DOLAR

33,9008$% 0.03

EURO

37,6352% -0.04

STERLİN

44,6724£% -0.16

GRAM ALTIN

2.809,88%0,81

ONS

2.577,74%0,76

BİST100

9.685,49%1,73

İkindi Vakti a 16:38
İstanbul PARÇALI AZ BULUTLU 28°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Deniz Köker

Deniz Köker

09 Ocak 2024 Salı

Kediler ve bilgeler

Kediler ve bilgeler
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İstifa etmeye karar verdiği günün sabahıydı. Parktaki bankta oturup öylece düşünmek, emin olmak istiyordu. Kadın için sadece para getiren bir kaynağı bırakmak değil çeyrek asırlık bir ceketi çıkartıp askıya asmaktı istifa. Bembeyaz saçlı, yetmişlerindeki adam, ikinci kez bankın önünden geçiyordu. Bir şey sordu soracak titreşimi veren gözleriyle baktı, yürüyüşüne devam etti. Kadın, adamın ardından sallanan yapraklara, dalların kavuşma noktalarından sızan gün ışığına, bankın önünden sokak serserisi gibi geçen köpeğe baktı. Sigarasından bir nefes daha çekti. Sabah sabah içmezdi hiç, kafasındaki düşünceleri biraz defetmek ya da düzene sokmak için bugün içesi gelmişti işte. Sadece oturmak ve içmek istiyordu. Milletin sağlıklı yaşam parkurunda biraz abes dursa da, bunu istiyordu sadece. Adam üçüncü kez geçerken önünde durdu. Yakından ve önden bakınca, Doğan Cüceloğlu’na ne kadar benziyordu. O gülerken kırışan gözler, bilge bir yüz. 

“İçmeyin, içmeyin” dedi. “Ben on yıl oldu bırakalı… Oh ne kadar rahatım bilseniz.”

‘Sigara içmez tipi var bende herhalde’ diye düşündü kadın. Ne zaman, bir yerde sigara içse, kendisine laf eden birine rast gelirdi. Dünya alem, her yerde içer, ayaklı duman makinesi gibi gezer, o içtiği zaman uyaran biri çıkardı karşısına. ‘Neyim ben? Sigara içmeyen, kavga etmeyen, uyumsuz hareketleri olmayan, onaylanmayan tavırları bulunmayan “temiz aile kızı” mıyım? Nedir bu karışan insanları mıknatıs gibi çekmem?’ Kafasından bunlar geçerken, adamın yüzüne baktı, çok severdi rahmetli Cüceloğlu’nu, sarılası da geldi bir yandan. 

Ne deseydi şimdi bu kadar sevdiği birine benzeyen adama? 

“Bu sabah içesim geldi. Her zaman olan bir şey değil.”
‘Tam bir seksenler çocuğuyum, her soru sorana ailesine hesap verir gibi cevap yetiştiren o toksik neslin çocuğuyum.’
“Peki, iyi günler.”

Aman neyse, kısa sürdü Allah’tan diye düşünürken kulaklığındaki aptal saptal bir programa verdi dikkatini. Düşüncelerini ehlileştirmek için böyle ipe sapa gelmeyen şeyler dinleyerek, oyalardı kendini. Yeni sulanmış toprağın kokusunu çekerken, bir tane daha sigara yaktı.

‘O da ne, amca yine geliyor. Bankın altına mı girsem, koşarak parkı mı terketsem’ diye düşünürken, adam kulaklıkları işaret etti, indirir misin diye. 

“Bir sorun yoktur umarım” dedi sigarayı göstererek.
“Yok yok bir sorun. Biraz kafamı dinliyorum.”
“Biraz oturabilir miyim?” derken oturmuştu bile.

Bir süre tuttu kendini, hiçbir şey söylemedi. Ufka baktılar birlikte. Birbirini çok iyi tanıyanlar gibi. 

“Değmez, her şey geçiyor. Konu her neyse.”

