
“birader, baktın çok zorluyor, sürükleyecek artık, kes gitsin” diye de eline bir tane maket bıçağı veriyor… uçurtma sorun çıkartmıyor allahtan, ikisi çimenlere uzanıp biralarından fırtlarken, seyyar da bi elinde maket bıçağı öbür elinde birası keyfle uçurtmanın süzülüşünü seyrediyor doya doya…
ama aşağıda yani şehirde hayat başka akıyor… o sırada ‘namlılar’da kentin yerel gazetesinin sahibiyle rakı içen emniyet amirinin telsizi böğürüyor…
“söyle oğlum…”
“amirim, rahatsız ettim, kusura bakmayın…”
“söyle oğlum… nooldu…”
“amirim, telefonlar kitlendi… ufo ihbarı alıyoruz… millet deliler gibi arıyor…”
“ne ufo’su olm… ne diyoon sen…”
“amirim, inanmıyorsanız yukarı bakın… karım aradı şu an videoya çekiyormuş valla…”
gerçekten aşağısı karışıyor… çünkü hava kararınca uçurtmanın çakarları görünür oluyor… şehrin tepesinde durup hiç bir yere kıpırdamayan ve sürekli yanıp sönen bişi… uzatmayayım, bizimkilerin olan bitenden haberi yok ama bir şekilde bunların yerini tespit ediyorlar nasıl oluyorsa…
apollo anlatıyor,
“olm, öyle dalmış gitmişiz ki, bir anda bir fener tutuldu üstümüze… ben de benim canavarı çaktım yüzlerine.” (canavar dediği de daha güçlü bir fener… karamürsel’deki amerikan üssü’nden yalova halkına kalan binlerce zippo, matara, çakı ve benzeri antin kuntin objelerden) sonra karşımdaki polis “söndür lan şunu” dedi…
“olmaz, önce sen söndür…”
“başlatma şarap çanağına… polis diyorum olm, polis… söndür şunu…”
“aaaa bi baktım ses tanıdık, bizim bayram abi…”
“bayram abi, sen misin”dedim.
“hakan… apollooo… ulan bu haltı sen mi yedin olm…” dedi… şaşırdım bi an,
“yi de naaptık ki abi” dedim.
“ne demek ne yaptık ki… aşşaası fena karıştı ulan… neden izin almadın ki…”
“ne için abi… uçurtma uçurmak için mi…”
bu hikâye baştan sona gerçek… eksiği var, fazlası yok… ama o kadar çarpıtılmış, abartılmış versiyonlarını dinledim ki, hatta bir tanesinde hava kuvvetlerine haber verildiği ve eskişehir’deki hava üssünden iki efonaltının kaldırıldığı bile eklenmişti…
bir süredir arşivde biriken projeleri eritiyorum, vizyona girmesini sabırsızlıkla beklediğim the french dispatch gibi projelere yer açmak için… pandemi heyecanla, sabırsızlıkla beklediğim bütün projelere ket vurmuş durumda… neyse… sabır… bu arada, hayli film ve dizi seyrettim… hepsini yazmaya niyetim yok ama iyisiyle, kötüsüyle alın size ortaya karışık bir yazı…
bir önceki yazıda rus yönetmen andrey zvyagintsev’den ve yaşadığım abukluktan yeterince söz etmiştim… ama o yazının başına oturduğumda yönetmenin senaryosunu oleg negin’le birlikte yazdığı ikibinonbir yapımı ‘elena’sını henüz seyretmemiştim… açık söyleyeyim, çarptı beni film… gerek konusu, gerek duru anlatımı, gerekse de elena’ya hayat veren nadezhda markina’nın gösterişten uzaklaştıkça büyüyen oyunculuğuyla… film, güney koreli yönetmen bong joon ho’nun geçen sene ortalığı sallayan, bol ödüllü filmi ‘parasite’ye çok paralel bir konuda ilerliyor… hatta üretim yılları arasındaki farka bakarsanız, ho’nun parasite’yi kafasında şekillendirirken ‘elena’dan oldukça feyz aldığını bile düşünüyorum…
elena, sabah uyandığında o gür saçlarını tarayıp, kahvaltıyı hazırladıktan sonra vladimir’i kaldıran, ilaçlarını veren, günlük rutine gark olmuş orta yaşlarda bir kadın… film ilerledikçe görüyorsunuz ki, vladimirse, yaşını başını almış ama hayli varlıklı bir herif… gerçi ortalıkta koruma filan yok ama belki de ilk oligarklardan, bilemem… çünkü rusya’da o serveti normal yollardan yapmanın çok mümkün olmadığı malum… yalnız sağlığı artık çok iyi diil… on yıl önce bir kalp krizi geçirmiş ve hastanede ona bakan hemşire elena’yı hastaneden çıktıktan sonra da ev bakımı için tutmuş, iki-üç yıl önce de onunla evlenmiş bir herif… herif dediğime bakmayın, iyi bir adam aslında… ama gayet lüks sayılabilecek evde elena salondaki bir çek-yatta yatıyor ve -nasıl oluyorsa- arada bir vladimir o gücü kendinde bulduğunda, nadiren de olsa sevişiyorlar… bu arada, elena’nın tek derdi, onaltı yaşındayken kazayla (!) peydahladığı ilk torununa ilave ufaklık kızı olan, bu yetmezmiş gibi üstüne üçüncü bir velet daha bekleyen, sorumsuz, işsiz, tembel, üçkağıtçı, beşpara etmez ama sömürgen oğlu sergey’in durumu… daha doğrusu artık üniversite çağına gelen büyük torununun geleceği… kahvaltıda ıkına sıkıla bu çocuğun konusunu açıp, geleceği için vladimir’den destek istiyor… vladimir’se bunun elena’nın sorunu olmadığını belirtip, hayta babalarının çocuklarına sahip çıkması gerektiği söylüyor ve sergey’in, ‘hemen ödüyceem abi’ diye aldığı borcu hatırlatıyor…
