34,2291$% 0.01
37,1311€% 0.06
44,6512£% 0.22
2.978,98%0,11
2.707,69%0,13
8.946,13%0,95
20 Temmuz 2021 Salı
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Her Göksu dere değil. Bazısı Buca’da mahalle. Kamyonlar kavun taşır, biz gençliğimizi çürütürdük.
Bizim mahallenin sokakları labirent gibidir. Labirentin içine bırakmışlar kavunları, çok değil az kavun. Romörkten geriye kalanlar. Yan sokağa bir hayrat kamyonu çekmişler. Kağıt çay bardağında limonatayla bayatlamış kuru pasta; onlar da kağıt tabaklarda. Kullan ama atma, eve götür sakla. O tabaklardan bile çok az var buralarda.
Tuvalet fayanslarıyla kaplı bir kondu terasındayız. Mahallenin orta yerinden koca bir yüksek gerilim hattı geçiyor. Biz nasıl sakinleyelim arkadaşım, anlatıyorum dinlemiyorsun.
Yeni parti kavunlar geliyor, biz küçüklerini ve geçkinlerini alıyor, gençliğimize saydırıyoruz. Kamyonlar kavun taşır… Düşündüğüm ettiğim yok, öyle oradan al buraya ver. Kavunun içi geçmiş sorsalar biz hâlâ genciz.
İzmir’de hava çok sıcak, kamyon kiralık… Döşesek damperine bir muşamba, doldursak içine suyu diyeceğim amma o kadar suyu kim kaybetmiş biz bulacağız. Musluktan doldurduğumuz Şaşal şişesinin dibine vuracağız. Yeni bir römork geliyor karşıdan. Bana oradan 20 tane kavun yolla. Parasını satınca veririm; evet evet akşama. Ta akşama.
****
Yeni bir sabah; bu sabah çok güzel kafam. Ağzım kuru, güzel, soğuk bir kavun olsa da yesek. Kahvaltı niyetine. Bizimkiler sıcak ve tadı bozuk. Kayboldu gençliğim. Göksu’nun ara sokaklarında kaybettim. Çıktığım her ana yoldan korktum buraya geri geldim.
Kayboldu gençliğim, çürüdü gençliğim.
Bir kavunun geçmiş içi gibi bugün 18 yaşıma geldim.
Beş senedir kamyonlara, traktörlere direksiyon sallıyorum. Duran toplara çok sert vuruyorum. Kalçadan çıkarıyorum, naylon topa vurunca yarısı boşa gidiyor.
Kayboluyor gençliğim. Çürüyor.
Adalet istemiyorum, hareket istemiyorum. Kalan son kavunları istiyorum. Onbeş yirmi tane olsa yeter. Zaten hemen içleri geçer.
Şehir’de yollar bomboş. Kırık bir güneş sarısı küçük küçük ısıtıyor. Yanıyorsun; anlamıyorsun.
Banliyö istasyonundan karşıya geçiyorum. Ana caddeye çıkan sokağa daldıktan sonra bir şehrin o şehirdeki her insana başka şeyler sunduğuna gözünle şahit olmaya başlıyorsun. İlk kesenden sağa, sonra bir sola, yürü iki yüz metre daha.
Sandığınız gibi değil; sokaklarda darbuka çalıp göbek atanlar yok. Bir kız çocuğu; 10 yaşlarında, hurda bir bisikletin selesine oturmuş sigarasını içerken, sağa sola küfürler savuruyor. Tek ya da iki katlı evlerin pencereleri açık, hepsinden bağırış çağırış geliyor. Köşede mahalle bakkalı var. Tek eli arkasında, diğer eliyle ağır ağır sigarasını tüttürüyor. Yanında kravatsız ama takım elbiseli üç adam daha var. Onlara sigarayı tuttuğu eliyle jestler yapıyor. Pencereden sarkan bir çocuk durmadan sokağa tükürüyor.
Sokağın sonuna doğru aradığım evi buluyorum. Bura üç katlı, tepede tentesiz bir teras var. Selami’nin babası olmalı, ikinci katın balkonundan terası işaret ediyor. Terasta Selami, halası, dayısı, yengesi, yengesinin çocukları, hep birlikte oturuyorlar. Bana bir tabure çekiyor Selami. Roman çocuklar benim gelmemden rahatsız olunca dayı yeğene bağırıyor:
– Evimize gelen misafirlere saygı göstereceksin! Göstereceksin!
Hala söze giriyor. “Vuracaksan da çok sert vurma” diyor. Selami “bura böyle” diyor, eliyle de “salla salla” işareti yapıyor. Isıtıcıdan kağıt bardağa su döküyor, köpüklü üçü birarada hazırlayıp bana uzatıyor.
Sadece havadan sudan konuşuyoruz ama çok konuşuyoruz. O an neden orada olduğumdan çok emin değilim ama hoşuma da gidiyor. Sınırboyu uygarlığının karşı mahallesindeyim. Olduğum yerden çok memnunum. Şehrin ying yang’ı zihnimde dönüp duruyor.