Siniri bozulmuştu kadının artık. Siniri bozulanların kararsız kahkahasını attı. 

“Yok bir şey beyefendi. O kadar önemli bir şey yok yani. Bir istifa kararı, birkaç sonuca bağlanacak konu falan. Sadece kafamı toplamaya çalışıyorum.” 

Aklına yıllar önce sessizce camdan dışarıyı seyrederken “Aşık mısın?” diye soran taksi şoförü geldi. ‘İnsanlar duran, düşünen insanı hemen etiketliyorlardı anlaşılan. Vızır vızır konuşacaksın, ellerin kolların hızla hareket edecek, bir yerden bir yere hızla, telaşla koşacaksın. Yürürken bile telefon görüşmelerini yapacaksın. Boş boş durmayacak, bakmayacaksın. Yoksa yiyorsun yaftayı. Melonkolik, dertli, tasalı, aşık.’  

“Neden istifa ediyorsun?”

Cevap vermek zorunda olmadığı halde cevap vermek istedi.

“Ben ben olmaktan çıkacağım yoksa. Olanlar, olacak olanlar. Soruyorum nasıl duracağım ortasında?”
“Ortaçgil dinler misin? Kediler diye bir şarkısı vardır. Bak şöyle sözleri:

Çok Uzak Değil
Yakın Bir Ülkede
Sevimli Uslu Küçücük Gözlü
Küçük Kediler Yaşarmış
Yemekleri Ortak
Yatakları Birmiş
Sevinçleri Hepsininmiş
Duman Renkli Açık Kahverengi
Küçük Kediler Yaşarmış
Yakın Ülkenin Yanında
Dönemeci Dönerken
Rüzgarların Sağında
Ormanların Solunda
Sesli Hırslı Kocaman Gözlü
Büyük Kediler Varmış
Siz Kardeşler
Hangi Kedileri Seversiniz
Hangi Kediler Gibi
Yaşamak İstersiniz
Sevimli Uslu Sesli Hırslı
Hangi Kedilerdensiniz?

Doğan Cüceloğlu kılığında karşısına çıkan adam kalktı, tekrar Cüceloğlu gülüşünü kondurdu yüzüne, iyi günler diledi. Adamı yollayıp, yalnızlığına kavuştuktan sonra bir sigara daha yaktı. Kimseyle paylaşmak istemediği o anları tüttürdükten sonra bir çakıl taşının peşine düştü. Sokağın başına kadar takip etti taşı. Taşları sektirerek gideceğe yere gitmek, motivasyon mu veriyordu insana. İlerlemesi için sebep. Birden bacaklarının arasından sıvışan kediyle irkildi. 

“Korkma, korkma” dedi Doğan Cüceloğlu kodlu amca. Bir anda yine nereden çıkmıştı? Yanında yürümeye başladı, “Beraber yürümek iyidir” dedi hiç yürüyebilir miyiz demeden. Çok tuhaf biçimde yan yana yürüdüler , bir on yıl sürdü sanki. Adımlarını yavaşlattı kadın, adam hızlı kalsın diye. Anlayınca geride kalmak istediğini gülümsedi, göz kırptı “Siz hangi kedilerdensiniz?” dedi hızlandı gitti.

Sektirecek yeni bir taş buldu kaldırımın kenarında kadın. Müzik uygulamasında Ortaçgil açtı, sesini sonuna kadar yükseltti. Usul usul sorusuyla cevap verdi Ortaçgil: 

“Siz hangi kedileri seversiniz, hangi kediler gibi yaşamak istersiniz?”

Devamını Oku

Yönetici ve site sakinleri

Yönetici ve site sakinleri
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“İnanılmaz vallahi inanılmaz. Adamlar, bir arabalık yer açabilmek için ıhlamuru kesiyorlar. En fazla bir araba alır ya… Deli bunlar, o kokusu, o nefis yapraklarına nasıl kıyarlar. Deliricem. Bunları konuşmak için topladım sizleri.” dedi.