hayatı boyunca deliler gibi çalıştığını çok bariz hissettiğiniz elena’nın, beş para etmez oğluna karşı düşkünlüğünü, zaafiyetini seyrediyorsunuz sonraki sahnelerde… onca yol gidip, emekli maaşını onun avucuna bırakışını… onun elena’nın gözlerinin içine baka baka paranın bir bölümünü içki için söğüşleyip kalanını hamile karısına vermesini seyredişini… böyle pislik bir herife karşı hastalıklı bir zaaf… neyse… bir kriz daha geçiren vladimir, fiziksel açıdan daha da düşkün bir noktaya geliyor ve -bari ölmeden vasiyetimi yazayım’ demeye başlıyor… vladimir’in vasileri sadece elena ve kopuk, ayrı hayatlar yaşasalar da tek kızı olan tatyana… bu kadar spoiler yeter… neredeyse filmi anlatıcaam, duruyiim artık… zaten bu noktadan sonra başlıyor herşey de… tamam burada bir asalaklık durumu yok ama ciddi bir ‘hakediş’ kavramı giriyor devreye… kim, neyi, niçin ve ne kadar ‘hakediyor…’ ve hani o çevresinde dönüp dönüp durduğumuz, ahlak, etik, vicdan gibi kavramlar nasıl eğilip, bükülüyor, deforme ediliyor, film sizi bunlarla başbaşa bırakıyor… seyredin derim… zira, çok ciddi sıkı bir filmi kaçırmış, ıskalamış olursunuz… (haaa… unutmadan, cafer kalan beşyüz doları da bağırta bağırta aldı bu arada… hem de kurlar bu kadar uçmuşken…)
gelelim, 'the virtues'e... ikibinondokuz yapımı, senaryosu shane meadows ve jackthorne tarafından yazılan ve yine shane meadows'un yönettiği dört bölümlük bir mini-dizi... stephen graham'in canlandırdığı joseph, alkolizmin dibine batıp karısını ve tek oğlunu kaybetmiş, yitik bir figür... kaybetmiş derken, ölüm yok ortada... zaten dizi bir aile yemeğiyle başlıyor.. bir veda yemeği... çünkü eski karısı tek çocuklarını da alarak, erkek arkadaşıyla avustralya'ya taşınmak üzere... yeni bir hayat için... yemekten sonra kapı önü vedalaşması çok uygar şekilde yaşansa da, ikibuçuk yıldır alkolden uzak duran joseph soluğu bir barda alıyor... bu kaldırmayacağı bir ayrılık ve haliyle gece kabusa dönüyor... ertesi gün, salonunda, kusmuk içinde yerde yatarken buluyor kendini ve soluğu otuzbir yıldır görmediği kızkardeşinin yanında alıyor, son parasını yüzellibilmem kaç sterlinlik feribot biletine yatırarak... joseph'in iskelenin bilet satışında çalışan sam'le geçen diyaloğuna bayıldım, belirtmeliyim... neyse, joseph'i yıllardır görmemiş, hatta öldüğünü sanan kızkardeşinin hayatına tüm kaybetmişliğiyle bir kabus gibi çöküyor bizimki... artk zaman, kardeşini yıllar sonra bulmanın ödülü kadar, kaçıp gittiği karanlık geçmişiyle yüzleşmesini de içeren bir zaman...
benim için bu işi özel kılan, stephen graham'ın çizgisinin dışına çıkan oyunculuğu oldu... o kadar doğal ki... bildim bileli,- muhtemel, bastıbacak tipinden ötürü- kötü adam, mafyatik karakter tiplemeleriyle önümüze gelen graham, burada başka bişi yapmış... benim kült dizilerimden 'boardwalk empire'ın al capone'u, geçen yılın spekülatif filmi martin scorsese'nin 'the irishman'in de al pacino'yu çıldırtan anthony 'tony pro' provenzano rolünde alışıldık çizgisini devam ettiren graham, bu dizide başkalaşmış... çok sevdim bu halini... bu arada, yönetmen, filmin müziklerini p.j. harvey'e teslim etmiş... o kadar doğru bir karar ki, çünkü çıkardığı iş albüm tadında... seyrederken, kulağınız fonda çalanlarda olsun...
o kadar saçma, vaktimi boşa harcadığım için kendime o kadar kızdığım bir dizi oldu ki, 'most dangerous game'... allahtan, ilk defa rastladığım kısalıkta bir projeydi de, bununla teselli buldum... bu yılın yapımı, onbeş bölümlük ama her bölümü neredeyse on dakika süren, film formundaki 'most dangerous game'i seyretmemde tek referans christoph waltz'du ve paldır küldür indirdim diziyi, nemenem bişi olduğunu sorgulamadan, araştırmadan... zira, adam çok az projede yer alıyor... kısa kesmeye çalışıcaam... abisi chris hemsworth'ün gölgesinde kalmaya mahkum gibi görünen liam hemsworth, işte ne biliyim, sakatlanmadan önce bölge okulunun ragbi takımının yıldızı filan... ama şimdi müteaahhit, evli, bebek bekleyen genç bir adam... fakat gelingörün ki, bir başdönmesi sonucu kaldırıldığı hastanede kendisine agresif bir beyin tümörü teşhisi koyuluyor ve 'babacıım, sen deeee iki ay, ben diyiim üç ayyy' gibi bişi söyleniyor... durumu vahim... bizim miles sellars da yani waltz, tuhaf bir kartvizit atraksiyonuyla yakışıklımıza ulaşıyor... diyor ki, 'olm, zaten ha öldün, ha ölüceen... bak arkada morgıçı bitmemiş bi ev, karnı burnunda bi kadın var... gel ben sana bi şans vereyim, bok gibi parası olan sapkın heriflere seni açık av yapayım... bak, iyi dinle... alooo.. hayatta kaldığın her saat başı hesabına yüzbin dolar yatırılacak ve bu giderek katlanacak... günü yani yirmidört saati sağ tamamladığında hesabında bilmem kaç milyon doların olacak... akıllı ol olm, bari karını ve çocuğunu kurtar...'
