Macit Yılmaz ‘dan bir öykü: İNSANAT BAHÇESİ

Derenin kenarlarını çevreleyen demirler pas tutmuş, evlerin önlerine çöpler savrulmuş, dışarıda unutulmuş gibi duran eşyalarla her şey birer hayalete dönüşüvermişti.


Evlerin bacalarından gümüş rengi çizgilerle kıvrıla kıvrıla dumanlar yükseliyordu. Ağaçların eğik ve yorgun dalları hala sonbahardaymışçasına cılız yapraklarıyla uyanmaya çalışıyor; yaprakların yeşil mi, yoksa sarı mı olduğu ayırt edilemiyordu.

Yakındaki meyve ağaçlarından birkaçı çiçek açmasa Nisan ayında olduğumuz anlaşılmayacak kadar bahara uzak bir mevsim yaşanıyordu. Bahar insanlara, çiçeklere, ağaçlara, kuşlara; velhasıl yaşayan her türlü mahlukata küsmüş, yüzünü göstermek istemezmiş gibi kışın kasvetli günlerini aratmıyordu.

Yıpranmış, delik deşik sokakların yağan yağmurla su dolu çukurları, çal çamur olmuş kaldırımları insanın ruhuna sıçrıyor, bacalardan çıkan dumanın gökyüzünde kaybolması gibi zaman silinip, yitip gidiyordu.

Her zaman güneşin doğuşuyla başlayan ve geç saatlere kadar devam eden araçların homurtulu sesleriyle dolu olan cadde artık sessizdi. Telaşla okula, işe giden insanların yerini meydanı boş bulan martıların çığlıkları doldurmuştu. Geçmiş günlerde yerde bulduğu yeme yaklaşamadan korkup kaçan serçeler uzak dallarda değil, insansız kalan boş sokakların müdavimi gibi sakin ve şimdi yerlerdeydi. Kaldırım kenarlarına park edilmiş araçlar, üzerindeki tozların yağmurla çamurlaşmasıyla paslı çöp konteynırlarını andırıyor, bir daha hiç çalışmayacakmış gibi istasyon kenarına çekilmiş sıralı vagonlar gibi bekleşiyorlardı.

Arzu, ihtiras ve ihtiyaçlarımızın evlere mahkum edilmesinin üzerinden yaklaşık dört hafta geçmiş, dışarıya çıkamamanın getirdiği bu benzersiz duruma yavaş yavaş alışmaya başlamıştık. Televizyonların her dakikası ülkede ve dünyada virüs nedeniyle hastanelere akın eden, tedavi gören insanların sayısı gibi hızla ilerliyordu. Hoyratça yarattığımız beşeri unsurlara karşılık doğa şimdi intikam alır gibi insanlığı kurduğu beton yığınlarının arasına sıkıştırmış, hesap soruyordu.

Dağlarda yiyecek bulamayıp, gecenin tenha saatlerinde şehrin kenarlarına karınlarını doyurmaya gelen çakallar şimdi sabahın ilk saatlerinin sessizliğinde bir sokak köpeği edasıyla gezinip insanat bahçesinin keyfini çıkarıyordu. Roller ve yaşamlar değişmiş, gözle görülemeyecek kadar küçük bir varlık sayesinde doğa her şeye üstün gelmişti.

Çatılardan süzülen yağmur sularıyla ıslanmış duvarlarına virüs bulaşmış gibi hastalıklı duran binaların neredeyse perdeleri bile korkudan kapatılmıştı. Islak kiremitli çatılara tokat atmak ister gibi çarpıp sonra aniden ters istikamete doğru savrulup giden bacaların dumanları olmasa nükleer santrali patladıktan sonra insansız bir kente dönüşen Çernobil’den pek farkı yoktu küçük kasabamızın.

Derenin kenarlarını çevreleyen demirler pas tutmuş, evlerin önlerine çöpler savrulmuş, dışarıda unutulmuş gibi duran eşyalarla her şey birer hayalete dönüşüvermişti. Oysa, daha önceki yıllarda derenin kenarındaki ağaçlardan hayat fışkırır, kaldırım kenarlarındaki çimenler çayırları andırır, hava karardıktan sonra deredeki kurbağaların vıraklamaları bir senfoni gibi sokağa ayrı bir hayat katardı. Yolun dışında kalan bahçe avlularının dipleri mor menekşelerle dolar, bahara özgü toprak kokusuyla harmanlanıp ruhları sarhoş ederdi.