“Bir gittim, toprağı alt üst etmişler, köklere kazma balta girişiyorlar. Kapıcılara hayırdır, ne yapıyorsunuz dedim. Abla görüyorsun, burayı genişleticez. Biliyorsun biz emir kuluyuz demez mi bi de gevşek gevşek. Bize niye kimse sormuyor dedim, ben otopark mı istiyorum, ağacımı mı istiyorum sorsalar ya. Referandum yapsalardı. Abla biz de böyle olmaz dedik ama ne yapalım? dediler. 

“Ben yöneticiyi bulup, soracağım beton mu yiyeceğiz? Böyle cahillik olmaz. Siz de bir arasanız, hesap sorsanız. Biliyorum Mehmet Bey, üç araba var sizde ama…” dedi öfkeyle. 

“Geçen sene de öbür ıhlamuru kestiler. Çıktım camdan dışarı. Kesmeyin günah di mi dedim. Durdular. Öyle bekledim. Elimde de telefon. Çekip bir yerde yayınlayacağım diye korktu ağaç düşmanları. Sabaha kadar duramam ya, içeri girmemle, yine başladılar elektrikli testereyle kesmeye. Sinsiler… Bir baktım dımdızlak kalmış o güzelim ağaç. Ya ben mevsimleri onunla karşılıyordum. İlk yaprağı ne zaman filizleniyor, ne zaman yapraklarını döküyor gözyaşları gibi. Kahvemi içerken pencerede onunla hemhal oluyordum. Çat diye kesiverdiler. Hiç mi diyeceğiniz yok?” deyip, başını önüne eğdi.

“Bir de şu kapıcı konusu var. Yapılan tüm hileyi hurdayı, yolsuzlukları biliyormuş. O yüzden kovamıyormuş yönetici onu. Ethem Efendi de, onu kolluyor diye, hep o yönetici seçilsin istiyor. Al birini vur ötekine. Her fırsatta para üstü tırtıklasın. Doğru dürüst temizlik yaptığı da yok. Merdivenlerin görünen kısmına deterjanla, fırçayı koyuyor, siliyor sanıyoruz. Gelecek ay yönetim kurulunda değiştirmezsek yöneticiyi, daha çooook dolandırırlar bizi, daha çok ıhlamurumuz kesilir, bahçe betona döner. Nasıl yani? Başka birisi gelip, daha kötü şeyler yapar diye korkarak bunlara mahkum mu kalalım? Tamam Selin Hanım, siz gelecek ay yazlıktasınız ama hiç mi uğrayamazsınız seçim zamanı?” dedi ağlamaklı.

“Güvenlik sorunu da cabası. Yabancılar elini kolunu sallaya sallaya giriyorlar siteye. Satıcısı, dilencisi… Parmaklıklardan atlayan geliyor. Geçen gün bir çocuğun bisikleti çalınmış, soruyorsun kameralar çalışmıyormuş meğerse. Biraz üzerine gidince siz düzeni bozmaya mı çalışıyorsunuz, nasıl site sakinisiniz, yoksa sitemizde hain mi besliyoruz? demezler mi? Anlatsanıza Şermin hanım bisikleti?” Baktı, yalvarmaklı…  

“Komplo teorilerinin biri bin para. Adamlar, aşiretmiş. Mafyaymış. Öylece bırakıp gitmezlermiş. Hile yaparlar, seçilemezlerse site sakinlerinin canına okurlarmış, hayatı hepimize dar ederlermiş. Yok öyle yağma. Kimse kimseye bişey yapamaz. Dağ başı mı burası? Bizim yerimiz yurdumuz. Nasıl inanıyorsunuz böyle şeylere… Siz ne diyorsunuz Şahin Bey?” dedi. 

Ben bilmem der gibi kaşlarımı kaldırdım, -sakin-ce oturmaya devam ettim.    