yemin ederim, temel ve genel abukluğu ilk on dakikada anladığınız, kalitesiz bir iş, yani ben anladım sonuçta... ama bir tarafım, 'yok yahu, işin içinde waltz var... bu kadar kötü bir senaryoda herifin ne işi olabilir ki, kes sesini ve seyretmeye devam et...' dedi... ettim de zaten, lanet olsun... spoiler vermeyi sevmiyorum ama burada vericeem, üçüncü bölümde, herifin beyninde bir sorun olmadığına, sahte raporla bu tezgaha çekildiğine bile uyandım... düşünsenize daha oniki bölüm var ve bu dizinin finali bu sürpriz üzerine kurulu... tamam, kapandı bu mevzuu... asla önermiyorum yani... ama şu 'seyircisini salak yerine koyan yönetmenler' konusu takıldığım bir durum, belki bir gün daha somut projeler üzerinden ele alınabilir...
bu yazıyı geçen yıl en iyi kısa film oscar'ı da dahil olmak üzere bir çok festivalden ödülle ayrılan 'the neighbors' window'la bitirelim... gerçek bir hikayeyi diane weipert'la senaryolaştırıp sonra da yönetmen koltuğuna oturan marshall curry'nin 'the neighbors' window'unda başrolleri maria dizzia (alli), greg keller (jacob), juliana canfield ve bret lada oynuyor... iki ufaklığın üstüne üçüncü bir bebek bekleyen alli-jacob çifti nihayet çocukları uyutmayı başardıkları bir akşam, telef halde masada şaraplarını yudumlamaktadır... ve bir anda sıradışı bir tabloyla burun buruna gelirler... öyle ki, karşılarındaki sahne, bezmişliğin zirvesinde dolaşan çifte küçük çaplı kalp spazmları geçirtir... çünkü az ilerideki apartmanın tam hizalarındaki dairesine yeni taşınan yirmili yaşlarda bir çift perdesiz salonlarında çılgınlar gibi sevişmektedir... bu sıradışı durum günlerce, aylarca evde verilen ve imrenilen partilere de tanıklık ederek devam eder... alli sürekli, 'bunların hiç utanması yok mu, bu apartmandakilerin onları izlediklerinden haberleri yok mu, perde alacak paraları yok mu...' diye söylense de, jacob'u daireyi 'dikizlemekle suçlasa da olayın cazibesine kendisini de kaptırmıştır... hatta evde bir adet dürbün bile peydah oluverir... durumu jacob'a, 'bakmadan geçemeyeceğin bir araba kazası gibiler... güzel, seksi, genç bir araba kazası gibi...' diye tanımlar... hayır hayır, alli'nin veya jacob'un 'röntgenci' tipler olduğunu hiç düşünmedim seyrederken, muhtemel sizler de düşünmeyeceksiniz... onları alt üst eden, üç çocuğun sorumluluğuyla bir anlamda tepe takla olmuş hayatları ve artık gıptayla baktıkları, geride kalmış gençlikleri aslında... bu duyguyla boğuşup dururlar... taa ki, bir gün karşıdaki adamın... yok, bu cümleyi tamamlamamam gerekiyor, bütün büyüyü bozarım zira... sadece şunu söyleyeyim, filmin çok çarpıcı bir finali var... öneririm...
geçenlerde orhan ve cafer bendeydi… orhan eski dostum… caferleyse bir süredir tanışıyoruz ama muhabbetimiz sadece ayaküstü karşılaşmalarla sınırlı.. ilk defa uzun oturduk yani.. neyse, yiyoruz, içiyoruz, müzik dinliyoruz, konu kaçınılmaz olarak sinemaya geldi… cafer ne söylemiş olabilir bilmiyorum ama orhan’ın, ‘peki abi, bir film var ama hakkında hiç bişi bilmiyorum, ne yönetmenini, ne de oyuncularını…’ dediğini duydum… ‘abi, fırtınalı, puslu bir hava var filmde, boyuna rüzgar esiyor, bişiler uçuşuyor… çorak bir yerde bir kadınla bir adam sürekli bir at arabasıyla uğraşıyor…’ diye devam etti… cafer, sakin ve kendinden emin bir tavırla, ‘söylerim, ama alırım bi biranı’ dedi… gülüştüler… sonra, ‘aç babacım imdb’yi’ dedi cafer… ‘yaz oraya ‘béla tarr’ diye’… bense öylece bakıyorum dönen muhabbete… yazdı orhan ve ‘ahanda işte bu… vay be abi, nasıl bildin’ diye zor deşifre edebildiğim bir şeyler söyleyip kahkaha atarak mutfaktan bira almaya gitti…
o an için bir fikrim yok, meğerse macar yönetmen béla tarr’ın ‘a torinói ló’ ya da ingilizce adıyla ‘the turin horse’ adlı filmiymiş mevzuubahis olan… (bu sayede bu filmi de seyrettim ve bayıldım… ama ayrıntıya hiç girmeyeyim, nietzche’nin kırbaçlanan at hikayesi ile başlayan, onun varoluşu sorguladığı, ‘tanrı öldü’ doktrininden beslenen konusuyla üzerine bir şeyler yazmanın beni aştığı bir film… ama görselliğine, oyunculuklara bayıldım… çooook çooook uzun sekanslarına bile…) neyse, bir anda hayli ızdırap çektiren bir filmi sormak geldi aklıma ve ‘cafer’ dedim, ‘benim de bulamadığım bir film var… ben de ne yönetmeni ne de oyuncuları hatırlıyorum…’ cafer yine sakin ve emin edasıyla buz gibi yeni birasını açarken, ‘anlat abi, neler hatırlıyorsun peki’ dedi… ‘ne neleri yahu, neredeyse bütün film kare kare aklımda ama isimler yok işte’ diye yükselttim sesimi… yani biraz kızdım bu rahatlığına, kendinden emin tavrına… ‘neyse’ dedim, ‘bir araba, nasıl desem gettovari bir yerde, sisli puslu bir havada hızla giderken başlıyor film… arabayı kullanan adam kolundan yaralı.. bir eve geliyor… evdeki adam onu tedavi ediyor… anlıyorsun ki, evdeki bizimkinin kardeşi… bizim yaralı abi de mafyatik bir karakter… sonraki sahnede bu kardeş olan, karısı ve iki çocuğuyla yayla gibi bir yere gidiyor… bir tür baba evi… neyse, karısı çat diye hamile olduğunu ama çocuğun bizimkinden olmadığını söylüyor buna… sonra da işler karışıyor…’
cafer, birasından irice bir yudum aldıktan sonra gözlerini kısarak, ‘tamam abi… ama sana biraz pahalıya patlar…’ dedi… ‘nasıl yani’ dedim… ‘yani söylerim ama bi bin dolarını alırım…’ dedi… gülmedim, sırıttım… zaten insanı sinir eden bir sakinlik vardı üstünde… bir de bu ukala tavırlar filan… bilme olasılığı ise neredeyse sıfır… ‘tamam ulan’ diye bağırdım, ‘hangi film bu…’ benim bu yükselişimi hiç mi hiç takmadan sakin bir sesle, ‘aç abi imbd’yi… yaz oraya ‘andrey zvyagintsev’ diye’ dedi yine… ‘hah oldu mu, şimdi tıkla abi ‘izgnanie/sürgün’ filmine’ diye devam etti… kafayı yemek üzereydim…
anında tanıdım afişinden, aylardır aradığım filmi... öyle tuhaf bir durum ki, büyük oranda huzur, orta oranda mutluluk ve düşük oranda hiddet daha doğrusu kıskançlık çöktü üstüme... mutluydum çünkü bir takıntıdan kurtulmuştum, huzurluydum çünkü tekrar bulduğum bu filmi bir defa daha sindire sindire seyredebilecektim, hiddetliydim çünkü tüm bunlara rezil bir duruma düşerek ulaşmıştım... bu karışık ruh haliyle cafer'e baktığımda, yarısına geldiği birasını keyfle yudumlarken yine kısık gözlerle beni süzdüğünü farkettim... 'alıcaam di mi abi bin doları' dedi kahkahayı patlatarak...
hani vardır ya, yerine getirilmez, laf olsun türünden bahislerden biri olduğunu sanmıştım bunun ama yanılmışım... sonraki süreçte günaşırı mesajlarına maruz kaldım cafer'in... 'sevgiler, saygılar abim... nooldu abi bizim bi bin dolar...' diyordu... geçenlerde, naapıyiim beri sesini kessin diye bunun ibanına beşyüz dolar yolladım, çaresizce... ama yarım saat sonra, 'bin dolar diye konuşmamış mıydık abim' diye bir mesaj daha geldi... hey allaam yaaa, kafayı yiyceem, ulan ülke batmış, kim kime beşyüz dolar veriyor bu devirde yahu, hem de böyle tırı vırı bir bahisten... sırf kuyruğu dik tutalım diye verdik işte, al afiyetle ye be adam... yanıt vermedim ama iki gün sonra mesajlar devam etmeye başladı... illallah... bu yazının sonuna iban numaramı yazıcaam, belki bana destek verirsiniz...
gelelim biraz da filmlere... öncelikle andrey zvyagintsev'i tarkovsyky'le kıyaslayan, rus sinemasının yeni tarkovsky'i diyenler var.. çok iddialı... filmlerinde tarkovsky tadı alıyorsunuz, ki bu kaçınılmaz... nasıl öykünmesin ki... ama dediğim gibi bunlar iddialı ve yetkinlik gerektiren analizler... ilk yazımda da belirtmiştim, benim böyle ne bir iddiam, ne bir derdim, ne de enerjim var... ben size, gözünüzden kaçan filmler için 'kaçırmasanız iyi olur' ya da 'sallayın gitsin, seyretmeye değmez' diyorum kafama göre...
izgnanie yani sürgün, anlattığım ızdıraplı süreç nedeniyle benim için istisnai bir film oldu... yıllar önce -muhtemel biraz alkollü- seyrettiğim bir filmdi... ama olabildiğince dikkatli seyretmiş olmalıyım, çünkü ertesi gün filmi sahne sahne hatırlıyordum... ama ağzımdan şu lafın çıkmasına engel olamadım, 'ulan, ben dün gece ne seyrettim...' çünkü filme ait data anlamında hiç bir bilgi yoktu aklımda... laptopu açıp filmi bulmaya çalıştığımı anımsıyorum... ama nafile... elimde üç ayrı bellekte toplam beş terabayt'lık bir arşiv olduğunu düşünürseniz, salakça bir çaba olurdu bu zaten... arşivden rastgele bir filmi açıp seyretmiştim... ama pes etmeyip izini daha sonra da sürdüm, balkan sinemasına ait olduğunu sandığım için, gugıl'a macar, hırvat, polonya, çek, makedon hatta bulgar sinemasının son dönem çalışmaları diye yazıp arattım... yine nafile... taa ki, cafer'in sıradışı sinema birikimine toslayıncaya kadar... ayrıca başka acı ve utanç verici bir gerçeği daha farkettim, zvyagintsev'in yönetmen olarak hepi topu sekiz projesi var... bunların ikisi kısa film, biri de tv dizisi... ve ben izgnanie dahil geri kalan beş filminden üçünü (leviathan ve vozvrashchenie) birbirinden kopuk zaman ve ruh hallarinde seyredip, çok da beğenmişim üstelik... o gün adamın filmografisine girince çözüldü herşey... yahu, sinemaya yönetmen, oyuncu, senarist ve festival kriterlerini baz alarak yaklaşan ve seçici olduğunu sanan birisi için ne salak, ne abuk bir durum... bu defom aramızda kalabilir di mi... kısacası, andrey zvyagintsev benim sinema adına karadeliğim...
neyse, filmler hakkında kısa da olsa bişiler yazacaktım, vazgeçtim... zira hayli uzadı yazı... izgnanie hakkında spoiler vermeyeyim, zaten cafer'e filmi anlatmaya çalışırken filmin konusundan yüzeysel de olsa bahsettim... bu filmdeki atmosferi andrey zvyagintsev'in bütün filmlerinde buluyorsunuz... filmlerde özellikle kadınlar ve çocuklar dışlanıyor, ötekileştiriliyor, yok sayılıyor... ama bunu yapan, var olan'mış gibi görünen' karakterlere baktığınız da onların da ne kadar var olduğunu/olabildiğini sorguluyorsunuz... çünkü aslında onlar da yitikler, yoklar... travmalarla yoğurulmuş, aşka, sevgiye aç insanların birbirine tutunmaya çalışma ve bunu becerememe hikayeleriyle örülü zvyagintsev filmleri... insanlar varolabilmek için delicesine tepinirken, çocukları ve kadınları eziyorlar farkında olmadan.. daha çok da çocukları... fiziksel olarak yok olmasa da, 'yok' karakterler büyüyor ve bu defa kendilerinin yokedecekleri yeni karakterleri yaratıyorlar...
örneğin, loveless'da bu öyle zirveye tırmanıyor ki, ekrana bişiler fırlatmak istedim... insanlar birbirlerine karşı o kadar nefret dolular ki ve sevgiye, aşka o kadar açlar ki ve de o kadar kendilerine dönmüşler ki, ortalarında bir çocuk yok oluyor, kayboluyor ve göremiyorlar... filmde çocuk gerçekten kayboluyor aslında... ama acı olan çocuk gözlerinin önünde yaşarken de yok, kayıp, onu görmüyolar, göremiyorlar... birbirlerine hakaretler yağdırdıkları sahnelerde hepsinden nefret ediyorsunuz ama bir sonraki sahnede o yalnızlıklarını, yoksunluklarını, açlıklarını gördüğünüzde bu defa sadece acıyorsunuz onlara... zvyagintsev'in her filminden midenize farklı ama sert bir yumruk yemişcesine kalkıyorsunuz... bu filmlerin hemen hemen hepsi önemli festivallarde açılış ya da kapanış filmi payesi almış ve aynı festivallerde önemli ödüllerle taçlandırmış filmler... lütfen kendinize iyilik yapın ve seyredin derim... tabii ki benden daha bilinçli bir yaklaşımla...
(dip not bir: haaa bu arada, sizin beyninizde de kendi kara deliğiniz gibi duran bu tür filmler varsa, cafer'e ulaşmanızı sağlayabilirim ama adamın tarifesini gördünüz... tipik bir, 'kırk katır mı kırk satır mı' durumu yani... sizin bileceğiniz iş...)
(dip not iki: çılliiinggg... o ne lan... ahaa yine mesaj attı... 'abi, uzadı ama bu iş, ayıp oluyo bak' diyooo... ulan saat gecenin ikisi... ne mesajı, ne doları... tacize girer lan bu... taksiii... taksiii....)
sifiliz, frenginin tıptaki adı… nörosifiliz ise, treponema pallidum denen bakterinin neden olduğu bir tür beyin ve omurilik enfeksiyonu… tedavi edilmeyen sifiliz hastalarında on ila yirmi yıl sonra bir anda pörtleyen ve semptomlarını davranış bozukluğu, kişilik değişimi, manik krizler ve demans gibi farklı durumlarda sergileyen bir illet… josh trank’in senaryosunu yazıp yönettiği ‘capone’, kendisinden daha akıllı, başarılı ve organizyon becerisine sahip bir çok isme rağmen amerika tarihinin en ünlü mafya lideri albert francis capone’un nörosifiliz’li son yıllarını konu alan bir film… zira capone, onbeş yaşında frengiye yakalanıp tedavi olsa da, hastalığın bedelini yıllar sonra ödeyen bir figür… kalabalık italyan bir ailede katı katolik öğretilerle yetiştirilen capone, aslında tam da ‘yetiştirilememiş’ bir çocuktur… zeki, hırçın, gözükara… ve bence biraz da komik… arka planda bindokuzyüzyirmidokuz ekonomik bunalımının gıpgri koşullarında kendi yolunu bulmaya çalışan bir velet… komik, çünkü o günleri şöyle anlatır;
‘çocukken her akşam yatmadan önce ve aklıma geldiği her an tanrıya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. bir gün tanrının çalışma tarzının bu olmadığını anladım. ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce tanrıya günahlarımı affetmesi için dua ettim…’
capone, gece kulübü benzeri mafyatik ortamlarda getir-götür türü ayak işlerinden, badigardlığa, tahsilatçılığa dek bir çok işe girerek pişer… bu arada, zaten beraberinde her türlü fırsatları da getiren ekonomik kriz, tüm kıtayı kapsayan içki yasağı üzerinden genç capone’a tahmin edilemez olanaklar sunar… bilen bilir, zaten bilmeyenler için anlatıyorum, çaylak capone bir süre devre dışı kalan chicago’nun önemli mafya babalarından johnny torrio’nun makamına vekaleten oturur… ve sonra giderek büyür, büyür, büyür…
neyse, filmin konusu bu diil… film, al capone’un neredeyse yedi yıllık chicago hükümramlığında yediği bir çok halta, verdiği cinayet emirlerine, hatta bizzat şahsi infazlarına, yasadışı bütün işlerine yönelik tüm mevzuulardan zekice sıyrılırken, paçayı üfürükten bir vergi mevzusunda kaptırmasının sonrasını anlatıyor… kolay diil, o kadar iyi bir tezgah kurmuşsun ki, can alıyorsun, para aklıyorsun, kaçak içki satıyorsun, kafana esiyor rakip çetelere dalıyorsun ve hiç biri kanıtlanamıyor… yani fbi’da bin kişi çalışıyorsa, bunun yüzü-yüzellisi seni gece gündüz izliyor ve ortaya tek bir kanıt koyamıyor… her iki taraf için de delirtici bir durum olmalı… yani, bir taraf hazdan delirirken, diğeri salak kafalarını betona vurmaktan delirmiş olmalı… neyse, uzatmayıp tarihsel gerçekler üzerinden ilerleyelim, hayatında sadece bir kere, o da ruhsatsız silah taşımaktan ondokuz yaşındayken sekiz ay hapis cezasına çarptırılan ve üzerinde daima ‘ikinci el mobilya satıcısı’ yazılı kartvizit taşıyan al capone, bindokuzyüzotuzbir’de vergi kaçakçılığından hapse girer… bu, aynı zaman da sonun başlangıcıdır… bindokuzyüzotuziki’de onbir yıl hapis cezasına çarptırılan capone, sırasıyla atalanta, lincoln ve nihayetinde ünlü alkatraz hapishanesi’ni şereflendirir…
o deli, gözükara herif gitmiş yerine necefli maşrapa gibi bişi gelmiştir
bizim film de buradan itibaren başlıyor zaten… capone, yaklaşık on yıl sonra cezaevinden sağlık nedenleriyle serbest bırakılır… iyi de artık, o deli, gözükara herif gitmiş yerine necefli maşrapa gibi bişi gelmiştir… o korkutucu figürden sonra, ortaya çıkan bu ‘dümbük’ hali gerçekten hüzün veriyor insana… filmi seyrederken sürekli düşündüm, adamı bu hale getiren nörosifiliz mi, yoksa hiç ama hiç ihtimal vermediği bir yerden ketenpereye gelmeyi sindirememesi mi… yanıtını bilemem ama bunun capone’u hayli yıprattığı ortada… sanrılar, hayal görmeler, kabuslar, ağızdan akan salyalar… berbat bir durum yani.. hatta daha ileri gideyim mi… yatakta yatarken, masada otururken altına sıçmalar… berbat, çok berbat… capone neden bu hale geldi, tartışılır… adam henüz kırk yaşında yahu… ölümüne daha yedi yıl var ve bitik durumda… sadece ve sadece iowa’dan gelen ‘templeton rye’ viski ile özel üretim küba puroları içen o adamı, puro yerine havuç emerken görmek üzücü… ve o on milyon dolar… zamanında bir yerlere zulaladığı… fbi dinlemelerine düşen… düşünsenize o tarihte on milyon dolar nasıl abuk bir para… fbi dahil bütün millet de, yerini hatırlamadığı bu paranın peşinde…
biraz capone'a benzesin yahu
biraz da capone'u oynayan tom hardy'den bahsetmek gerek... çok sevdiğim bir aktör... mad max-fury road, legend, child 44... neredeyse adı geçen her işini seyrettim... bence lawless'da çok daha iyiydi... ama özellikle bronson, belki de çoğunuzun seyretmediği bir erken dönem işi olan bronson'da çok çok daha iyiydi... ama ilk defa bu filminde rahatsız oldum... nedeni ne bilemem ama tom hardy olmadığı kesin... kardeşim daha geçen yıl scorsese'nin 'the irishman'inde de niro'yu, pacino'yu hatta hatta pesci'yi özel efektlerle neredeyse tiineycır haline getirmediniz mi... ee... şimdi de tom hardy'e yapın bunu... yani biraz capone'a benzesin adamcağız yahu... çünkü film boyunca karşımda capone diil hardy vardı... tanrım, makyaja o kadar özen gösterilmiş ki... capone'un tartakladığı bir kadının abisi tarafından yüzünün sol tarafına atılan üç bıçak yarası hardy'nin gerçek façasıymış gibiydi... bir de adamın gözleri sürekli kanlı... bu, nörosifiliz'in etkilerinden kaynaklanan bişi mi bilmiyorum... biraz araştırdım, capone'un son dönemlerine ait tek tük fotoğrafı var... hani filmde, yakaladığı balığı oltadan kapan timsahı tüfekle öldürdüğü sembolik sahneyi yansıtan günlerine ait... ama o fotoğraflarında bile gözleri kanlı diil sanki...
velhasılı kelam, capone ilginç bir karakter... başta fbi ve rakip çeteler olmak üzere bütün millete kök söktürmüş bir herif... ama tüm zeka pırıltısına rağmen kıytırık bir vergi mevzusundan çuvallaması hayli ironik... düşünüyorum da, adamcağız kendisinden on yıllarca sonra çok çok uzak bir coğrafyada bir takım müteahhit bozması heriflerin devlete trilyonluk vergi borcu taktığını, o borçlarının sıfırlandığını, 'o halde bu milletin .mına koymaya devam edelim' demelerinin yeni kaymak ihalelerle ödüllendirildiğini bilse mezarında ters dönerdi... eminim...
capone, çok önereceğim bir film diil anlayacağınız üzere... benim gibi tom hardy meraklısı bir herifseniz, o başka tabii... ama madem mafya muhabbetine girdik, seyretmeyen ya da haberi olmayanlar için daha haysiyetli dizi projesi 'godfather of harlem' hakkında iki kelam daha etmek isterim...
öleceğini anladığı an kuyruğunu feda eden kertenkele
amerika mafya tarihinde, sicilya odaklı italyan aileleri dışında onlar kadar güçlü, onlar kadar zeki, zalim ve onlar kadar borusunu öttüren 'zenci' bir mafya lideri varmış meğer... bildiklerim, her zaman zencilerin torbacı ya da ispiyoncu oldukları yönündeydi... bu arada, şu 'zenci', 'siyahi' geyiği beni sıkıyor ayrıca... 'zenci' derken siyahi insanları aşağılamıyorum sonuçta... o nedenle zenci demeye devam edeyim...
'bumpy'ce... yani zekice...
dizi, bindokuzyüzaltmışlı yılların harlem-new york'un da geçiyor... işbirliği yaptığı italyan mafyasını içeride kaldığı onbir yıl boyunca satmayan zenci mafya lideri bumpy johnson nihayet hapisten çıkıp özgür kalıyor... ama ilk gördüğü, italyanların onu sattığı ve yokluğunda hükümran olduğu alanlara çöktükleri... ama kendi coğrafyasını geri kazanmak, bunun için sert italya ailelerine kafa tutmak kolay bişi diil, malumunuz... ancak bumpy hayli zeki bir adam... ve zekası doğrultusunda bu savaşa giriyor... savaşa dediysem öyle vurdulu-kırdılı diil tabii ki... 'bumpy'ce... yani zekice... belirttim, böyle bir figürden daha önce haberim yoktu, bu dizi sayesinde öğrendim... bumpy, bir manevra uzmanı... hayatını kaybedeceğini anladığı anda kuyruğunu feda eden bir kertenkele gibi... karşısında beş güçlü aileden oluşan local bir 'cosa nostra' var ve adam her saniye hepsiyle başettiği gibi, hepsine sürekli ot yoldurtuyor...