Birçok döneme şahitlik eden yaşlı insanlar bile şaşkındı. O kadar çok şey görmüş ve yaşamışlardı ki, ama asla böylesine bir durumu ne yaşamış ne de duymuşlardı. Genç olanların ise içlerinde kocaman bir hayat büyürken sanki şimdi her şey yarım kalmış bir şiir gibi ölüyordu. İnsanat bahçesinin kalın duvarlarına herkes hapsolmuş, kendisinden koparılan her şey tekrar doğanın kendi malı olmuştu. Yaşanan korku insanları ele geçirip kişilikleri dahil yaşamın her alanını sınırlandırır olmuştu. Her şey öylesine kötü ilerliyordu ki, kimse bu işin nereye varacağıyla ilgili bir tahminde bulunamıyordu. İhtiyaçları karşılamak için dışarıya çıkmak dışında hiçbir şey düşünmeyenlerin yanında yaşamını sürdürebilmek için hastalıktan değil işsizlikten korkup işe gitmek zorunda olan insanların çelişkisinin yaşandığı bir ülkede yaşıyor olmak içinde olduğumuz vehametin büyüklüğünü daha da artırıyordu.

Uzaktaki pencerelerin birinin kenarında oturan Hamdi Bey, zayıflayan boynunda iyice belirginleşen adem elması, bir emme basma tulumba gibi gidip geldi. Zorla yuttuğu suyun ardından derin bir nefes alma ihtiyacı duyup bir ohh çekti. Pencerenin kenarındaki eski çekyat ile bütünleşmiş gibi duran yaşlı adam kendini başını koyduğu yastığa doğru çekerek doğrulmak istedi. Yardım almak için karşı tarafındaki eski model tahta kollu koltukta oturan oğlu Ekrem’e baktı. Oturduğu koltuğun bacakları kısa olduğundan dizleri karnına doğru çekili gibi gibi rahatsız oturan Ekrem elindeki telefona öylesine dalmıştı ki seslenip onu rahatsız etmek istemedi. Kendi başına kalkamayacağını anladığı için doğrulmaktan vazgeçti.

Hamdi Bey, sokağa çıkma yasaklarını ilk okul yıllarından hatırlıyordu. Onun da şahit olduğu 1945 yılındaki sayımda Türkiye’nin nüfusu on sekiz milyonu yeni geçmişti. Sonra da her zaman demokrasi diyerek aslında askıya aldıkları bu kavramlarla darbeleri, muhtıraları ve sokağa çıkma yasaklarını görmüştü. Ama böylesi bir durumu “hayal et” deseler bile hayalini kuramazdı.

Ekrem dışarıya çıkamayan anne ve babasının ihtiyaçlarını bırakmaya gelmiş, gelmişken de onlarla biraz zaman geçirmek istemişti. Daha çok da oturması için annesi ısrar etmişti. Çünkü en çok insana ihtiyaç duyuyorlardı artık. Kapılarını çalacak bir elin varlığı önemliydi onlar için. Yoksa virüs falan umurlarında değildi.

– Ne olacak yavrum. Virüs bize ne yapar? Biz yaşayacağımız kadar yaşadık, diyordu. 

Yüzü yere düşmüş endişeli bir sesle;

– Ama şimdi size eziyet oluruz. İşler bu durumdayken bizim cenazemiz bile ortada kalır, siz uğraşıp durursunuz, deyip içine çöken hüznün çaresizliğiyle bakışları güneşin denizden batışı gibi uzaklaşıp kayboldu. Sonra elindeki kağıt mendille terleyen alnını ve nemlenen göz yaşlarını silip tekrar Ekrem’in gözlerine doğru baktı. Onu üzülmesin diye sevimli bir tavır takınıp zorla gülümsemeye çalıştı.
Ekrem elindeki telefonu yavaşça cebine koyarken annesiyle babasını süzdü. Zamanın ne denli hızlı geçtiğini düşündü. Daha önceleri nasıl da her şey cıvıl cıvıldı. Kendini onların yanında oynayan bir çocuk olarak hayal etti. Sanki bir anda bir virüsle zaman donmuş ve birden her şey eskimiş ve yaşlanmıştı. Hatta kendi dahi yaşlanmış, nasıl olduğunu anlayamamıştı. Saatine baktı. Sanki gideceği yere geç kalıyormuş gibi aniden doğrulup “Ben gideyim.” dedi. Hamdi Bey yorgun gözleriyle onayladı. Hatice Hanım ağrıyan dizlerini tutarak doğrulup kapıya kadar uğurlamak istedi. Ekrem, “Anne sen kalkma, ben çıkarım. Herhangi bir şeye ihtiyaç olursa beni arayın,” dedi.

Ekrem merdivenlerden aşağıya doğru inerken sahip olup değerini bilemediği birçok şeyi tekrar düşündü. İçinde büyük bir eksiklik ve pişmanlık duygusuyla bahçe kapısına ulaştı. Kapıdan çıkmadan tekrar evin pencerelerine doğru baktı. Dışarıya bakan balkon ve arkasındaki pencerelerde kimse yoktu. İçini ezen duygu şimdi daha da ağırlaşmıştı. Çaresiz yüzünü sokağa çevirdi. Yaşadığı bu korkunç kafesi düşündü. Her şey anlamsızdı. 

(Nisan 2020 gecikmiş bir ilkbahar mevsimi)

[zombify_post]


0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir