DOLAR

35,8999$% -0.02

EURO

37,2997% -0.28

STERLİN

44,4811£% -1.03

GRAM ALTIN

3.308,71%0,14

ONS

2.869,81%0,26

BİST100

9.828,61%1,12

İmsak Vakti a 02:00
İstanbul PARÇALI BULUTLU
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Editör

Editör

26 Ekim 2024 Cumartesi

“Karikatür Estetiği” okurla buluştu

“Karikatür Estetiği” okurla buluştu
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Estetik cerrahiyi mizahla buluşturan kitap geçtiğimiz günlerde okurlarla buluştu. Karikatürist Emre Aksoy ve Dr. Çetin Duygu işbirliğiyle hazırlanan kitapta estetik cerrahi uygulamalarının birbirinden komik yönlerini anlatan karikatürler yer alıyor. 96 sayfalık “Karikatür Estetiği-1” kitabının önsözünde şu ifadeler yer alıyor:

“Dr. Gerr, yeni maceraları ile karikatürlere estetik katmaya devam ediyor! Estetik cerrahi alanında ülkemizin sayılı isimlerinden olan Op. Dr. Çetin Duygu’nun hayat verdiği, her gün sosyal medya kanallarından sevenleri ile buluşturduğu, mizah dünyasına farklı bir soluk getiren Dr. Gerr’in maceraları gördüğü ilgi nedeniyle kitap haline getirilmişti.

Dr. Gerr karakterine ve onun maceralarına olan ilgi nedeniyle hatıra değeri taşıyan “Karikatür Estetiği-1″ kitabı sizlerle buluştu. Bu kitabı okurken yüz kaslarınızda doğal bir askılama etkisi elde etmeyi hedefledik. Estetik dolu maceraları sizlerle buluşturmanın mutluluğunu yaşıyoruz.”

Dizi olarak planlanan “Karikatür Estetiği” serisinin ikinci ve üçüncü kitabının ise yakında yayımlanacağı bildirildi.

Devamını Oku

T3R5 MAHALLE 13: GÜZEL NE GÜZEL OLMUŞSUN BAŞIN KESİLMEYİ KESİLMEYİ

T3R5 MAHALLE 13: GÜZEL NE GÜZEL OLMUŞSUN BAŞIN KESİLMEYİ KESİLMEYİ
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Medeniyetlerden bir medeniyet, beyliklerden bir beylik, yüzyıllardan bir yüzyılda günlerden bir gün, T3R5 mahalleye gezici bir Kıssalı Harikalar Kumpanyası geldi. T3R5 mahallede bulunan ve şimdiki zamanda kimsenin umursamadığı arsa, o devirde çadırları ile konaklayan Türk boyuna yaylak olmuş çayırlık çimenlik bir alandı. Kıssalı Harikalar Kumpanyası devasa gösteri çadırı ile aşçılar Halil ve İbrahim’in gözü gibi bakıp koruduğu sofra ve erzak çadırlarının yanında kurulmuş onlarca çadır ile otağını hep bu alana kurardı.

Kumpanyayı her göçtüğü yerde takip eden muharrirler Yusuf, Mahmut ve Ömer HayAllam ve hikâyeci Dedem Korkut birbirlerini yüz yılda bir gördükleri için bir araya gelince hasbihâl ederlerdi. Yolu oralardan geçen gezgin bir Tersiya Çelebi’yi aralarına aldıklarında ise sorularını sabırla cevaplarlardı:

Tersiya Çelebi: Sen kimsin?
Yusuf: Yusuf diye çağırırlar adımı.
Tersiya Çelebi: Soyadın da Has Hacip değil mi? Allah’ım Kutadgu Bilig diye bir kitap yazacan di mi? Abi yazma. Gözünü seveyim yazma.
Mahmut: Ben de kitap yazıyorum. Sen bunca gezersin de gördüklerini yazmaz mısın ey gezgin?
Tersiya Çelebi: Sen kimsin, nerelisin gardaş?
Mahmut: Mahmut derler bana. Kaşgarlıyım.
Tersiya Çelebi: Yandı gülüm keten helva.
Mahmut: Yazığım kitabın adı Dîvânu Lugâti’t-Türk.
Tersiya Çelebi: Alp Er Tunga öldü mü sen hele bunu bir söyle bana. Öldü mü ölmedi mi? Bu ağıt kime yakıldı? Bir de şuna Büyük Türkçe Sözlük filan diye isim ver Allah aşkına.
Mahmut: Yapılacak bir şey yok. Dîvânu Lugâti’t-Türk hazırlandı. Papirüs Dağıtım Fezlekesi- PDF formatında ‘g-mail’ has Türkçesi ‘güvercin-posta’ olarak el yazması yazıcılarına yollandı oğul. Ciltlenince tüm Türk illerine ve diyarlarına yollanacak.
Tesiya Çelebi: Ulan Hababam Sınıfı’nda Mahmut Hoca’dan çektik, edebiyat sınıfında Kaşgarlı Mahmut’tan! Nedir lan eyy Türk gençliği olarak sizden çektiğimiz? ‘Seyahat yâ Resulallah’ deyip, doğuda, batıda, güneyde, kuzeyde, yedi iklim on sekiz padişahlık gezdim. Bu yazacağınız kitapları okumaya çalışırken çektiğim eziyeti hiçbir yerde çekmedim.
Dedem Korkut: Bamsı Beyrek’ten Kan Turalı’ya kadar ne hikâyeler anlattım, senin kadar mızmız bir gezgin görmedim. Adam yazmış sen de okuyacaksın elbet! Okuyacaksın ki tarif tekerrürden ibaret olmasın!
Tersiya Çelebi: Tekerrürden ibaret olan tarih değil miydi ey Dedem Korkut?
Dedem Korkut: Tarih zaten hep tekerrür edecek. İş, tarifleri tekrardan kurtarmak. Hadi kalk çadırımızı kur da bir işe yara ey tersinden kalmış Tersiya!

Böylece çadırlarını kurup kumpanyadakilerin marifetlerini sergilemelerini dört gözle beklerlerdi. Yazacakları kitapların ileride, lise bir edebiyat dersi müfredatı adı altında, bu Türk boyunun torunlarının torunlarının başına bela olacağını nereden bilebilirlerdi?

Kıssalı Harikalar Kumpanyası’nda, sırtında kopuzu ile diyar diyar gezen ozanlar, güce boyun eğmeyen halktan yana olup oyun bozanlar, borazanı olmayıp ağaların beylerin, hakkı yenen kimsesizlerin hakkını savunan derbederler vardı. Bu ozanlar soyladıkları maniler, türküler, ağıtlar, koşmalar, bozlaklar ve semailer sayesinde haksızlığa, her kime yapılırsa yapılsın, baş kaldırmaları ile meşhurdular. Türküleri besteleyen saz ustalarının sazlarından çıkan nağmeler sayesinde bu başkaldıran deyişler yöreden yöreye obadan obaya yayıldı. Bu nağmeler, onlara sesleriyle can veren hanendeler sayesinde de dilden dile belden bele yelden yele eserek halkın arasında duyuldu.

Kumpanyanın aşçıları Halil ve İbrahim, temaşa sanatı icracıları için önce kocaman bir ateş yakmış ve bu ateşin etrafına yer sofrası kurmuşlardı. Kumpanyadaki tüm sanatçılar ateşin etrafında toplanmışlar bir yandan Halil ve İbrahim’in sofrasında yemeklerini yerlerken bir yandan da terennüm ediyorlardı. Issızdan gelen yavru bir karaca birden ürkek ürkek yanlarına sokuldu. Ateşin başında oturan ozanlar “Yanımıza sokulan bu karacaya ne isim versek?” diye sorup soruşturmaya başladılar. İçlerinden biri, “Madem hepimiz burada cem olmuşuz, bu karacanın adı Cem olsun,” dedi. Diğerleri de bu pek âlâ fikri beğenip kabul ettiler.