forest whitaker, bumpy johnson rolünde hayli başarılı... dizi, klasik olarak bizi 'mafya filmlerinin gedikli ve unutulmaz' adamlarıyla da buluşturuyor... bunlardan biri joe bonanno'yu canlandıran chazz palminteri (-ki, kendisini özellikle usual suspect'te baş köşeme koymuştum) ve frank costello'yu oynayan paul sorvino... yaşlanmışlar... ama umarım daha çoook çok işlerini seyrederiz... filmin bir diğer karakteri ise congressman powell'ı canlandıran giancarlo esposito... o'na daha fazla ne kadar övgü düzebilirim ki... o derece karaktersiz bir karakter daha iyi nasıl yorumlanabilir ki... ve son olarak, vincent d'onofrio... dizinin ana karakterlerinden vincent 'chin' gigante rolünde... 'full metal jacket'in er pyle'ı... o kadar yıllanmış, o kadar oturmuş ki oyunculuğunu ve de o kadar özlemişim ki...
din+siyaset+güç =faşizm odaklı emperyalizm
dizi gerçek olaylar, karakterler çevresinde dönüyor... daha bahsetmediğim bir çok isim var, malcolm x, casius clay (muhammed ali yani), elijah muhammed... hepsi reel ve tarihe geçmiş, iz bırakmış figürler... bir çok konuda hafif ve gevşek bulduğum, yani 'burasını daha iyi deşebilirdi' dediğim dizide bu isimler önemli rol oynuyor aslında... ırkçılık, ayrımcılık, emperyal zihniyet ve en çok önemsediğim denklem... din+siyaset+güç =faşizm odaklı emperyalizm... tabii ki konuyu buraya getirmek gibi derdim yok... ama seyrettiğinizde dizi ister istemez sizi bu noktaya getiriyor... içi boş dini söylemler ve buna inanan, hatta eyleme geçen güruhlar, nemalanan, muktedirle cilveleşen dini liderler, çıkarı için kendi çocuğunu boğmaktan saniye kaçınmayan sermaye grubu... hepsi de bu lanet olası egemen sisteme dair...
geçen gün mutfakta bişilerle uğraşıyorum… salondan da o an açık olan ntv ‘gece-gündüz’den sunucunun sesi geliyor… bit pazarına rahmet yağdı tarzında bir haberi okuyor… bilmem neyin yaptığı araştırmaya göre, pandemi nedeniyle küresel anlamda bir çok film projesi ertelenirken, seyirci tercihleri açısından eski filmlere ilgide bir patlama yaşanmış… tersi ne olabilirdi ki… salakça bir tesbit… ama esas ilgimi çeken, o filmlerin ilk sırasında ‘oz büyücüsü’nün olmasıydı… nefistir tek kelimeyle, hiç bir itirazım yok… hele de benim dahil olduğum jenerasyonun aklına geldiği an, yüzlere hafif bir tebessüm konduran filmdir… ama eski film kardeşim, çok eski… sonrasında onlarca muhteşem film çekildi ayrıca… milletin bu ilginç teveccühü -şaşırtıcı bir bilgi olarak- hafızamdaki yerini aldı böylece… şimdi hangileri hatırlamıyorum ama ikinci ve üçüncü sırada ise daha akla yatkın filmlerin adı geçiyordu… haberi sağlıklı dinleyemedim velhasılı… ‘amaaaan, sonra bakarım detaylarına, belki bir yerde de işime yarar bu datalar’ deyip geçiştirdim, sonra da unuttum… eeee şimdi bu yazıda kullanayım dedim… gugıl’da dakikalarca dolaşsam da, böyle bir araştırmaya rastlayamadım… takip etmeye çalışıyorum, yeni filmler çıkıyor piyasaya… ama her ne kadar ikibinyirmi yılı üretimi gibi görünseler de hemen hemen hepsi -en azından çekim süreci- pandemiden önce tamamlanmış filmler… haliyle sektör tekrar hareketlenene kadar ben de bit pazarına dikeceğim gözlerimi… yazacak tonlarca film var… ama ben aylarca, yıllarca bir kenarda beklettiğim ve ilk defa seyrettiğim filmleri yazmaya niyetliyim…
ilki, cesc gay'in senaryosunu tomàs aragay ile beraber yazdıktan sonra yönetmen koltuğuna oturduğu 'truman'... diğeri ise, senaryosu nissar modi ile robert c. o'brien'a ait, craig zobel'in yönettiği 'z for zachariah'... her iki film de ikibinonbeş yılı yapımı...
truman, arjantin sinemasının hayli önemli ismi ricardo darín ile yine ispanya sinemasının önde gelen oyuncularından javier cámara'yı yanyana getiriyor... gay, bu oyuncu tercihiyle çok güçlü iki lokomotifi olan bir tren yaratmış sanki... güçlü ve yolda kalması neredeyse imkansız... bu arada, darin ve cámara performanslarıyla san sebastian film festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanırken, filmin yine bu iki ismin de dahil olduğu beş kategoride goya ödülleri var... daha önce seyretmediyseniz, hem darín'in hem de cámara'nın rol aldığı filmleri hararetle öneririm...