Sokağa çıkmak yasak, hayat evlere sığamıyor. Herkes bir yoluna bakıyor. Terasta bir kağıt bardağa boğma rakı boşaltıyoruz. “Sen bunu yolluk yap, ben sana taksi çağırıcam” diyor Selami. Bu sırada bir tane daha üçü birarada hazırlıyor. “Abi taksici bizim komşu, şu kahveyi de ona verir misin” diyor. Kahveyi alıp taksiye emaneti bırakıyorum.
Taksici oğlan çok konuşuyor. Birkaç yüz metre sonra “konuşmayabiliriz de, müziğe dönebiliriz de” diyor. Müziği açmasını ve konuşmayı sürdürmesini istiyorum. Bir de sigara ikram ediyorum.
Müzik listesi bazısına aşina olduğum, çoğunu ilk kez duyduğum Türkçe rap şarkılarla dolu. “Sever misin bunları” diye soruyor. “Şu an için iyi” diyorum.
Meğer o şarkılar ciğerinin içinden geçiyormuş, aynı öyle gibi hissediyormuş. O yüzdenmiş…
Her şey ciğerdenmiş.
Çok değişik bir şehir İzmir. Kafan karışıyor, aklın bulanıyor. Bir gün kendini dünya cennetinde buluyorsun bir gün asla içinden çıkılmaz bir çukurda. Çok farklı.
Eski ama henüz ara sokakları yolla birleşmemiş bir mahallenin sokaklarındayım. Tenekeli diyorlar, dedikleri kadar var. Çatılar teneke, hayatlar plastik, her şey burada başlıyor ve burada bitiyor. Her zamanki gibi benim ne işim var burada? İzmir’in dağlarında yoksulluk ve türevleri açmış.
Uzatmayayım bir arkadaşa bakıp çıkacaktım zaten. Kalıcı olmaya gelmedik. Haki bir Renault Clio’yla geliyor Seko. Kafayı sıyıralı çok uzun zaman olmuş. Ama beni sevdi. Ben de bu oğlanı sevdim. Onun mahallesine girebilmem için bana o lazım. Onunsa benim mahallede benden başka bir iki arkadaşı daha var. Minare gölgesinde günahkâr yaşamlar sürüyoruz. Onun günahı başka, benim günahım başka. Günahlarda buluşuyoruz işte. Arabaya atlıyorum. Araba korkunç yağ yakıyor. “Baktıramıyom abi” diyor. Ne sıkıntısı olduğunu soruyorum. Biraz geveledikten sonra “kız hamile abi” diyor. Baba olmak istiyormuş, kız bundan baba olmaz diye çocuğu aldıracakmış. “Bas gaza da alem lpg sesi duysun” diyorum. Yaldır yaldır şehir merkezine gidiyoruz. Neden gidiyoruz, niye hızlı gidiyoruz?
Seko dünyaya gözlerini babasından dayak yemek için açmış. On beş yaşına kadar düzenli baba dayağı yemiş; kafa ondan gidik. Efendi gibi bir gözlükçüye çırak olarak gitmiş. 4-5 ay çalışmış sonra duramamış. Sonra bol miktarda suç yazılabilecek işler. Sorsan “abi benim işim optik, dükkanı açıcam az kaldı” diyor. Meğer bir on beş senedir de optik dükkanı açacağını söyleyip duruyormuş. Biz yeni tanışız; o yüzden 40 kere falan dükkan açıcam lafı dinledim. “Abi gözlüğünü değiştireceksen bekle, şu kapanma bitsin dükkanı açıyorum.”
He Seko he… Açarsın mutlaka. Ne senden bir cacık olur ne benden. Kulvarlarımız farklı olsa da aynı kaybedenlikten bende de yüksek doz var.
Alsancak’a geliyoruz. Beni orada bir yerde atıyor. İşte bu kadardı, muhabbet ettik geçti. Araba oturması; aptal saptal karşılıklı laf sokmalar. Taktığım bu kadar beyaz yaka, günün sonunda beni Seko’yla kanka etti. Mesafeler birçoğunun düşündüğü kadar uzak değil.
Ben bu şehrin günbatımından vazgeçemiyorum. Gökyüzü sararıyor, sonra kızıla bürüyor kendini. Bir saatlik dev gösteri. Başrolü İzmir Sarısı…
Oturdum yine kağıdın kalemin başına bir gece yarısı. Şehir çoktan karanlığa bürünmüş. Bir duble rakımı da masanın üstüne bırakıyorum. Meze falan yok; bam bam bam!
Uzak şehirlere gidip “aman İzmir’e döndük pek güzel oldu” demeleri özledim. Bir yudum rakıdan aldım. Hayallere daldığım sırada Seko’dan mesaj geldi: S.a. abi napıyosun?
“Seni yazıp rakı içiyorum” dedim.
“Beni niye yazıyosun abi” dedi.
Sevdiğimden dedim, sevdiğimden.
Oradaydı bu sefer o koku. O kadar zamandır burnuma gelmeyen koku, bir anda hatrıma geliverdi. Aralara ne çok şey yerleştirmişim meğer, hatırlamıyorum bile.