Bir de baktılar ki bu sofraya sıra sıra insanlar gelip sofranın ucuna ilişmekteler. Ak kiraz ağacından sazını eline almış bir Sabahat, çiçekli yaylalardan sesi yankılanan bir Ali Ekber geldi. Ak kalesi olan diyarlardan bir Belkıs, taştan kemerli köprüsü olan ilden bir Mükerrem geldi. Sağ salim vardığına sevinen bir Arif, sulardan geçerek gelen bir Ruhi geldi. Haksız yere hak almayanlar diyarından bir Orhan, ak bayramlar kutlanan illerden bir Edip geldi. Bağlarına canı gibi bakan memleketten bir Selda, kaya gibi sert dağları olan coğrafyadan bir Ahmet geldi. Erlerinin oğullarıyla meşhur bir yerden bir Musa, âşıkların, yarların, senar’ların pek çok olduğu bir diyardan bir Müzeyyen geldi. Levent gibi güçlü kuvvetli delikanlıların arasından bir Haluk, derelerden, denizlerden, adrian’lardan çağlayarak bir Cem geldi. En sonunda Erzincan denen diyardan bir Erdal, Livane illerinden bir Zülfü ile Sivas ellerinde sesi kesilemeyen akarsulardan çağlayan bir Muhlis geldi ve ozanların divanında yerini aldı.

Ateşin başında oturan ozanlardan Dadaloğlu namlı ozan, sazı elinde olmasına rağmen az ötede oturup meclise yanaşamayan adama hitaben seslendi:

Dadaloğlu: Sen de gelip bizimle ateş başında otursana ey mahzun adam!
Mahzun Adam: Koyun oldum kuzum ile meleştim. Bir sürüye katamadım ben beni.
Kayalardan Ahmet: Bir sürüye katamadım ben beni. Ne güzel söyledin ey yolcu.
Karac’oğlan: İsmin nedir ey yolcu? Söyle derdini de deyiverelim nedir derdinin ilacı?
Mahzun Adam: Mahzuni Şerif’im dindir acını. Bazen acılardan al ilacını. Pîr Sultanlar gibi darağacını. Bilmem boylasam mı boylamasam mı?
Pîr Sultan Abdal: Sen kimsin bre izansız? Ne dilersin hakkımda izinsiz?
Yunus Emre: Ne dilersen haktan dile. Kılavuzla gir bu yola. Bülbül âşık olmuş güle. Öter Allah deyu deyu.
Sulardan Ruhi: Yunus’um iznin olursa bu deyişi de sazımla ben deyivereyim.
Yunus Emre: Hakk’a âşık olan kişi. Akar gözlerinin yaşı. Pür nur olur içi dışı. Söyler Allah deyü deyü. Deyiş benden çıkmıştır gayrı. İzin Hak’tandır.
Karac’oğlan: Sakin ol Pîr Sultanım. Darağacı varsa kaderinde boynun kıldan ince. Mahzuni’nin bu sözünden güzel mâni olur. Adın bundan sonra Âşık Mahzuni Şerif olsun. Gel sen gel ateşin başına.
Âşık Mahzuni: Mâni olman yazayım da şu Ahmet’e vereyim. Sesi pek gürdür. Bir güzel bulur, ona okur türküleri.
Kayalardan gelen Ahmet: Dağlarımda zulüm var lo gidemem yar peşine.
Dadaloğlu: Dağlardaki zulüm bitmez m’ola?
Kayalardan Ahmet: Ol zamandan şol zamana hiçbir şey değişmeyecek. Poşu çıkacak, kravat gelecek. Cepken çıkacak, ceket gelecek. At gidecek, araba gelecek. Silah gidecek, para gelecek. Ama eşkıyalık aynı kalacak.
Dadaloğlu: Hakkımızda devlet etmiş fermanı. Ferman padişahın dağlar bizimdir!

Herkes büyük bir huşu içinde ozanları dinlerken Cem ismini verdikleri karaca genç bir delikanlıya dönüşerek dile geldi.

Cem namlı Karaca: Ey Dadaloğlu’m! Hakkımızda devlet etmiş fermanı, ferman padişahın dağlar bizimdir dediğin, bir gün kavga kurulur, öter tüfek davlumbazlar vurulur, nice koç yiğitler yere serilir, ölen ölür kalan sağlar bizimdir dediğin deyişini müsaadenle ben söylemek isterim.

On yedinci yüzyılda bir erkek yavru karacanın genç bir delikanlıya dönüşmesi sıradan olarak karşılanırdı. Hatta o günden bin yıl kadar önce, yedinci yüzyılda, kırklı yaşlarında bir erkek bir mağarada duyduklarını ona söyleyen kişi için melek gibiydi demişti ve mağarada duyduklarını kendisini dinleyenlerden okuma yazma bilenlere el yazması kitap olarak yazdırıp bu kitabı çeşitli dağıtım yollarıyla dağıttıktan sonra bir sürü mürit bile edinmişti.

Birkaç deyiş sonra ateşin etrafına toplanmış bu sazendelerin arasına kim bilir nereden göçmüş gelmiş bir güvercin kondu. O sırada ateşli ateşli atışmakta olan ozanlar sulh ederek sustular. “Kanatlarının renginden bellidir, Karamanlıdır bu güvercin. Karamanço derler bunlara,” dedi biri. “Geldiği Karaman illerini pek sever ama göçmek zorunda kalmıştır.” “Madem bizi sulhe davet etti, ismi Barış olsun,” dedi biri. “Ama kara demeyin buna, kara haber tez duyulur demesin, sadece Manço deyin,” dedi öteki. Mançolu Barış oldu güvercinin adı. Pîr Sultan Abdal ise hemen göçmen kuşlar üzerine deyiş söylemeye başladı:

Pîr Sultan Abdal: Şu karşı yaylada göç katar katar. Bir güzel sevdası serimde tüter.
Mançolu Barış: Bu ayrılık bana ölümden beter. Geçti dost kervanı eyleme beni. Elin eteğin öleyim Pîr Sultanım. Bu deyişi bana lütfediver.
Pîr Sultan Abdal: Mançolu Barış benim deyişimi söylerse, elbet yediden yetmiş yediye herkes dinler. Müsaade Hak’tandır, söylemek senden.

Derken gözleri âmâ amma gönül gözü gören bir ozan meclise yanaştı.

Âşık Daimî: Ben tanırım bu ozanı. Veysel’dir adı.
Kul Himmet: Ey Veysel sen nerden gelir nere gidersin?
Veysel: Uzun ince bir yoldayım. Gidiyorum gündüz gece.
Yunus Emre: Eyice misin ne haldasın?
Veysel: Bilmiyorum ne haldayım. Gidiyorum gündüz gece.
Nesimi: Güzel dersin de kaç zamandır dersin? Kaç yaşındasın?
Veysel: Kırk dokuz yıl bu yollarda. Ovada dağda çöllerde. Düşmüşem gurbet ellerde. Gidiyorum gündüz gece.
Nesimi: Veysel yetmez, Âşık Veysel densin bundan gayrı.
Veysel: Dünyaya geldiğim anda. Yürüdüm aynı zamanda. İki kapılı bir handa. Gidiyorum gündüz gece.
Adrianlardan Cem: Müsaade varsa ey Âşık’ım bu deyiş beni gönlümden yaraladı. Bu deyişi de ben okumak isterim.
Âşık Veysel: Şaşar Veysel iş bu hale. Kâh ağlayı kâhı güle. Yetişmek için menzile. Gidiyorum gündüz gece.

Uzak bir çadırın önünde kopuzunu yavaş yavaş tıngırdatmakta olan ozanı ateşin başına davet ettiler.

Dadaloğlu: Nasıl geldin buralara ey ozan?
İsimsiz ozan: Bahça duvarından aştım. Sarmaşık güllere dolaştım.
Kul Himmet: De bakalım derdin nedir?
İsimsiz ozan: Sinamda gizli yaramı kimse bilmiyor. Heçbir tabip yarama merhem olmuyor.
Daimî: Demek aşk acısı çekersin. Kimdir acep uğruna türküler yaktığın yârin?
İsimsiz ozan: İnce belinden yârim. Datlı dilinden yârim. Bir hatıra ver bana. Zülfün telinden yârim.
Karac’oğlan: Cismi eyvallah da ismi yok mudur bu yârin?
İsimsiz ozan: Kaşların kara kara da amanın Leyla, Leyla.
Erzurumlu Emrah: Meğer bu ozan da kavuşamazmış ya sevdiceğine!
İsimsiz ozan: Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca. Akar can özümde sel gizli gizli. Bir tenhada can cananı bulunca. Sinamı yaralar yar oy dil gizli gizli.
Dadaloğlu: Sen nasıl güzel kopuz çalıyorsun böyle behey ozan!
Pîr Sultan Abdal: Çalarken de etrafına neşe saçıyorsun.
Yunus Emre: Senin adın Neşe olsun.
İsimsiz ozan: Biraz hatun adı gibi oldu emme n’eylerim emir böyle böyük yerden gelincesi boynum kıldan incedir.
Dadaloğlu: O zaman isminin sonuna sert bir ünsüz gelsin. Sen de ünsüz gibi yaşa ama ünün dağlara taşlara, yedi iklim dört bucağa yayılsın. İsmin Neşet olsun!
Neşet: Ulu arıyorsan analar ulu. Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu. Analar insandır biz insanoğlu.

İsimsiz ozan da ismini bulunca diğer ozanlar başladılar birbiri peşi sıra maniler düzmeye. Temaşa başladı. Ateş büyüdü. Kumpanya, sazıyla sözüyle seyredenlere muazzam bir gösteri sunmaya başladı. Bunun üzerine muharrirler Yusuf, Mahmut, Yusuf ve Ömer HeyAllam, hikâyeci Dedem Korkut ve gezgin Tersiya Çelebi ellerine kamıştan kalemlerini alıp gördüklerini parşömenlere döşemeye başladılar. Elinde sazı olan sazendeler bu manilere nağme düzmeye başlayınca artık gören gözle gönül gözü bir oldu, gözyaşları testilerden dökülen şarap damlaları gibi aktı da aktı.

Pîr Sultan Abdal: Gurbet elde bir hal geldi başıma. Ağlama gözlerim Mevla’m kerimdir.
Hakalmazlardan Orhan: Derman ararken derde düş oldum. Ağlama gözlerim Mevla’m kerimdir.
Daimî: Daimîyem her can ermez bu sırra. Eyüp sabır ile çıktı Mısır’a.
Akkirazlardan Sabahat: Koyun oldum ağladım ardın sıra. Bu da gelir bu da geçer ağlama.
Karac’oğlan: Üryan geldim gene üryan giderim. Ölmemeğe elde hey dost dermanım mı var?
Livane illerinden Zülfü: Azrail gelmiş de can talep eyler. Benim can vermeye hey dost dermanım mı var?
Erzurumlu Emrah: Tutam yar elinden çıkam dağlara dağlara.
Kemertaşlardan Mükerrem: Ola’m bir yareli bülbül. İne’m bağlara bağlara.
Nesimi: Nesimi’ye sordular ki yârin ile hoş musun?
Senarlardan Müzeyyen: Hoş olayım olmayayım o yâr benim kime ne. Ah Haydar Haydar o yâr benim kime ne.
Âşık Mahzuni Şerif: Sen anandan ben babamdan ağa doğmadık dostum.
Akbayramlardan Edip: Gel beraber yaşayalım sanma ki sana küstüm. Yandım yandım ayrı gezme etme gardaş n’olur n’olur n’olur n’olur.
Kul Himmet: Kul Himmet üstadım gelse otursa hey can otursa. Hakkın kelamını yârin dile getirse.
Çiçeklerden Ali Ekber: Dünya benim deyi zapta geçirse. Karun kadar malın olsa ne fayda. Olsa ne fayda.
Pîr Sultan Abdal: Ötme bülbül ötme. Şen değil bağım. Dost senin derdinden ben yana yana.
Leventlerden Haluk: Tükendi fitilim eridi yağım. Dost senin derdinden ben yana yana. Haydar, Haydar, Haydar ben yana yana.
Karac’oğlan: Be felek senin elinden hem yanarım hem ağlarım. Gece gündüz ağlar gözüm başımı döğer ağlarım.
Erzincanlardan Erdal: Çağırırım gani deyi. Gel ağlatma beni deyi. Kimi görsem seni deyi. Yüzüne bakar ağlarım.
Âşık Veysel: Güzelliğin on par’etmez. Bu bendeki aşk olmasa.
Akkalelerden Belkıs: Eylenecek yer bulamam. Gönlümdeki köşk olmasa.

Hepsi gözleri kapalı ama gönül gözleri açık, çalıp söylemekte iken erzak çadırından bir gürültüdür koptu.

Halil ve İbrahim birlikte ünlediler: Erzak çadırını talan etmişler ey erenler!
Âşık Mahzuni Şerif: Yuh yuh soyanlara! Soyup kaçıp doyanlara! İnsana kıyanlara! Yuh nefsine uyanlara!
Bağcanların Selda: Bu kadar milletin hakkın alanlar. Onları kandırıp zevke dalanlar. Diplomayla olmaz hâkim olanlar. Suçsuzun başına çöktüm ise yuh!
Pîr Sultan Abdal: Sivas ellerinde sazım çalınır. Çamlı beller bölük bölük bölünür. Yardan ayrılmışım bağrım delinir. Kâtip arzu halim yaz yâre böyle.
Sesi kesilemeyen akarsulardan Muhlis: Sivas ellerinde ömrüm çalınır. Kor yürekler bölük bölük bölünür. Dosttan ayrılmışam bağrım delinir. Kâtip arzuhalim yaz şaha böyle.

Derken ozanlar divanına bir turna kuşu geldi kondu. Ürkek hayvan etrafına şöyle bir bakındı. Sonra tam havalanacağı anda Daimî turnaya seslendi:

Daimî: Gitme turnam gitme. Nerden gelirsin? Sen nazlı canana benzersin turnam.
Sağlardan Arif: Her bakışta beni mecnun edersin. Gönülde mihmana dost, benzersin turnam.
Turna kuşu ateşin etrafında yedi kere döndü, döndü ve sonunda bir hatun kişiye dönüştü.
Hatun kişi: Gidemem Ey Daimî gidemem. Öte dünyalara gittim ki gelemem. Ben nazlı canana benzerdim Ey Ozan! Her bakışta seni mecnun ederdim Ey Ozan! Gönülde mihmana benzerdim Ey Ozan!

Fakat bu hatun kişinin ne bir yüzü ne bir ağzı ne de dişleri vardı.

Yüzsüz hatun: Yüzüm yoktur. Çünkü yüzsüzler tarafından öldürüldüm. Yaşım yoktur. Çünkü her yaşta öldürüldüm. Ağzım yoktur çünkü konuşsam dinlemezler, bağırsam duymazlar, feryat etsem tınlamazlar. Dişim yoktur çünkü dişli birileri yok arkamda. İbrahim’in İsmail’ine inen koç hiçbir zaman inmedi bana.
Akarsulardan Muhlis: Bir kötünün hasetinden ahından, tutuştu her yanım yandı ha yandı.
Yüzsüz hatun: Âşık oldum dedi mah cemalime, aşkından her yanım da yaktı ha yaktı! Ben hep kurban edildim. Recmedildim. Yakıldım. Yıkıldım. Kesildim. Bıçaklandım. Kurşunlandım. Dalgalandım da durulamadım. Yüksek binalardan atıldım. Çuvala kondum. İkiye bölündüm. Başım kesildi.  Surlardan atıldım. Eğer ruhumda kanatlarım olmasaydı buraya kadar da uçamazdım. Benim yüzüm gibi adım da yoktur amma Münevver’dir, Güldünya’dır, Şule’dir, Özgecan’dır, Pınar’dır, Güleda’dır, Narin’dir, Rabianaz’dır, Sıla Bebek’tir, Ayşenur’dur, İkbal’dir benim adım.
Akarsulardan Muhlis: Ey gün yüzlüm ay yüzlüm güneş bakışlım seni koruyamadığımız için bizi affet
Ben göklere ve yerlere, gökler ve yerler Hasret’e hasret
Senin yüzünü senden saklayan yüzsüzlerin yüzüne tüküreceğine ahdet
Çünkü seni surlardan atanla beni ateşlere atan aynı zihniyet
Ömer HayAllam: Musa’ya haber salın onun yüzü suyu hürmeti sayesinde Kızıldeniz’den geçenler
Yüzüp yüzüp insanlığın kuyruğuna geldiler
Mazlumluktan zalimliğe erdiler
Seni yüzünden sesinden nefesinden edenler
Zalim sıfatını göynek gibi geydiler
Kenar-ı Dicle’den kurdun aşırdığı koyunun hesabını sordular
Meğer kuzu postuna sarılmış her türlü alavere-dalaverenin kurduydular
Ey muktedir çıkıp desen ya cennet anaların ayağının altındadır cehennem değil
Belki sözün dinler bir er kişi de dişisine edeceği şiddetinden döner
Çünkü seni surlardan atanla onu ateşlere atan zihniyet cahil mi zır cahil

***

O sırada 21. yüzyılın başlarında T3R5 mahallede bir Tersettin, besmele çekerek uyandı, titredi ve kendine geldi. Üç gündür kütüphanede görünce merak edip aldığı Dede Korkut hikâyeleriyle yatıp kalkıyordu. “O nasıl rüyaydı lan!” dedi kendi kendine.

“Destan gibi rüya gördüm yeminle! Hemen kahveye koşayım da gördüklerimi mahalleliye anlatayım! Bundan sonra kadınlarımız kızlarımıza eziyet etmek bitsin gayrı!”

Tersettin kahvede tüm mahalleliyi başına topladı:

“Rüyamda Tersiya Çelebi olarak ozanlar meclisine katıldım. Kimler deyiş söyledi de kimler bu deyişleri sazıyla çaldı size anlatsam koca bir destan olur. Ama Dedem Korkut’tu beni rüyamda! Bana dedi ki; bak siz siz olun ileriki yüzyıllarda bu Neşet denen çocuğun söylediklerini dikkate alın. Ulu arıyorsanız analar ulu. Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu. Analar insandır biz insanoğlu. Bunu kulağına küpe et, ona göre davran. Hadi oğlum ayaklanın! Herkes sevdiceğine gidecek, onun önünde diz çökecek. Bundan önce yaptığımız hıyarlıklar için kadınlarımızdan özür dileyeceğiz. Onlara bağırdığımız, hor gördüğümüz, kötü davrandığımız, kontrolsüz güç kullandığımız için onlardan af dileyeceğiz!” dedi.

Kahvedekiler boyunlarını önlerine eğdiler. Tersettin uyanır uyanmaz koşarak kahveye gelse de geç kalmıştı. Çünkü Allah’ın belası herifin teki öldürüp kesip biçtiği iki tane genç kadınla beraber kendini şehirdeki tarihi surlardan atmıştı.

Devamını Oku

LAN NOLDU!

LAN NOLDU!
1

BEĞENDİM

ABONE OL

(2002-Ağustos-Antalya) 

Eski kitapların satıldığı dükkanın önünde duran büyük bir sepetin içerisinde öylesine serpiştirilmiş kasetlerin arasında mavi kaplı jelatini bile açılmamış kasete takılıyor gözüm. 

“KRAMP – LAN NOLDU” 

İçeride, masasında oturmuş sigara dumanından yüzünü görmekte zorlandığım dükkan sahibinin yanına yanaşıp fiyatını soruyorum. Normalde 1.000.000 lira ama bunu sana 1.500.000’e bırakırım diyor. Normalde fiyatı 1.000.000 lira olan bir şeyin sanki büyük bir güzellikmişcesine bana neden 1.500.000’e olduğunu soruyorum, “jelatin” diyor, “pahalı…”

1.500.000 liraya aldığım yepisyeni kasetimi walkmanime takıp çalıştığım derginin yolunu tutuyorum. Daha ilk şarkıdan ne denli muhteşem bir albüm satın aldığımı anlıyorum. 

“Lan Noldu”

Acıklı bir gitar solo intronun ardından o buğulu vokaliyle kulağımda adeta isyanın, göz yaşının, sıcak ve nemli bir havanın alnımdan akıttığı tere karıştığı o harikulade parça geliyor.

“Biz ta eskiden beri
Bu sularda yüzer idik
Bu ormanı sever idik
Bu kuşları dinler idik
Ooo Ooo Ooo

Derken bir sabah erken
Haymana ovasında bir garip kuş öterken
Lan Noldu derken
Bir sabah erken
Dağlarına memleketin bahar gelmişken
Lan Noldu Be”

Sevdiceğe yazılmış sözler değil bunlar. Zira kimse sevdiceğine “Lan” dememeli. Böyle bir söz mutlaka yıllardır dost olan ama boktan bir sebepten küsülen bir arkadaşa yazılmıştır diye düşünüyorum.

Derginin bulunduğu iş hanının karanlık ve rutubet kokulu merdivenlerinden yukarı tırmanırken, aklımda bu sözler, gözlerim buğulanmış, boğazım düğümlü… Biricik dostum Gültekin’le saçma sapan bir sebepten dolayı küsüşeli neredeyse bir hafta oluyor ve bir an önce dergiye girip Gültekin’e bu şarkıyı dinletip hissettiklerimin aynısını onun da hissetmesini sağlayarak ara verdiğimiz ebedi dostluğumuza devam etmenin heyecanı içerisindeyim.

Dergiye girdiğimde içeride masasında uyuklayan editör Bahadır’a geldiğimi hissettirmeden çizer odasına dalıyorum. İçerde küs olduğum dostum Gültekin’i eski kasetçalardan sırf kafa dağıtmak için açtığı 90’lar pop şarkılarından sözleri Serdar Ortaç’a ait Sibel Can’ın seslendirdiği “Padişah” isimli şarkıyla dans etmeye çalışırken yakalıyorum. Birden teybi kapatıp karşısına geçiyorum.

– Napıyosun lan sen? Yakışıyor mu senin gibi isyanın doruklarında gezen insanlara bu tarz şarkılar dinleyip dans etmek?
– Ne varmış? Bu şarkı da gayet isyan ve anarşi dolu sözlerle yazılmış bir şarkı…

Barışma umuduyla girdiğim odada, üstelik bunu anlamlı şarkı sözleri, sağlam gitar rifleri ve muhteşem sololar eşliğinde birlikte headbang yapacakken, o uzun saçlı, uzun sakallı dostumu Sibel Can şarkısı eşliğinde kıvırtırken görünce iyice sinir oluyorum.

– Sus ulan! Zaten iyice ayar oldum sana.
– Ya bi siktir git. Her boku da sen biliyosun zaten
– Ulan sana yazıklar olsun be Gültekin gibi. Ben buraya, sana yeni keşfettiğim bir grubun gayet manidar bir şarkısını dinletip belki tekrar barışır, eski günlerdeki gibi zıplayıp, tepiniriz umuduyla geldim. Ama şu gördüğüm manzaraya bak…
– Geçiceksin artık o işleri Memocum. Mazide kaldı o ter kokulu, boktan barlarda sulu bira içip hayvanlar gibi tepinmeler, o ‘Her boku ben bilirim, benim dışımda geri kalan herkes aptal’ tripleri…
– Öyle mi Gültekin Bey? Bravo! Vallahi bravo sana…
– Aynen öyle Memo Bey. Bundan sonra böyle… Afedersin ama s.kerim senin yeni keşfettiğin grubu da onların manidar şarkılarını da…
– Siktir git, kes lan o saçını sakalını o zaman. Madem bundan sonra o ter kokulu boktan barlarda takılmayıp, böyle aptal aptal şarkılar dinleyerek hiçbir şeyi umursamadan dans edeceksin, kes o saçını sakalını… Hakkını ver conconluğunun…
– Sana ne lan! Saç da benim sakal da… İster keserim ister jölelerim… Sana mı sorucam. Hem sen ne şekilci ne aymaz bir adamsın ya. Her saçı sakalı uzun olan Rock müzik dinlemek zorunda mı?

-Tabi ki zorunda lan! Sonuçta toplumsal normlara aykırı bir şey bir erkeğin saç uzatması, küpe takması… Ama biz rock isyanıyla harmanladığımız bünyemizi dikmedik mi beton bir duvar gibi toplum denen o görenekçi–muhafazakar canavarın önüne…”
– Ben dikmedim abi hiçbir şey hiç kimsenin önüne… Hem ayrıca görenekçi-muhafazakar diye küçümsediğin toplumun ta kendisisiniz Memozan Bey…
– Alla alla! Öyle miymişim? Bak sen!
– 2000’e gelmişiz hâlâ rock müzik-uzun saç ilişkisi kurmaya çalışıyorsun. Senden âlâ görenekçi mi var? Koskoca Metallica grubu bile kestirdi saçlarını. Sen kim köpeksin de bana uzun saç-isyan ilişkisi kuruyorsun?

Son söylediği şey bir yumruk gibi iniyor suratıma. Dostum dediğim adam bana “Mına koduğumun muhafazakar köpeği” minvalinde bir şeyler söylüyor. Tam olarak öyle değilse de söyledikleri o anki öfkemle kafamda öyle yer ediyor.

Yeni keşfettiğim bir grubun tam da bizi anlatan sözleriyle, yeniden başlayacak dostluğumuzun fitilini ateşlemek için geldiğim dergiden, sinirimden hıçkıra hıçkıra ağlayarak çıkıyorum. Limana inen yokuşun sonundaki büfeden bir şişe şarap alıp, kayalıklara doğru oturarak gün batımına karşı aynı şarkıyı defalarca dinleyip şarabımı yudumlarken, birden sağ kulağımdaki kulaklığımın, kulağımdan çekildiğini fark edip sağıma dönüyorum. Gültekin usulca yanıma oturup kulaklığımın tekini kulağımdan çekip kendi kulağına takıyor. 

– Kramp değil mi bu?
– Sen nerden biliyosun?
– Ulan senin keşfettiğin  grup kadar benim kaset sarmışlığım var.
– Vay göt!
– Bu parça sağlam ama…
– Bitmiş bir arkadaşlığın hüznünü anlatıyor.
– 80 darbesini anlatıyor mına koyim! Ne bitmiş arkadaşlığı…
– Harbi mi lan?
– Harbi tabi…
– Ulan ben de sabahtan beri bu şarkıyla seni düşünüp hüzünleniyorum.
– Eee sen malsın çünkü.
– Desene darbenin ekmeğini yine romantizm yedi.
– Romantizm hep yer.
– E hadi o zaman birlikte…

DERKEEEEN
BİR SABAAHHH ERKEN
HAVA BULUT YOK DA
YA BU NE DUMANKEN
LAN NOLDU DERKEN
BİR SABAH ERKEN
BİRBİRİMİZİN YÜZÜNE BAKAMAZ OLDUK MU NE
LAN NOLDU BE?
LAN NE BU BE?

Devamını Oku

LÜTFİYE TEYZE

LÜTFİYE TEYZE
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Lise 1’e gidiyordum. Babamın öğretmen arkadaşının babasının Suadiyede pastaneleri  varmış. Komi arıyorlarmış “Git görüş” komutuna istinaden gittim. Töre pastanesini bulup kendimi tanıttım. O gün iş başı yaptım, üç ay boyunca (öğrenci olduğum için) hafta sonları çalıştım. Yaz tatili olunca haftanın yedi günü sabah yediden, akşam sekize kadar çalışıyordum.

Herkesin sözleşmiş gibi aynı kiloda olduğu, fakirliğin eşit paylaşıldığı o yıllarda, gecekondu mahallelerinden sabahın erken saatlerinde zengin semtlere, kadınlardan oluşan kavimler göçüne bu vesileyle tanık olmuştum.

Sobalarını yaktıktan sonra kahvaltılıkları masanın üzerine sesizce bırakıp, kapıdan çıkmadan önce uyuyan çocuklarını uyandıran, köşklerin, yalıların temizliği için yola koyulan uykusuz, yorgun, mutsuz kadınlar akın akın Pendik tren istasyonuna yürüyorlardı. O kadınlarla ortak noktam aynı yolculuğa birlikte çıkmamdı. Yolculuk alacakaranlıkta, çeşitli yerlerinde oyuklar, çukurlar, su birikintileri oluşan yarım yamalak asfalt yolun kenarından yarım saat sürmekteydi.

Tek sıra halinde yürüyen kadınların en arkalarında mahalleden komşumuz, annemin de arkadaşı olan Lütfiye teyze olurdu. Haftanın iki günü temizliğe gider ve hep trene son dakika yetişirdi.

Altı çocuğu vardı, kocası boya badana işleri yapmaktaydı. Bir gün Lütfiye teyzelerden gelen annem, kuru fasulye yemeği yaparken Lütfiye’nin yemeğe sekiz tane soğan doğradığını şaşırarak anlatmış, cevabını da kendi vermişti: 

“O kadar nüfusu nasıl doyuracak ki…” 

Lütfiye adı her geçtiğinde aklıma 8 tane soğan gelmekteydi.

Komilik yaptığım Töre pastanesine alışverişten dönen, saçları, tırnakları boyalı, parfüm kokulu kadınlara (elleri kolları dolu olduğu için) patron beni yardım etmem için yanlarında gönderirdi. Evlerinin pırıl pırıl olmasını sabah ilk trenle temizlik için gelen, akşamüstü beş civarı evine dönen gecekondu kadınlarına borçluydular.

Yaptığım işi seviyordum, çünkü akşam dönüşümü bekleyen kardeşlerim, eve getireceğim, satılmayan kek, börek, çöreği sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bu durumdan en hoşnut olanlardan biri de annemdi. Kardeşlerimin ve ev halkının önünden artanları bozulmasın diye mahalledeki komşulara dağıtarak bir nevi iyilik yapıyordu.

Paketlerini köşklerine, apartmanlarına taşıdığım kadınlar iyi bahşiş veriyorlardı. En çok bahşişi İki günde bir uğrayıp pasta kurabiye alan Alev abla veriyordu. Son verdiği bahşişten sonra, evlerine gelen temizlikçi kadının artık gelemeyeceğini, hafta içi beş gün gelecek tanıdığım birinin olup olmadığını sordu. İlk aklıma Lütfiye teyze geldi. En büyük çocuğu kızdı ve kardeşlerine bakabilirdi. Artık haftanın beş günü Lütfiye teyze Alev ablanın köşkünde çalışıyordu. Pendik’ten on durak süren tren yolculuğunda yanım boş olunca mutlaka gelir oturur “Allah senden razı olsun, Allah tuttuğunu altın etsin” diye dua ederdi.

Bir ay kadar sonra bir cuma günü, sabah yürürken Lütfiye teyze bayağı gerilerdeydi. İstasyona geldim, trene bindim, yanım boştu. Kondüktörler düdüklerini çaldılar, tren hareket etmeye başladı, “Levent” diye seslenişini duydum. Kafamı çevirince kapı kolunu tutan bir elin kapıdan kayıp gittiğini gördüm, bir şey anlamadım. İçime şüphe düştü, sonraki istasyon olan Yunus’ta inip karşı yönden gelecek treni beklemeye başladım. Pendik istasyonuna geldiğimde, üzeri gazetelerle örtülü bir kadın peronda yatıyordu. Kıvırcık saçları gazete kağıdından dışarı taşmıştı. Bacakları kopmuş, cesedin yanına koymuşlardı. İşe gitmedim, eve dönüp anneme olanı biteni ağlayarak anlattım.

Ertesi gün işe gittim, patrona olayı anlattım, öğlenden sonra pastaneye gelen Alev ablaya da durumu aktardım. Akşam üstü Alev abla, Lütfiye teyzenin haftalığını getirip bana verdi, “bunu da ailesine verirsin” diye ayrıca para verdi.

O günden sonra artık eve götürdüğüm pasta kurabiyeleri, iki ayrı pakete koyup götürüyordum.

Bu gün bile ne zaman evde yemek yapmak için soğan doğrasam, Lütfiye teyzenin sekiz tane soğan doğradığı aklıma gelir, saniyelik donup kalırım. İyilik etmek isterken kötülük mü etmiştim.

Devamını Oku

TERS MAHALLE 12: TRAMPA SUİKAST

TERS MAHALLE 12: TRAMPA SUİKAST
4

BEĞENDİM

ABONE OL

Adamın biri gelir. En kenar kıyı mahallede kimsenin umursamadığı bir arsayı çevirir. Oraya tabelalar diker ve iki sene sonra kocaman bir bina yapar. Bu binaya havalı bir tabela koyunca orası havalı bir okul olur. Sonra o havalı okula çocuklarını yazdırmak isteyen havalı veliler, havalı arabalarıyla okula gelip giderek mekik dokurlar. Okulun etrafı havalı binalar, bir AVM, spor tesisleri, parklar ve bahçelerle dolar. Kenar kıyı mahalle artık kalkınmıştır. 

Bizim T3R5 mahallenin de kimsenin umursamadığı bir arsası vardı. Bir gün o arsa birileri tarafından çevrildi ve bir tabela koyulduktan iki yıl sonra oraya havalı bir okul yapıldı. Tabelada şu yazıyordu: ISFFOC-International School for Foreign Children. Okulun açıldığı gün havalı veliler havalı arabalarıyla mahallede mekik dokudular. Yatılı olan okula dünyanın dört bir yanından ve her dilden her dinden çocuk kayıt yaptırdı. Bu T3R5 mahalle için akla hayale gelmedik bir fırsattı.

***

Mahallenin kopuğu Jilet Cezmi ve Kalpazan Kazım olaya ilk uyananlar oldular. 

“Oğlum burası yatılı okul. Buradaki öğrencilerin hepsi abazan. Tezgâhı kurduk mu köşeyi döndük demektir!”
“Yok lan hepsi abazan değil. Kızlar da var aralarında!”
“Hadi canım sen de!”

***

Okulun yatılı erkek öğrencileri Amerikalı Abraham, Donald, Ronald ve Fitzcerıld, İsveçli Olof, Romen Nikolay, Mısırlı Muammer, Şilili Salvador, Iraklı Saddam, Japon Şinzo ve Hintli Mohandas idiler. Erkeklerin üst katındaki kızlar yatakhanesinde, Hintli İndira, Pakistanlı Benazir, İngiliz Margaret ve Alman Angela kalacaklardı. 

“Bizim mahalleden öğrenci kabul etmeyecek mi lan bu okul?”
“Okul dendiğine bakma. Çok ağır üniversiteymiş oğlum burası. Zormuş. İngilizceymiş tüm dersler. Bizden kim bu okula gidebilir ki?”

Jilet Cezmi ve Kalpazan Kazım başları her sıkıştığında koştukları gibi yine Tersettin’e danışmaya gittiler. 

“Abi elini ayağını öpelim! Okul için bir kişilik kontenjan varmış. Bizim mahalleden birisini gönderelim şu okula. Hem sınav yapacaklarmış, eğer sınavı geçerse okulda burslu okutacaklarmış!”

Tersettin heyecanla kendine koşan mahallenin kopuklarını sakinleştirirken azarlamayı da ihmal etmedi:

“Durun oğlum, ne okulu? Ne sınavı? Ne bursu? Hele bi baştan anlatın bana şu işi! Yumurta götünüzün ağzına gelmeden bana gelmezsiniz di mi lan hıyarlar!”

***

T3R5 mahallede zaman görecelidir. Bunu sadece Aynştayn bilmez, herkes bilir. Anasının memesini emmek isteyen bebeler bile “eeeee=emcem 2 kere” diyerek ağlarlar. Zaman, kimi zaman Tersettin’in, operadaki hayaleti göreceğim diye Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası’nda Wagner’in Tristan ve İsolde Operası’na girip, 4 saat 40 dakika süren opera bir türlü bitmek bilmeyince, içeride yirmi gündür mahsur kaldığını sanarak koltuklardan milletin üzerine basa basa sahneye fırlayıp kostüm-makyaj-perde-dekor hepsini kırıp geçirdikten sonra kendini sokağa attığı akşam olduğu gibi hiç akmaz. Kimi zaman da, 22 Haziran 2002 günü Senegal kalecisi Tony Sylva şaşkın şaşkın bakakalmışken topu ağlara gönderen İlhan Mansız‘ın attığı son ‘Dünya Kupası Altın Golü’nden sonra bütün mahallecek sokaklara dökülüp, T3R5 mahalleden ta Taksim Meydanı’na kadar tişörtlerini çıkarıp atıp yarı çıplak yalınayak koşturup, orada da deliler gibi halay çekerlerken, turist kadınların ‘Bu yarı çıplak adamlar bizi taciz ediyor!’ demeleri üzerine nezarete atılıp, nezareti de sabaha kadar ‘Türkiye Türkiye!’ diye inletince kafası şişen nöbetçi amir tarafından ‘Şunlara birer tişört verip salıverin de siktirip gidip mahallelerinde bağırsınlar!’ demesinin ardından soluğu tekrar mahallelerinde almalarının arasında geçen saatler gibi bir saniye hızında gelip geçer. Ertesi gün Siyah-Beyaz Seba, Sarı-Kırmızı Sami ve Sarı-Lacivert Şükrü başta olmak üzere tüm mahalle gençleri falakaya yatırılmış gibi patlamış ayak tabanlarından yürüyemezlerken Mansız’ın yedi ceddine hâlâ dua etmeye devam etmişlerdir. 

Dünyaya, dünyayı yönetecek liderler yetiştirme iddiasında olan ISFFOC okulu T3R5 mahalleye kurulduğu andan itibaren Saatleri Ayarlama Enstitüsü devreye girmiş ve okula yazılan tüm lider adaylarının saatlerini ayarlamıştı. Okulun iddiasına göre okula kabul edilen öğrencilerin başarısız olmak gibi bir şansları yoktu. Fakat hepsinin başında baykuş suratlı bir kuş dolanıyordu ve bu kuş talih kuşu kadrosunu dolandırıyordu.

***

Tersettin arkadaşlarına yumurta ve malum yer benzetmesini yaptıktan sonra iki saniye gözlerini havaya kaldırıp düşündü. 

“Turgut’u yollarız oğlum. Herif su gibi İngilizce ve tarih biliyor. Böyle çok uluslu bir okulda bizim mahalleden ondan başka kim okuyabilir ki?”

Kalan tek kişilik kontenjan için sınavın yapılacağı gün Nazlı Nazik de oğlunu sınava girmesi için okula getirdi. Kilolu ve kısa boylu çok bilmiş bir genç olan Turgut’un yanında gözlükleri, çekingen tavırları ve şair ruhlu bakışlarıyla dikkat çeken çocuğun adı Bülent’ti. İkisi de sınavdan eşit puan alınca okul ikisinin de burslu olarak kaydını yapmak zorunda kaldı.

***

Okulun tanışma ve cicim ayları bitti. Okul yöneticisi hangi kiliseden kovulduğu bir türlü öğrenilemeyen Rastepin isimli sert mizaçlı, deli bakışlı ve çılgın fikirli bir papazdı. Hatta bu şahsına münhasır herifin bu okulu, önce yatağına sonra da kanına girerek ülkesini el altından yönetebileceği bir kişi bulma amacıyla kurduğu söylentileri yayılmıştı. Fakat bir rahip bozuntusunun çar çur ettiği bu parayı hangi ülkenin çarı-kralı-padişahı karşılayabilirdi ki?