Devamını Oku

Gecekonduya gelen Barbie

Gecekonduya gelen Barbie
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Yüzümün alev alev yandığı, utancın sillesiyle yerin dibine batmışlığı tattığım o gün dün gibi aklımda. Anamın temizliğe gittiği kapılardan birindeydik. O gün babaannemgil köye gideceğinden anam bizi de getirmişti Mehveş Hanımlara.

“Ana sıkılırız, biz evde kalalım, kardeşime bakarım ben.” dedim, dinletemedim. 

“Güzel güzel yemekler yersiniz, etli metli. Fena mı olur, hem sobayı da yakmamış oluruz kızçem.” “Yaaa lüften gitmeyelim yaaa.” Sonra anam, Fatoş’u kalbinden fethedecek kozu oynadı.  

“Fatoş’la aynı yaşta kızı var evin, ne oyuncaklar ne oyuncaklar, ülkede eşi benzeri yok. Mehmet Bey, ecnebiden getiriyo hep.” Fatoş hop atladı hemen tabii. “Ablaaa ablaaa gidelim, gidelim.”

Gitmez olaydık. Ayaz mı ayaz, ayakkabılarımızın altına kaymayalım diye eski naylon çoraplar geçirdi anam. Kuğulu Park’ın oralarda bi yerdeydi ev bugün hatırladığım kadarıyla. Uzakta indik otobüsten, kaya kaya, düşe kalka yürüdük. Sert bir kırmızı elmaya dönene kadar yanaklarımız sürdü yol. Fatoş’un burnu akıyor, aktıkça kolunun tersiyle siliyordu. Yanağında sümüklüböceğin bıraktığı iz gibi parlak bir yol oluşmuştu. “Anaaa acıktım.” dedi Fatoş. Simitçinin yanından geçerken, ben söylemedim ama benim de ağzımın suyu aktı doğrusu. 

“Kız, az dayan, orda salamlı malamlı kahvaltı çıkarırım size.” “Salam nassı bişey ki ana?” “Görürsün, kömür gözlüm. Çabuk gidelim ama.” 

İçeri girerken örgülerim buz sarkıtı gibiydi. Ellerim kıpkırmızı, hissizdi. Evin kızı girişte durmuş, kapıyı açan annesinin arkasından bizi seyrediyordu. Ayakkabının üstüne geçirdiğimiz naylon çoraplara baktı. “Aaaa anneee bak çorabı ayakkabının üstüne giymişler.” diyecek oldu. Annesi “Şşşşt Nazlı.” diye susturdu. Anlatırken hatırlıyor insan, Nazlı’ydı adı. Annesinin Nazlısı.

Bize bakarlarken soyunmak çok tuhaf geldi. Ayakkabılarımı çıkarttım. Hay aksi. Çorabımın ucu sökük değildi sanki giyerken. Işık hızında ucunu kıvırdım. “Hadi geçin çocuklar siz içeriye güzel güzel oynayın.” dedi Nazlı’nın annesi.

Altın bir koridordan geçtik. Altın ayna, altın çerçeveler, her şey altındı kızın odasına giden yolda. Bir çocuğun kendi odası olması bile mucizeydi bize. Anamların odasının yanındaki salonda bir çek yat vardı, bi de babaanneme geceden geceye serdiğimiz döşek.  

Nazlı, oynayacak arkadaş geldi diye heyecanlıydı. Odasında her şeyi tek tek tanıtmaya başladı Fatoş’a. Ben de fırsattan istifade etrafı inceliyordum.

“Gel en iyisi Barbi oynayalım.” dedi. Ben de, cicili bicili yatağın yanındaki sandalyeye iliştim. Nazlı koca bir kutuyu getirdi tepetaklak Fatoş’un önüne serdi. Rengarenk elbiseleri, çantaları, ayakkabıları, sarı, kahve dalgalı naylon saçları Fatoş’u hipnotize etti. Ziyafet sofrasının önünde yutkunan aç bir biçareye benziyordu. “Hadi oyun kuralım. Bak bunlar, baloya gideceklermiş. Kıyafet seçemiyorlarmış. Dolaplarının önünde elbiselerine bakıyolarmış. Aşkları varmış baloda, çok güzel olmalıyız diyolarmış.” Nazlı, iyice dalmış, oynamıyor, yaşıyordu oyunu. İki tane süslü püslü elbise seçti. Fatoş da, bi Barbie’ye uzandı. Bunun üzerinde diğerlerininki gibi cafcaflı elbiselerden yoktu. Mavi, beyaz orlondan örülmüş bir kıyafet giyiyordu. “Ay bırak boş ver onu. Anneannem ördü onu, baloya giyilmez o.” “Aaaa bunun aynısının pembe elbiselisinden bizde var, di mi ablaaaa?” Nazlı’nın kumral kaşları kalktı. “Aaaa benim de pembe örgü elbiseli bebeğim kayboldu geçen hafta. Bi pembe, bi mavi örmüştü anneannem.” 

Başımı uzattım, göz ucuyla baktım, yün elbiseli bebek çok tanıdık geldi bi anda. Anasının getirdiği, Fatoş’un görünce çıldırdığı Barbie belirdi gözümün önünde. 

O an, yanaklarıma bir kan hücum etti ki, yanıyorum sandım. 

“Annen mi almış yoksa?” diye kikirdedi Nazlı. Yandı yanaklarım yandı. Başımdan aşağı kaynar sular boşandı. Nazlı öyle rahat sormuştu ki, onun için önemli değildi, hatta alışıktı sanki. Bişeyler gidiyor, yerine sürekli yenileri geliyordu galiba.  

“Olur mu hiç, anneme başka evden verdiler.” diye atladım, nasıl uyduruverdiğimi bilmeden. 

“Şaka bee şaka.” dedi Nazlı. Koştu pembe oymalı şifonyerinin üzerinden bir çikolata kutusu getirdi. Bize doğru eğilerek fısıldadı. “Çok enfes bu. Babam havaalanından almış. Kahvaltıdan önce annem hayatta izin vermez ama hadi yiyelim gizlice.” Fatoş’a kutuyu uzatırken, kolumla önünü kestim. 

“Yok yemeyiz sağol. Alerjisi var onun.” Dünyadaki tüm günahların kefaretini ödemek istercesine, yanağımdaki yangını söndürürcesine, yıkılan kalelerime sövercesine… Can havliyle reddetmiştim.

Fatoş kömür gözlerini bana doğru kaldırdı. Bir şey sormaması gerektiğini anladı. Ömrünün en uzun günü hangisi deseler, o gün gelir aklıma. En güçlü ayaz bile daha fazla üşütemezdi gecekondumuza geri dönüş yolunda.  

Çizen: Beste Köker

Devamını Oku

Kinoalı kısır

Kinoalı kısır
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Çok sıkılmıştı evde. Ev değildi onu sıkan da, gördüğü insan azlığıydı. Tamamen evden çalışmaya başladıklarından beri günde maksimum iki kişi görüyordu Nehir, çok sıradışı bir şey olmazsa… Tabii sırf oyalanmak için internetten verdiği siparişleri getiren kuryeler ve anında gelsin, şipşak kapında olsun diyen marketlerin genç motosikletlileri hariç. İnsan en çok görüştüğü beş kişinin ortalamasıdır derlerdi, o yüzdendi yeni insanlar görme çabası. Umarım iyi bi fikirdir yapmaya çalıştığım şey diye düşündü. 

Geniş cam kasenin içindeki kinoadan yaptığı kısırın üzerine bikaç maydanoz ekledi. Annesi hep misafirlik zeytinyağlıları böyle finalize ederdi. İnce kıyılmış maydanozlarla… Glutensiz karabuğdaylı atıştırmalık çubukları bir kayık tabağa koydu. Uzunca bir bardağın içine havuç ve salatalıkları dikti. Dil peyniri ve mozarellanın yanına ceviz koydu biraz. Kokteyl domatesleri, üzerinde “Eat less, chat more” yazan beyaz bir tabağa boşalttı. Gidip bi saçını başını da kontrol ederse, her şey yolunda gözüküyordu. 