kanada'da yaşayan profesör tomas (cámara), bir gün evden çıkar ve yıllar önce terkettiği ispanya'ya, madrid'e doğru yola koyulur... vardığında çaldığı kapı çocukluk arkadaşı tiyatro oyuncusu julián'ın (darin) kapısıdır... biraz kırıcı bir ayrılıktan yıllarca sonra biraraya gelmelerinin nedeni ise, julián'ın kanserinin son evresine girmesidir... böyle bir konu üzerine kurulan filmin, buruk, insanı aşağı çeken bir iş olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz... her karesiyle insana, ilişkilere ve hayata dokunan bir film ama bir çok yerinde de tebessüm ettiriyor... oldukça başarılı bir aktör olmasına karşın, pervasız, çapkın, alkol ve madde düşkünü, cebindeki paralar da dahil olmak üzere karısını, çocuğunu, evliliğini har vurup harman savuran julián artık ölümle burun burunadır ve hayat ona 'bari giderayak biraz ciddi ol' demiştir... o da, özellikle eski dostu tomas'ın desteğiyle buna girişir... tamam, gitmeden bir şeyleri yoluna sokmak iyi güzel de, son yıllarda hemen hemen herşeyini paylaştığı köpeği yaşlı truman n'olucaktır... öyle ki, truman'ın geleceği julián'ı amsterdam'da okuyan oğlu nico'nun geleceğinden daha çok endişelendirir... elbette bu endişeye saygı duyuyorum ama julián zaman zaman bunu o kadar abartıyor ki, filmi seyrederken kendimi tutamayıp, 'eyy julián kardeş... yat kalk da dua et, bu ülkede yaşamıyorsun... bu coğrafyada her yıl binlerce köpek terkediliyor... onu da geçtim, beceriliyor... hatta onu da geçtim katlediliyor... teheheeeeyyyy, sen neden bahsediyorsun beee...' diye nara attım valla... şimdi, 'iyi de burada truman'ın günahı ne' demiyorsunuzdur umarım... tabii ki bir günahı yok... ama -siz de julián gibi ıskalamayın lütfen- nico'nun da günahı yok... hıyar herif, kalkıp günü birlik amsterdam'a uçup oğluna doğumgünü sürprizi yapıyor... hem de tomas'ın parasıyla... çocuğu harcamışsın, hayatı, yaşadıkları hakkın en ufak bir fikrin yok, hiç bir zaman da olmamış, sonra giderayak, 'sürppriiiizzz... hepi börtdeeeeyyy...' diye çıkıveriyorsun çocuğun karşısına... ama öte yandan truman'a n'olucak diye kıvranıyorsun... yok, öyle olmuyor bu işler azizim...
belirtmiştim, film hayata, insanlara, ilişkilere dair çok hoş ayrıntılar içeriyor... restoranda karşılaşıp da görmemezlikten gelen bir başka aktörün masasına julián'ın ölümcül/yok edici sortisi, çok az zamanı kaldığını öğrendiği an, sahnelenen oyunun başrolünü oynamasına rağmen julián'ı anında kapının önüne koyan tiyatro sahibi... kısacası, julián'ın giderayak hayatla, tomas'ın ise geçmişiyle yüzleştiği sıkı bir film, 'truman'... haaa, spoiler vermiş gibi olmayayım ama finalde truman kalan ömrünü en mutlu şekilde geçireceği bir yuva buluyor, merak etmeyin... ya da edin ve seyretmediyseniz seyredin...
gelelim, z for zachariah'a...
seyretmeden önce filmin kadrosuna baktım, üç kişi... yahu figürasyon da mı yok deyip başladım seyretmeye... yok valla... velhasılı film bitti, dördüncü bir kelle göremedim... chiwetel ejiofor, margot robbie ve chris pine... kadro, hepi topu bu... filmin seti de allahın dağında... yani tam pandemi projesi... sesçisi, ışıkçısı falanı filanı yirmi kişi mi.. tamam... al hepsini karantinaya... onbeş gün sonra da bütün ekipmanı, yiyeceği-içeceği, karavanları filan organize et, bas git dağın tepesine paşa paşa çek filmini... şu senaristler ne iş yapar yahu... baktın pandemiye girildi, sektör çatala gelmiş, klaketler örümcek ağı bağlamış, otur yaz hemen böyle bir senaryo, tencere kaynasın, milyonlar da iyi-kötü yeni film seyretsin...
neyse, filme dönelim... bittiğinde iyi mi kötü mü bir karar veremediğimi itiraf etmeliyim... yani bomboş bir film değil... en azından bu üç isim hiç kasmadıkları performanslarıyla kurtarıyor zaten filmi... her yıl yüzlercesi çekilen felaket filmlerinden... nükleer savaş sonrası neredeyse tüm insanlığın yokolduğu, radyasyonun yeryüzünü sardığı bir belirsiz zaman filmi... buna karşın, radyasyonsuz bir dağın yamacında tek başına yaşayan genç bir kadın, yani ann, yani margot robbie... yoo yalnız diil, köpeği de var... yoksa iyice kafayı yerdi... ve bir anda ortaya çıkan bir adam... john yani, yani chiwetel ejiofor... nasıl olmuşsa o felaketten kurtulmuş bir mühendis... karşılıklı şüphe-güven eşikleri aşıldıktan sonra başlayan ortak bir hayat... reel sorunlara çözüm arayışları... çünkü elektrikleri yok... mevcut jeneratör onarılamayacak şekilde bozulmuş... ama adam mühendis ya, hemen çözüm üretip, 'yakındaki şelaleye bir değirmen yapar elde ettiğimiz elektriği eve taşırız' diyor... iyi de bakıyorlar ki, değirmen yapmak için kullanabilecekleri tek malzeme ann'in rahip babasının elcağızlarıyla yaptığı küçük ahşap kilise... john, 'hadi yıkıp işe koyulalım' dese de, tepeden tırnağa dini öğretilerle yoğurulmuş ann, 'yıktırmam valla, babam elleriyle yaptı, hem o bir kilise' diye caz yapıyor... john, 'kızım saçmalama, hayatta devamlılık esastır, bak evde elekrik olucaak, buzdolabı çalışacak, geceleri fener yakmıycaaz, yedirtme babanın kilisesini' dediyse de, ann, nuh diyor peygamber demiyor, 'illa da isa' deyip duruyor... bir de o sırada ortaya maden kaçkını, defileye giderken yolunu şaşırmış manken kılıklı caleb, yani chris pine çıkmasın mı... işe bak, kız yıllarca tek başına yaşasın, sonra allahın dağı bir anda otobana dönsün... uzatmayayım, siz kurgulayın artık gerisini ya da oturup seyredin... dağın başında genç bir kadın ve skati ışınlamışcasına bir anda ortaya çıkan iki erkek... ama beğenmezseniz, arkamdan saydırmak yok, ona göre...
son olarak, beni hayalkırıklığına uğrattığınızı belirtmeliyim... yutubda esmeray'ın ve jesahel’in tıklanma sayıları olduğu gibi duruyor...bakmadığımı sanıyordunuz di mi... oysa her sabah kalkar kalkmaz ilk işim o... aşkolsun sizlere...
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.