İlk ayların sonunda tüm öğrencilerin huyları tek tek su yüzüne çıkmaya başladı. Amerikalı Fitzcerıld yakışıklı ve popüler bir gençti. Üstelik aristokrat bir aileden geliyordu. Takım elbise üzerine öyle yakışıyordu ki sanki devlet adamı olmak için doğmuştu. İsveçli Olof, barış yanlısı sakin bir gençti. İsveç gibi tuzu kuru zengin bir ülkeden geliyor olmasına rağmen tüm dünya insanlarının eşit şartlarda yaşayabilmesi gerektiğini savunuyordu. Romen Nikolay, dediğim dedik bir gençti. Hırslı, tutkulu ve tuttuğunu koparan bu genç adam arkadaşı Olof gibi insanlığın eşitlikle ilerlemesine inanan bir Avrupalı değildi. Daha çok bağnaz bir inançla kendi milliyetçiliğini savunuyordu. Şilili Salvador da Olof gibi eşitlik ve kardeşlik ilkelerine inanıyordu ve ülkenin milli kaynaklarının halk tarafından yönetilip gelirlerinden de halkın faydalanması gerektiğini savunuyordu. Amerikalı Abraham, kendi ülkesinde ezilen ve hâlâ köle olarak satılan insanların bağımsızlığını savunuyordu. Olof gibi barış yanlısıydı ama barış için savaşması gerektiğini bilen bir realistti. Mısırlı Muammer ve Iraklı Saddam’ın, ülkelerinin zenginliği de göz önünde bulundurularak gösterişi çok sevmelerine şaşmamak gerekti. Zengin ailelerden gelen bu gençler halklarını tebaa olarak selamlarken, bunda bir beis de görmüyorlardı. 

Hintli Mohandas erkeklerin arasında açık ara ile en barış yanlısı gençti. Ülkesinin bağımsızlığı uğruna işgalci ve mandacı İngilizlerle tek kurşun atmadan pasifist bir inatla savaşmayı kafasına koymuştu. Kız öğrenciler bu birbirinden haylaz erkek öğrencilerden daha zeki olduklarını daha ilk sınavlarda kanıtladılar. Margaret ve Angela kızların arasında başı çekerken Benazir ve İndira da onlardan geri kalmıyorlardı. Hepsi beraber erkeklerin notlarını geride bırakıyorlardı. Turgut ve Bülent de kızların arkasından geliyorlardı ve burslu okudukları için kendi ülkelerini temsil ettiklerini düşünerek kimsenin yüzünü kara çıkarmamak adına canla başla çalışıyorlardı. İçlerinden en vurdumduymazı emlak zengini bir babanın oğlu olan Amerikalı Donald’dı. ‘Amerika’yı tekrar büyük bir devlet yapacağım!’ diyordu da başka bir şey demiyordu. Fakat bunu derken Alman kökenli beyaz ırk bir ailenin mensubu olarak diğer ırklara tolerans göstermediği gibi eşit olmalarını da asla istemiyordu. Kız öğrenciler Donald’ı kısa süre içinde tanıyıp faşist bir misojinist olarak yaftalamışlardı. Ve ondan mümkün mertebe uzak durmayı tercih ediyorlardı.

Japon Shinzo, ırkının genel yapısı gereği terbiyeli, mesafeli ve edepli bir gençti. Dedesi bir politikacı olan gencin annesi de eski başbakanlardan birinin kızıydı. Damarlarında akan politikacı kanı sayesinde geçmişten gelen itidalli tavırları sayesinde Şinzo öğretmenlerinin de gözbebeğiydi.

***

Okulun yemekhanesi, kantini, yatakhaneye ait otelcilik hizmetleri derken ISFFOC‘un etrafında bir T3R5 mahalle karteli oluştu. Tersettin’in başını çektiği kartelde Jilet Cezmi ve Kalpazan Kazım ayak işlerine bakıyordu. Taksici Tahsin lojistikten sorumluydu. Kur Korumalı Veronika ve Enflasyon Nejla okuldaki yatılı erkek öğretmen ve öğrencilerin acil ihtiyaçları için el altında bekletiliyorlardı. Terzi Erol Abla, kadın öğretmen ve kız öğrencilerin kıyafetleriyle ilgili inisiyatifi eline almıştı. 

“O ne ayol? Demode karılar sizi! Kaknem suratları bir yana kıyafetleri hep önceki yüzyıldan kalma! Ben onlara neler neler dikicem görsünler! Hele o Angela yok mu? Kızcağız demode olmanın kitabını yazacak ayol!”

Terzi Erol abla Mohandas için ayrı üzülüyordu. Genç çocuk ülkesindeki karışıklıklara duyduğu üzüntüden bir deri bir kemik kalınca ona takım elbise dikmek yerine üzerine basit beyaz bir çarşafı dolayıveren Erol Abla “Ay bu ne be! İğne ipliğe döndün! Gandi gibi kuruyup kaldın!” dedi. Mohandas bu cümle üzerine gülümsemekle yetindi. 

“İnsanlarım aç ve zülüm altındayken ben doyasıya yiyemiyorum ki Erol Abla!”

***

Dönemin ortasına gelindiğinde okula iyice ısınan gençlere iki yeni öğrenci daha eklendi. Rus Aleksandroviç ve Aleksandra okula hiçbir sınava tabi tutulmadan kabul edildiğinde Rastepin’in gizli ajandası ile ilgili dedikodular da ayyuka çıktı. Sibiryalı bir köylü olan Rastepin, kendi memleketinden iki kişiyi okuluna sırf soylu ve zengin oldukları için sınavsız kabul ederken, okulun devlet yöneticisi yetiştirmek amaçlı iddialarını boşa çıkarıyordu. Aleksandra‘yı gözdesi ilan ederken ise, kötü emellerinin açığa çıkmasına sebep oldu. 

Okuldaki tüm erkek ve kız öğrenciler, Rusların aşırılıklarını görmezden gelerek derslerine yoğunlaştılar. Rastepin’in Batı Alman müzik grubu Boney M.’e kendi adına şarkı besteletip konser verdirttiği Paskalya Bayramı’na kadar okuldaki düzen iyi kötü sağlanabildi. Fakat okulun ilk yılının baharındaki o Paskalya’da, kaz gelen yerden tavuğu esirgemeyecek zihniyette olan Rastepin, Gustav Fabergé isimli bir Rus mücevher tasarımcısıyla anlaştı. Ve okulundaki tüm kız öğrencilere paha biçilmez mücevherlerle süslü özel tasarım Paskalya yumurtaları yaptırdı. 

Her biri farklı etnik, din, ırk, köken ve milliyetten gelen 17 öğrenci, bu dini dayatma ve seksist ayrımcılığı protesto ettiler. Protestolarına karşılık olarak herhangi bir özür elde edemeyince bu şartlar altında eğitimlerine devam edemeyeceklerini anlayıp okulu terk ettiler. Gururlu kız öğrenciler Fabergé yumurtalarını da okulda bıraktıklarında yumurtalar ortadan yok oldu. Herkes Amerikalı Donald’ın ileride kendine seçim kampanyası tertipleyebilmek için yumurtaları çaldığından emindi. Çünkü bu faşist adam için amaca giden her yol mübahtı. Bir tek Aleksandra altın yumurtasını geri vermedi. Çünkü o, ileride son Rus çarı olacak Aleksandroviç’le çaresizce evlenmeye mecburdu ama kalbini okul müdürü Rastepin’e kaptırmıştı bir kere. Bütün öğrenciler okuldan ayrılınca Aleksandroviç de müstakbel karısını aldı ve ISFFOC’u terk etti. Okulu boş kalan Rastepin öğrencilerin ardından ter ter tepindi ama elinden bir şey gelmedi. Altın yumurtalar hediye ederek gösteriş yapmak uğruna elindeki altın yumurtlayan tavuğu kesmişti. 

***

Okul kapanınca T3R5 mahalledeki okul ekonomisiyle işleyen kartel de çöktü. Okuldan beslenen ve köşeyi dönme planları yapan herkes, kös kös eski sıradan ve fakir hayatına geri döndü. Bir tek Terzi Erol Abla’nın yüzü gülüyordu. Aleksandra gözyaşları içinde okuldan ayrılmış ve T3R5 mahalleyi terk etmeden hemen önce paha biçilmez Fabergé yumurtasının içine yerleştirdiği bir tutam saçını Rastepin’e vermesi için Erol Abla’ya teslim etmişti. Erol Abla yumurtayı mahallenin dışında bulabildiği ilk sarrafı okutacaktı ki Tersettin, Kalpazan Kazım ve Jilet Cezmi, Erol’un terzi dükkanında bittiler.