Ama plastik kaplı, üstü delik, sünger topta kaldı gözüm. Bunca senedir neredeydin iki gözüm…
Bir drone’la o koydan bu ormana, bu topraktan o organa doğru süzülürken ben, sesin geldi inceden. Uzaktan değil, karşıki çevre yolundan.
Çevre yolunun alt tarafı Sahil Evleri. Gördüğümde Miami’yi İzmir’e getirmişler kimselere söylememişler demiştim. 2 senedir gittiysem 5 kere gitmişimdir maksimum. 10 dakika değil aramız aslında. Salgından hortuma çok şey girdi araya.
Ama bu sefer o koku geldi burnuma. Buradan sekiz saat uzakta, kokusuz odamın tam ortasında kokusu geldi bir anda.
İzmir’de gün çok acayip batar. Kokulu batar. Palmiyeli batar. Malibulu batar.
Geçmiş geçmemişse insana çok fena batar. Geçsin diyorum, geçirtmiyor insanoğlu.
İyi ki geldin burnuma o güzel koku.
Seni sakladığımdan haberim bile yoktu. Gülümseyerek yatmazdım bu gece yoksa. Yazı mazı da yazmazdım. Kendime iyi de bakmazdım.
Hoşgeldin. Hoş’la geldin’i birleştiriverdin.
Sabaha karşı saat 4.00.
Sıcak şehrin sabahı serin; kısa koldan kalbe inen bir soğukluk var. Hırkanı veriyorum giymiyorsun. Trafik lambası fasılalı, kırmızı yanıyor, kara sönüyor. “Hadi” diyorum, “gel benimle.” Geleceğini söylemiyorsun, dilinden kelimeler dökülmüyor. Hırkayı elimden alıp omzuna bırakıyorsun. Kollarından kendini sarıp önümden yürümeye başlıyorsun. Saat 4.01. Günler geçiyor bilmiyorum. Galiba sen biliyorsun.
Pencereler aşağı doğru çekiliyor, tepeden denize doğru inerken inceden bir sızıyla denize doğru sürüyoruz. Ellerim direksiyonda, gözlerimin önünden yollar değil sen geçiyorsun. Nefesin sağ yanımdan geliyor, dönüp bakmaya çekiniyorum. Yarımada’nın çarpık evlerinden sahile dökülen masalar henüz terk edilmiş durumda, arada martı çığlıkları hepsi bu. Kağıt bardaklarda birer çay, kese kağıdında taze boyoz… Gözlerin masaya bakıyor, ellerin küçük bardağa gidiyor. Söyle diye bekliyorum; söylemiyorsun… Nefesinin sesi sol tarafımdan geliyor. Dönüp bakmaya kıyamıyorum. Yüzün gözlerimin önünde, vuran dalganın tuz tanecikleri gözlerimde… Acıyor biraz, yakıyor da üstelik… Sen de biliyorsun ama ses etmiyorsun. Yansın istiyorsun.
Şehir ısınmaya, insanları sokaklara dökülmeye başlıyor. Biz yalnızlıklara alıştık çoktan. Neremiz normal, neyimiz anormal? Birer çay daha alıp yollara vuruyoruz. Her sesinin gelmediği an kalbimde ağır bir ağrı… Seni her yeniden duyduğumda sabah yine 4.00. Bekliyorum İzmir’in sarısını, o yine gecenin karasına çalıyor beni. Yollar geçiyor gözümün önünden; sen bakıyorsun başka bir yerden. Başımı çevirmeye korkuyorum. Arkamdan nefesinin sesi geliyor. Oradasın biliyorum.
Ben bu şehrin hikayesini yazmaya uğraştıkça; bu şehir benim hikayemi yeniden yazıyor. Her sabah güneşinde yeniden başlıyorum. Günaydın diyorum İzmir’e. Kulaklığım kulağımda, bir ticarinin arka kapısında, bir karton bardak çayın deminde, eski bir şarkının unutulmuş sözlerinde senin nefesin geliyor; oralarda bir yerde.
Galiba diyorum, yeniden başlıyoruz. Gerçek mi diye soruyorum. Söylüyorsun ama ben hiç anlamıyorum. Tekrar duymak istiyorum nefesini. Sağımda, solumda, arkamda… Bir yerlerde nefesine alışıyorum.
Konuş istiyorum bir daha. Bir daha yürüyelim o yolları. Üç gün önce gibi, yıllar geçmiş gibi, sen yanımdayken özlüyorum seni. Uzun yollar yürüyoruz birlikte. Sonra şehirler çekiliyor, ülkelerin sınırları kapanıyor. Her şey sinir uçlarımıza dayanıyor. Oysa bir resim sergisinin alt salonunda, ışıkların söndüğü bir bankın üstünde, perdeye yansıyan şeylere bakamazken sevmiştim seni. Sana bakarken yani.
Sonra terk edilmiş koca şehrin açık kalan son kebapçısında buldum kendimi. İçki ruhsatı yok. Olsun. Açık olması da yasak zaten. Sen bana rakı ver, bir de ezme ver diyorum. İç ezmesi. Acılı ezme.
Etraftaki binalara bakıyorum; bu yüksek yerler İzmir olamaz diyorum. Palmiyeler nerede palmiyeler?
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.