34,2600$% 0.31
37,6244€% -0.44
45,0038£% -0.05
2.916,27%0,02
2.645,61%-0,38
9.109,34%2,37
Yaşlandın artık bırak şu oyunu, diye seslendi. Yüzünü tuhaf bir biçimde buruşturmuş, hoşnutsuzluğunu göstermeye çalışıyordu. “Yok, yani artık genç filan değilsin. Atlamak, zıplamak bize göre değil. Allah muhafaza düşecek bir daha kalkamayacaksın” dedi ve birlikte oturduğumuz pastanenin önündeki açık havada oturulan masadaki çayından bir yudum aldı. “Ama abi bak,” deyip sözümü sürdürmek isterken ağzı içtiği çaydan yanmış gibi telaşla ve bağırarak “Yahu oğlum anlasana,” dedi. “Biz senin iyiliğini istiyoruz. Eskiden iyi top oynardınız. Biz de sizleri izlemeyi severdik. Şimdi artık yaşınız elliyi geçti. Hala kendinizi genç mi sanıyorsunuz?”
Düşündüm haklıydı. Artık genç değildik. Üstelik her yapılan maç sonrasında vücudumdaki bütün kemikler dağılmış gibi bir haftada kendime gelemez olmuştum. Bel ağrıları ve diz ağrılarından dolayı ufak tefek yaralanma acılarını hiç hissetmiyor ancak açıp bakınca fark ediyordum.
Elimdeki çay bardağından bir yudum aldım. Ben etrafı seyretmeye başlarken o konuşmasını sürdürüyordu. Konuştuklarının doğruluğunu biliyor, ama dinlemek istemiyordum. Çevremde dolanan insanları keşfetmeye çalışır gibi tek tek incelemeye başlamıştım. Kafamı kurcalayan düşüncelerden kurtulmak için çoğunlukla insanları izlemeye koyulur, kendimi evrenin üzerindeki bir pencereden izleyen gözlemci gibi düşüncelerimden sıyrılıp giderdim. Şimdi o pencereden bakıyordum. Daha önce gördüklerim, görmediklerim, tanıyıp konuştuklarım her biri kendilerini gözlediğimi fark etmeden bir hareketin içinde koşturuyorlardı. Hepsinin ayrı ayrı telaşları vardı. Biri caddenin üst yanından gelen otomobile aldırış bile etmeden kulağına dayadığı telefonla karşıya geçmeye çalışıyordu. Duruma kızan sürücü ise ellerini havaya kaldırıp ya-sabır çekiyordu. Bir diğeri elindeki faturayı arkadaşına gösterip kızgın bir ifadeyle belli ki hesap sormaya gider gibiydi. Karşı kaldırımın kenarında içtiği sigaranın dumanını bir baca gibi havaya savuran adam belli ki birini bekliyordu. Hayatlarının büyük bir bölümünü tüketmeye adamış gibi kilolu kilolu genç kızlar, ayrı bir jargonla farklılıklarını sergilemeye çalışan erkek çocukları etrafındakileri hiç umursamaz bir tavırla geziniyorlardı.
Meydanın yanındaki marketten alış verişten dönen kadın sanki aldıklarını değil hayatın yükünü taşıyormuşçasına mutsuzdu. Meydanın pastane tarafındaki kenarını boydan boya kaplayan çardakta oturanların çoğu yaşlıydı. Ellerindeki eczane çantalarıyla çardağın direkleri gibi birbirlerine dayanarak zaman geçiriyorlardı. Az ötede şehrin sembolü olan tabelanın önünde oturan genç anne öyle koyu bir sohbete dalmıştı ki ileride birikmiş güvercinlere doğru paytak paytak yürüyen çocuğundan habersizdi. Yaklaştığı güvercinlerin bir kısmı havalanıyor, bir kısmı da havalanmak istemezmiş gibi çocuğun ayağının altında kalmamak için hızlı hızlı yürüyor, kaçacak yer kalmayınca da birkaç adım ileriye tekrar konuyordu. Güvercinlerin uçarken çıkardıkları hava sanki çocuğun yüzüne değer gibi çocuk önce duraksıyor, yaşadığı hazzı tekrar yaşamak istercesine bu kez daha aceleci adımlarla onları kovalıyordu. Meydanda bir tek o ve güvercinler varmış gibi hiçbir şey umurunda değildi çocuğun. Gördüğüm tüm insanların içindeki tek mutlu insan bu çocuktu. Annesinden giderek uzaklaşıyor, her uçan güvercinin kanadındaki havayı hissetmeye çalışırcasına, güvercinler gibi çırpınıyordu.
Hüseyin Ağabey;
-Hocam çayları tazeleyeyim mi? dediğinde Cahit Ağabey, benim masayla alakamı kesip daldığımı görünce sustu. Hüseyin Ağabey’e “Sen bize iki çay daha kap getir,” dedi.
Ben ise okulda yoğun geçen sabahın yemek için geldiğimiz öğle aralarında yaptığım on beş dakikalık şekerlemeden uyanır gibi kendime geldim. Anlatmış olduklarından dolayı üzülmüş olduğumu düşünerek;
-Yanlış anlama… Hâlâ sizleri izlemekten çok keyif alıyorum. Şu küçük kasabada hayatımıza renk katacak kaç olay yaşıyoruz ki? Belki de senin yaptığın en doğrusu, dedi. Masada bir süre sessizce oturduk. Hüseyin Ağabey’in getirdiği çayları hiç konuşmadan yavaş yavaş içtik. Hava daha dışarıda oturulacak kadar ısınmamıştı. Ellerimizi bardağın sıcağında ısıtıyorduk ama dizlerimiz ve ayaklarımız ılık bahar günlerinin özlemi içindeydi. Her ayrı şeyde başka şeyleri hayal eder olmuştuk. Daha çok da geçmişi özlüyorduk. İçinde olduğumuz yaşam bizi öyle biçimlendiriyordu ki seçtiğimiz her şeyin bir nedeni ve karşılığı olmalıydı. Böyle düşünmek bizi farklılaştırıyor, kendimiz gibi olmayanlardan uzaklaştırıyordu. Çocukken düşünmediğimiz birçok şeyi şimdi düşünmek ve bir nedene dayandırmak zorundaymışız gibi yaşamaya başlamıştık. Aslında dünyanın en güzel şeyi çocuk olarak yaşayabilmekteymiş meğer. İşte bu yüzden meydandaki tek mutlu kişi güvercinlerin peşinden koşan çocuk diye iç geçirdim.
İşte bu yüzden seviyordum oyun oynamayı. Tadını bildiğim bir duygudan bu yüzden kopamıyor, canımın yanmasından, oyun oynarken yaşadığımız bazı densizliklerden bile keyif alarak hayatın hengamesinden sıyrılıveriyordum.
Nazım’ın “Yaşama Dair” şiiri geldi aklıma.
Yaşamak şakaya gelmez
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela
yani yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden
yani bütün işin gücün yaşamak olacak, diyordu şair…
Yaşamın kendisi bir neden iken, yaşama dair her şeyde bir neden aramak bizi mutsuz kılmaktaydı. Yani nerede olursak olalım, hiç ölmeyecek gibi yaşamalıydık.
“Ne oldu, neden sustun” dedi. Sırtındaki yükü yerine ulaştıran bir hamalın rahatlığında “Boş ver!” dedim. Çaylarımızın bittiğini Hüseyin Ağabey’in bize doğru gelişinden anladım. “Kalkalım” dedim. Birkaç adım ileride ayrıldık Cahit Ağabeyle.
Küçük çocuğu annesi hatırlamış olacak ki, o da, çocukta artık ortalıklarda yoktu. Güvercinler çocuğun kendilerini koşturmasından yorulmuşçasına, meydandaki yaşlıların ağırlığında sakince yürüyüp yiyecek topluyorlardı. Taştan büyük bir yığın gibi çirkin görünen bu meydanın en güzel görüntüsü aslında bu kuşlardı. Çünkü doğaya ve doğallığa ait bir tek onlar vardı. Bu koca meydanda ağaçlar bile kendi yaşam alanları olan topraktan koparılmış, kutulara hapsedilmişti. Bu yüzden gölgeleri yoktu. Kokuları yoktu. Hiç çiçek açtığını gören de olmamıştı. Onlar da sevmiyorlardı benim gibi bu meydanı. Bir tek kenardaki çardakta oturan yaşlılar seviyordu. Çünkü kendileri gibi yalnızdı bu meydan. Kenarları hayat dolu gibi kalabalık olurdu ama ortası nedense hep böyle koca bir gölün ortasındaki kaya gibi yalın ve çıplaktı.
Cahit Ağabey’den ayrılınca bu kez meydanın kenarından gitmektense ortasından, yani güvercinlerin yanından gidebilmek için çocuk telaşıyla yürümeye başladım. Güvercinlerin yanına geldiğimde ayağımın dibinden havalanan her bir güvercinin kanat rüzgarlarını yüzümde hissedip, başımı gökyüzünün sonsuz boşluğuna doğru çevirdim. Artık meydandaki mutlu çocuk bendim. Sonra içimden sesiz bir çığlıkla haykırdım;
“Yaşamak güzel şey be kardeşim!”
Macit Yılmaz ‘dan bir öykü: İNSANAT BAHÇESİ
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.