Uzayan perçemlerine baktı banyonun aynasında. Senelerden sonra ilk defa omzuna ulaştığını görüyordu. Her sabah evden giyinip kuşanıp çıkan biri değilsen, ayda bir kuaföre gitmek de saçma gözüküyordu gözüne. Her gün telekonferans yoluyla sayısız kişiyle görüşüyordu, hâlâ iyi görünmek zorundaydı ama şöyle bi döndürüveriyordu saçları ensesinde, hazır oluyordu. Alt tarafta ne olduğu da önemsiz. Sadece kapı çalarsa diye kolayda bir eşofman altı bulunduruyordu. Yirmi yıl işyerinde sosyalleşen insanlar için evden çalışmak inziva gibiydi. Çoluklu çocuklular da her toplantının on dakikasında şikayet ediyorlardı, yok her an yemek yapıyorlarmış, yok evdeki gürültüden işe yoğunlaşamıyorlarmış, iş konuşmak için tuvalete giren bile varmış, çocuklar elektronik aletlerin kuyusuna düşmüş, çıkaramıyorlarmış. Ya yalnızlar? Tek başına her şeyi sırtlananlar? Sen rahatsın, oh kafan rahat diyorlar bi de. Kime göre, neye göre? Hep çok bilirler. En çok kimin sıkıntı çektiğini, bunaldığını, daraldığını… Çok bilenler.  

Omuzlarındaki saçlarını yine döndürüverdi. Bu sıcakta ensesi pişerdi, göze alamadı açık bırakmayı. Hep çalışan bir insan olduğu için hiç komşuluk yapmamıştı daha önce. Karşıdaki yeni anne Emel’in bütün gün gazlı bebesini susturmaya çalıştığını, bazen tahammülü kalmayıp bağırdığını bilmiyordu daha önce. Üst kattaki Belma’nın martılara ekmek koyduğunu, pervaza konamayan martıların tüm ekmekleri aşağı camlara düşürdüğünü gözüyle görmemişti. Alt çaprazdaki Elvan Hanım, eşini kaybetmişti geçen sene koronadan. Balkona çıkıp ağlıyordu, burnunu çekme sesi geliyordu bazen. Alttaki Sibel sürekli sevgilisiyle kavga ediyor, soluğu balkonda alıyordu. On numaradaki Damla, Sezen’i açıyor sonuna kadar eşlik ediyordu, elektrikli süpürgenin sesini bastırabilmek için bağrış çağrış. Öğleden sonra, Aslı’nın kapısından Müge Anlı bağırıyordu kızgın kızgın. Aslı’yla pandemiden önce asansörde karşılaşırlardı işe giderken. O da işten çıkartmalar serbest bırakılınca işsiz kalmış, Müge Anlı’yı dert ortağı yapmıştı kendine. Bütün apartmanın kadın sakinlerini, daha doğrusu çoğunun pek de sakin olmadığını evde çalışmaya başladıktan sonra keşfetmişti. Her daire, içindeki kadının etrafında sırlarla dolu duvarlar örüyordu. Duyulmayan çığlıkları, hıçkırıkları, bazen yalnız başına yaşanan neşeyi, telefon dedikodularını… Dinliyordu ister istemez. Evlere daire denmesi de ne ilginçti. İnsanların etrafına çizilen, hapseden bir çemberi çağrıştırıyordu. 