“Uğursuzdur o mücevherler Erol Abla. Kim bilir kimlerin canı pahasına çıkarılan altın eritildi onun yapımında? Kim bilir dünyanın hangi köle çalıştırılan madenindeki yakut, elmas ve zümrütlerle süslendi? Boş ver. Haydan gelen huya gider.”
“Ama bu… Ama bu… Bu benim hayatımı kurtaracak Tersettin! Benim çapım çariçelere, kraliçelere, düşeslere elbiseler dikecek kadar geniş! Ben bu mahallede yıllardır harcanıyorum Tersettin!”
“Asıl onlar harcar seni beş kuruş gibi Erol Abla! Sen gel yine bizim pavyon assolistlerimize elbise dik ama yeter ki kellen gövdenin üzerinde kalsın!”
“Erol Abla bu okulun üzerinde dolaşan kuşlar talih kuşu değil, akbabalardır. Devlet yönetmek zordur. Kimisinin takkesi düşer, keli görünür. Kimisi takiye yapar, demokrat, ilerici, aydın görünür ama o milli görünen gömleğin altındaki cübbeyi gizleyemez. Kimisi de kellesini koyar, ötesini düşünmez. Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Bunları ben demem Yunus der. Gel sen bizi dinle vazgeç bu altın yumurtadan Erol Abla!”
“Jilet Cezmi! Sen neler diyorsun öyle? Hayırdır oğlum? Küpüne zarar veren keskin sirke misin? Sahibine gün göstermeyen yüz bin sikke misin?”
“Ben okulda dersleri takip ettiydim Tersettin Abi. Oradan şey ettim bunları azıcık. Oradan duydum yani…”
“Tamam, bu kadar lagara lugara yeter. Ben Filistin için kimseden bir yardım bulamayınca koskoca ülkeyi lağvettim Erol Abla. Koltuk, şan, şöhret, altın, para kimseye mutluluk getirmemiş. Sultan Süleyman’a kalmamış bu dünya. Zavallı ve masum sokak hayvanlarına ölüm fermanı imzalayanlara mı kalacak? At yumurtayı elinden. Bin parçaya bölünsün. Gönderelim Rusya’ya. Nereye koyarlarsa koysun Ruslar.”

***

Okuldaki herkes kendi ülkesine dönüp de okul kapatılınca Turgut ve Bülent başka okullara transfer edildiler. Gerçi bu iki zeki gencin kaderi Rastepin’in o sahtekâr okulunda öğrettiklerinden bağımsız olarak çizilmişti. İkisinin de ülkelerine faydalı birer devlet adamı olacakları o günleri gelecekti.

Okul binası yıkıldı. T3R5 mahalledeki kimsenin umursamadığı o arsa tekrar kimsenin umursamadığı hale geldi. Ta ki aklı evvel bir iş adamı gelip de oraya yeni bir tabela dikinceye kadar da öyle tozlu topraklı haliyle kalacaktı. T3R5 mahallede bir hikâye daha egemen güçlerin suikastına uğramadan az önce sona erdi.

***

Abraham Lincoln; eski Amerikan Başkanı. 14 Nisan 1865’te Washington DC’de John Wilkes Booth tarafından silahla vuruldu.

II. Nikolay Aleksander ve karısı Aleksandra Fyodorovna; son Rus Çarı ve Çariçesi. 17 Temmuz 1918’de Yekaterinburg’da çocuklarıyla beraber Bolşevik Devrimciler tarafından infaz edildiler. 

Mohandas Karamçand Mahatma (Yüce Ruh) Gandhi; Hindistan ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin ruhani lideri. 30 Ocak 1948 Yeni Delhi’deki evinden çıkınca kalabalığın içinde Naturam Godse’nin üç el ateş etmesiyle suikasta uğradı.

John Fitzgerald Kennedy; eski Amerikan Başkanı. 22 Kasım 1963’te Dallas-Teksas’ta Lee Harvey Oswald tarafından tüfekle vuruldu.

Salvador Allende; Şili ve Latin Amerika’nın serbest seçimle iktidara gelen ilk Marksist Devlet Başkanı. 11 Eylül 1973’te Santiago’da General Augusto Pinochet tarafından yapılan askeri darbe sırasında Allende’nin kendini bir AK-47 ile öldürdüğü iddia edildi. Temmuz 2011’de Şili mahkemesi Allende’nin ölümünün intihar olduğu sonucuna vardı.

Bülent Ecevit; eski Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı.  23 Temmuz 1976’da New York’taki ve 29 Mayıs 1977 Çiğli Havaalanı’ndaki eylemler Ecevit’e yapılan 9 suikast girişiminden sadece ikisidir.

Margaret Thatcher; eski İngiltere Başbakanı. 12 Ekim 1984 Doğu Sussex’teki Brighton Oteli’nde İrlanda Kurtuluş Örgütü- IRA tarafından bomba patlatıldı. Beş kişi öldü, Thatcher yara almadan kurtuldu.

İndira Gandhi; eski Hindistan Başbakanı. 31 Ekim 1984 Yeni Delhi’de Sih mensubu iki koruması tarafından kurşunlandı.

Olof Palme; eski İsveç Başbakanı. 28 Şubat 1986’da Stockholm’de Stig Engström tarafından silahla vuruldu.

Turgut Özal; eski Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı. 18 Haziran 1988’de Ankara’daki Atatürk Spor Salonu’nda ANAP Olağan Genel Kongresi sırasında Kartal Demirağ tarafından iki kez ateş edildi. Sağ el baş parmağından yaralanan Özal “Allah’ın verdiği ömrü onun isteğinden başka alacak yoktur, biz de ona teslim olmuşuzdur” dedi.

Nikolay Çavuşesku; eski Romanya Devlet Başkanı. 25 Aralık 1989 Targovişte’de Romanya Ulusal Kurtuluş Cephesi tarafından yargılanıp eşiyle beraber kurşuna dizildi.

Saddam Hüseyin; eski Irak Devlet Başkanı. 30 Aralık 2006’da asılarak idam edildi.

Benazir Butto; eski Pakistan Başbakanı. 27 Aralık 2007’de El-Kaide’nin Rawalpandi bölgesinde patlattığı bombada başbakan dahil 24 kişi öldü.

Muammer Kaddafi; eski Mısır Devlet Başkanı. 20 Ekim 2011 Sirte’de Sirte Savaşı’nın ardından Geçici Ulusal Konsey güçleri tarafından yakalandı ve idam edildi.

Angela Merkel; eski Alman Şansölyesi. 26 Ağustos 2016 Prag’da suikast girişimi yapıldı.

Donald Trump; eski Amerikan Başkanı, hâlihazırda Cumhuriyetçi Parti Amerikan Başkan Adayı. 13 Temmuz 2024 Butler-Pensilvanya’daki mitingde Thomas Matthew Crooks isimli kişi AR-15 yarı otomatik tüfekle 8 kez ateş etti. Trump sağ kulağından yaralandı. Mitingdeki bir kişi öldü. Trump sağ yumruğunu havaya kaldırdı ve “Fight fight!” dedi.

Şinzo Abe; eski Japonya Başbakanı. 8 Temmuz 2022’de Nara şehrindeki miting sırasında eski deniz subayı Tetsuya Yamagami tarafından silahla yaralandı ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.

Grigori Yefimoviç Rasputin; son Rus çarı II. Nikolay’ın ailesiyle samimiyet kurarak hatırı sayılır nüfuz kazanan ve iddialara göre son Çariçe Aleksandra’nın sevgilisi olan kendini kutsal ilan etmiş din adamı. 17 Aralık 1916’da Çariçe üzerindeki etkisi imparatorluk üzerinde tehdit oluşturduğu düşünülerek bir grup soylu tarafından öldürülmüştür. 

Görsel; Doğal zekâ, Tuğba Turan, yapay zekâ, Midjourney.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.