34,9739$% 0.16
36,7420€% 0.28
44,1241£% -0.32
2.974,72%-1,04
2.647,78%-1,18
10.125,46%0,66
Bugün birden Ankara’nın ana kara olduğu günler gözümün önüne geldi. Walkman’ler çağı henüz bitmemiş, orantısız zeka denen nesneyle daha tanışmamıştık. Genellikle AŞTİ’de namı fazla yürümemiş otobüs şirketlerinden bilet alırdım. Hep hüsran yaratırlardı. Elimde bir dilim, Eti Dilim Kek; tedavülden kalkmamış, yanında bardağın yarısını kaplamış ucuz marka bir neskafe… Çok gittim o yollardan.
Ankara demek; başta çok iyi bir fikir olduğunu sandığın ama kağıda geçirirken ne kadar berbat olduğunu fark ettiğin kısa film senaryoları yazmak demekti. Sonra bir karışık kasetin meyhanesine dalar, camların buğusuna çöpten adamdan resimler çizer, bir bozkırdan başka bir bozkıra uzanırdım.
Ankara’ya kar düştüğünde muhtemelen Eskişehir’de buzlanma vardır. Kötü ve konforsuz otobüsün kaloriferleri yandığında sıcaklığı burnundan çıkar. Daha henüz horlamadığım yıllar. Sıcaklar için geçecek çok yol var.
Elimde bir Orçun Kunek kitabıyla, eve hiç uğramadan saatler sürecek yeni bir yolculuk için Eskişehir Garı’nın karşısındaki tükrük köftecisine girdim. Gece 3 gibi Mavi Tren kalkıp, İzmir yolunu tutacaktı. Gözler açık gidilmesi mümkün olmayacak kadar uzun bir yolculuğun işaretiydi. Ne hızlandırılmış ölümler yaşanmış, ne trenlerde rakı yasaklanmıştı. Eski bir zamandı; yerliydi, milliydi.
Küçük sırt çantamla trenin yemekli vagonuna dayandım. Midemde köftelerden yer kalmamıştı; bir 35’lik rakı söyledim. Masanın içine kıvrılan tekli sandalyeyi dışa doğru çıkarıp, walkman’i pencerenin hemen yan tarafına iliştiriverdim. “Still loving you baby…”
Vagonun yarısı sigaralı, yarısı sözde sigarasız. “You should give me a chance” güzellik.
Sabaha karşı garson abinin yatma saati gelip, 35’lik tamamen geceye döküldüğünde, üstüme sinmiş anason sigara karışımı kokuyla beraber, Mavi Tren’in eskimiş koltuğuna doğru yürüdüm.
AŞTİ’den beri kirli koltuklarda, sana sarhoşum yolluklarla…
Birkaç saat uyuyabildikten sonra baş ağrısının dürtüklemesiyle uyandım. Ağzım kupkuru, acı… Nefes zorluğu olmasına rağmen trenin ince akan musluk suyuyla yüzümü yıkayıp, vagon arasında Sakarya Caddesi’nden aldığım filtresiz Camel’ı cebimden çıkarıyorum. Acılık zaten gitmeyecek, dün geceden beri biliyorum.
Yaktığım her filtresiz Camel tabutuma çakılan yeni bir çivi sanıyorum ama yanılıyorum. Bunların tamamının şikeli birer hazırlık maçı olduğunu çok sonradan anlıyorum.
Şimdi saati tam hatırlamıyorum öğle gibi Basmane Garı’na varıyorum. Üçkuyular’a gitmem lazımmış daha neresi neresi bilmiyorum. Bir taksiye biniyorum. Şahin’in ekstra baslandırılmış hoparlörlerinden Azer’in titrek sesi geliyor, “Allahını seversen başka yar sevme” diyor. Gece Scorpions’tan girip, ertesi güne Azer Bülbül’den çıkıyorum. İsa da beni sevmiyor Musa da…
Bizimkine karşı zaten mahcubum.
Neyse işte o bizimki düşündüğün bizimki değil; anla işte bizimki. Geliyorum evinin kapısına. Zili çalıyorum, açmıyor. Bütün bu hikayenin içinde Ankara’dan beri asla hesaba katmak istemediğim durum bu. Evde olmama ihtimali. Oysa ben Tunalı Hilmi Caddesi’nde, otlu peynirlerle, falan filan, Inter, Milan…
Yok işte evde. Kim bilir nerede?
Tırıs tırıs sahil tarafına yürüyorum. Biliyor musunuz, o zamanlar İzmir’i hiç mi hiç bilmiyorum.
Ne güneşini, ne sarısını, ne de önünü arkasını. Bugün olsa neler yapar, neler anlatırdım.
Ama ben o gün oradaydım.
Haa haa haa! Hakan Çelik çiziyor
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.