Yemyeşil çimenler altımda, dünyanın en ikonik kulelerinden biri karşımda. Spor ayakkabılarımı çıkartmışım, çoraplarımı da buruşturup içine koymuşum. İnsanlar düzeltmek istercesine kuleyi itiyor, fotoğraflarını çekiyorlar. Buraya gelip de kuleyi düzeltmeye çalışmayan yok. Sanırım en yaratıcı fotoğrafı Japonlar çekti önümde. Amuda kalkarak, bacaklarıyla destek oldular emektar kuleye. Sinirliyim aslında. Sakin sakin oturup etrafımı seyrediyorum ama huzursuzum. Her şey boktan gidiyor. En sevdiğim ülkeye gelmişim, sevgilim dediğim bir adam var yanımda. Huzursuzum. Huzursuzluk çıkartıyorum. “Git dedim dolaş. Biraz yalnız kalmak istiyorum.” O da dolaşıyor şimdi, ya da oturmuş pizza napolitan yiyordur ara sokaklardan birinde. Turist fiyatıyla kazıklanıyordur. Çok çabuk atıyor bende sigorta. Ruhumun yapbozlarına uygun olmayan parçalar yerleştirmeye çalışır hissediyorum kendimi. Her şeyin, hep güzel olmasına kurmuşum zihnimi. Öyle bi dünya yok biliyorum. Bunu biliyor olmam, bu duyguya karşı koymama engel olmuyor. Kendim için de bu kadar acımasızım. Adaletsizlik yapmıyorum yani kimseye. Delicesine, yerden yere vur, süründür, göm! Neden acaba bu sürekli lunapark aynalarına bakar gibi hata görüşüm her olayda.
Kendi kendimle böyle derin bir sohbetteyken bir adam yaklaştı yanıma.
“Ne muhteşem değil mi?” dedi kuleyi göstererek.
“Öyle” diyorum kısaca onun dilinde.
“Mükemmel olmayanın mükemmeliği. Onda bunu seviyorum. Resmini çizeyim mi? Seyrederken, haberin yokmuş gibi.”
Az önce aklımdan geçenlerin altını çizen fosforlu bir kalem gibi geldi duyduklarım. Ne acayip! Oturmuş dünyanın en eğri, ama belki de en sevilen yapılarının birinin önüne geçmiş, mükemmeliği geviş getiriyordum zihnimde.
“Çizin lütfen.” dedim. “Bu anı hiç unutmak istemiyorum.”
İllüstrasyon: Beste Köker
0 Yorum