Bir gün komşularını tanımak için, içinde çok büyük bir istek duyduğunu fark etti. Nasıl olacaktı ki? Komşuculuk oynamak mı? Nefret ederdi. Gün mü yapacaklardı bi de yok artık. Bi sabah gözlerini yepyeni bi fikirle açtı. Neden olmasın? Öykü yazmayı çok seviyordu Nehir. Yıllardır yazıyor, yazdığı öyküler de dergilerde yayınlanıyordu. Komşularla öykü atölyesi yapsak… Hepimiz dökeriz içimizden geçenleri oh. Yazıp yazıp rahatlarız. Öykülerden birbirimizi tanırız. Şifalanırız.  

Masanın üzerine baktı misafirler gelmeden son bir kez, roze şarabın yanına kadehleri koydu. Kinoadan yaptığı kısırın çaprazına. Pozitive vibes yazılı peçeteleri yerleştirdi tabakların yanına. İngiltere’den yakın dostu Neşe aramıştı sabah. : “İlahi kızım, sen adına gün dememek için öykü falan demişsin de… Bence yiyip içip dedikodu yaparsınız, kalkıp giderler. Herkes öykü falan sever mi senin gibi.” demiş, moralini bozmuştu gerçi. 

“Yok canım, ne günü… Biz edebi paylaşımlarda bulunacağız, hatta belki sonra iş kitap kulübüne de evrilir. Neden olmasın?”  

“Neyse kuzum, senin bi açılıma ihtiyacın var demek ki. Nietzsche ne demiş -Kimi komşusuna kendisini aradığı için gider, kimi de kendini yitirmek istediğinden. -Hangisini istiyorsan o olsun.”

İlk zil çaldığında, pişman olur gibi oldu. Birer birer çıktı ayakkabılar, bazısı kapının dışında kaldı. “Ay lüften içeride çıkartın, olur mu öyle?” deyip dudağını ısırdı. Kendi evinin kapısının önünde ayakkabısını çıkartan kişiye söylenecek şey miydi öyle. Hepsi salonda kendilerini rahat hissedecekleri bir köşeye geçti. Biri koca deve tabanının yanındaki berjere, biri yerde duran büyük mindere, biri bacağını altına alıp L koltuğa, bir diğeri hemen onun yanına. Ayakta kalıp nereye oturacağını bilemedi biri. Acaba günün sonunda birbirlerinin ayakkabılarını giyip, empati kurabilecekler miydi? 

“Bu kısır neli böyle?”
“Kinoadan yapıyorum ben Belma Hanım. Daha az kalorili, daha sağlıklı diye.”
“Hımmm.”
“Değişik.”
“Afiyet olsun.”

Belma, diğerlerinin gözünün içine baktı, cesaret bulamadı olumsuz bir şey söylemeye. 

“Ay hiç fena değil ayol, gözünü sevdiğim orijinal kısırın tadı ayrı tabii de. Bu da bi hoş olmuş.” dedi Damla. 

“Sütümü acılaştırır mı ki? Zaten bebek çok gazlı.”
“Yok canııım, ne alakası var ye gitsin.” dedi Damla ikinci tabağını alırken.

“Arkadaşlaaaar kimin şarabı bitti? Tazeleyeyim mi?” saat akşam üstünün derinliğini gösterirken, sohbet koyulaşmış, ilk başta şaraplı toplantılara alışkın olmayan apartman sakineleri, giderek açılmış, hafiften çarpılmaya başlamışlardı. Pek öykü konuşulmamıştı şu ana kadar ama olsundu, daha bunlar ısınma turlarıydı. 

Saatler ilerleyip, evlilerin whatsapp’ları yanıp sönmeye başlayınca, hafif huzursuz kıpırdanmalar başladı. “Eh kalkalım artık, öykü de konuşamadık ama güzel oldu, güzel.”

“Ay bebeği anneme bırakmış olmasam daha kalırdım da, bekler kadın.” dedi Emel.
“Bizimkiyle aramız limoni, ben de kalkayım.” dedi Sibel.
“Yemeğim de yok zaten, gidelim.” dedi Belma.
“İstanbul İstanbul olalıııı hiç görmedi böyle sohbet” dedi Sezenkolik Damla.
“Öyküleri biriktirelim, Müge Anlı’da ne öyküler var ne öyküler…Bi sonrakine başlarız artık.” dedi Aslı. 

Elvan Hanım’ı biraz durgun gördü Nehir. Hemen gözlerindeki bulutu dağıtmak istercesine atladı…

“Tabii canııım, günler torbaya mı girdi? Bi sonrakine kimdeyiz?

İllüstrasyon: Beste Köker


Devamını Oku

Müsilaj

Müsilaj
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Arayan kimdi Mahmut?”
“Hiç kimse…”
“Nasıl hiç kimse?”
“Bankadan arıyorlar Fazilet.”
“Eeee ne diyorlar?”
“Boş ver sen takma kafayı.”
“Bak sonra bir arıza çıkmasın yine?”
“Merak etme seeen….” 

Fazilet’in anksiyeteli bakışlarını sırtında hissederek kapının önünde ayakkabılarını giymeye koyuldu. Aldı keratayı eline, yüzünü kapıya döndü ki, gözler karşılaşmasın, birbirine soru sormasın. Muhtemelen Fazilet, iki eli belinde, kafasının üstünde soru işaretiyle öylece duruyordu girişte. Hiç arkasına bakmadan, keratayı portmantoya astı, fırladı.

“Mahmut abi naaptın kredi işini?”
“Sus sus Burak. Bulamadım daha ödeyecek miktarı. Yengen duymasın sakın.”
“Yok abi, benden çıkmaz. Ama napacaksın, bu son radde demiştin, eve icra falan gelmesin.”
“Ağzından yel alsın be çocuk. Bakalım, Allah büyük.”

Çayını karıştırırken düşünüyordu. Banka mı, banka olsa keşke. Şeker ezildi, dağıldı, tavşan kanının içine yayıldı. Bir gram bile kalmasa da, karıştırmaya devam etti hırsla Mahmut. Burak’a bile yalan söyler miydi insan. Hay böyle talihin ta içine. 

“Nevzat Bey, çok rica ediyorum. Biraz daha müddet verin. Eşim, çocuklar… Perişan oluruz. Bulacağım. Borcum borç.”
“Mahmut, Mahmuuut. Ben Hilali Ahmer Cemiyeti miyim? Neyim ben ha? Ermiş miyim, derviş miyim. Sana demiştim, bizde bu işlerin şakası yok, git bankadan al demiştim sana.”
“Alamadım Nevzat Bey, biliyorsun alamadım. Vermediler deyyuslar.”
“Onlar vermedi, ben verdim işte. Eee benim de çoluğum çocuğum var Mahmut. Benim de param kıymetli Mahmut.”
“Pazartesiye bulacağım. Bi akraba var, kodaman. Hali vakti yerinde. Ona gideceğim son çare. O verir.”
“Eeyy Mahmut Kardeş, valla verdi verdi, çok hayırlı olur. Yoksa çat, kırarız kalemi, yazık olur.”

Arka arka çıkmaya çalıştı odadan Mahmut. Siyahtı oda. Nesi siyahtı çok aklında kalmadı. Aklında bi siyahlık. Bi de Nevzat hergelesinin dişindeki seramik beyazlık.

Denizin kıyısında, müsilajın boğduğu lağım rengine baktı. 

Lan Mahmut, yine sıçtın her şeyin içine. Temizle temizleyebilirsen. O öküze gidip para istemek mi, yoksa Nevzat’a teslim olmak mı. İki ucu boklu değnek. Bi boka yaramadın şu hayatta. Bi dükkanı çeviremedin. Tüüüü sana! At şurdan kendini aşağı deseler, onu bile yapamazsın.

Yavru kaniş koşa koşa gelip paçasına yapıştı. Sahibi, tasmayı çekti. “Fifi gel kızım…”

Lanet küçük it! O bile benim paçama yapıştı.

Uykusuz bir geceye daha doğru düşük omuzlarıyla yollandı.

İllüstrasyon: Beste Köker

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.