34,2452$% 0.28
37,6376€% -0.37
45,0841£% 0
2.921,73%0,22
2.653,23%-0,08
9.109,34%2,37
Bir astronot olduğunuzu ve uzay istasyonundan Dünya’ya baktığınızı hayal edin. Bu şansa sahip kişiler oradan Dünya’ya bakmanın her şeyi bir anda anlamsızlaştırdığını söylerler hep. Ama biz biraz daha uzaklaşalım. Mars’tan bakın mesela. “Yok, bu uzaklık da yetmedi bana” derseniz, uzak bir galaksinin adını dahi duymadığımız bir gezegeninden bakın buraya. Hatta oradan bakmayın. Oralı olduğunuzu hayal edin. Gora’lı değil, oralı… Oradan bakınca Dünya’yı (eğer teknolojiniz gelişmişse) muhtemelen bir nokta kadar görüyorsunuz. Uzaylısınız, Dünya’ya bakıyorsunuz ve sonra Dünya’ya gönderiliyorsunuz.
Bunun tam tersini de düşünebiliriz ama nedense öyle düşünmeyi hiç istemiyorum. Yani Dünya’dan uzak bir gezegene bakıyoruz ve sonra oraya gidiyoruz. Gittiğimiz yerdeki her şeyi berbat etme ve her yeri istila etme potansiyelimiz oldukça yüksek. Bu yüzden, uzaylıların gelmesi değil de Dünyalıların, üzerinde yaşam olan başka bir gezegene gitmesi hep daha korkunç geliyor bana. (Belki onlar da bizim gibi, bilemiyorum Altan.)
Neyse, konumuz benim engin düşüncelerim değil elbet. Konumuz, Matt Haig’in Domingo Yayınları’ndan çıkan son kitabı İnsanlar.
Ünlü bir matematik profesörü olan Andrew Martin, dünyanın ve insanlığın kaderini değiştirebilecek bir buluşa imza atıyor. Daha doğrusu Riemann Hipotezini ispatlıyor.
“Bu problemi çözmek moleküllerdeki atomları görmekle ya da periyodik cetveldeki kimyasal elementleri tespit etmekle eşdeğer olacak. Nihayetinde süper-bilgisayarları, kuantum fiziğinin açıklamalarını ve yıldızlararası yolcuğulu mümkün kılacaktı.”
Ama bilirsiniz göklerden gelen bir karar vardır. Andrew Martin bir anda ortadan kaybolur, sırra kadem basar. Fakat işte o çok uzak galaksinin, çok uzak gezegeninden bir uzaylı Dünya’ya gönderilir ve bu uzaylı Andrew Martin’in formuna bürünerek ortalıkta gezinir. Martin’in hafızasından birtakım detaylar kendisine aktarılmıştır ama Dünya gezegenindeki yaşam hakkında zerre kadar fikri yoktur. Bu yüzden enteresan ve komik olaylar yaşar. Dünyalıların neyi neden yaptığını bir türlü anlayamaz. Mesela neden giyindiğimizi. Bu anlamlandırma süreci içinde çırılçıplak dolaşırken bir sürü insanın maskarası haline gelir ve deli damgası yemekten kılpayı kurtulur.
Yeni Andrew’nun bir görevi vardır. Hipotezin ispatını kim biliyorsa, kimin bu keşiften haberi varsa onları ortalıktan kaldırmak, yani öldürmek. Vahşi uzalılara bakın hele. Hiç istemiyorlar ilerlememizi, hiiiç… Oysa az kalmıştı muasır medeniyetler seviyesine varmamıza. Ayasofya’yı yiyip bitirdikten sonra varacaktık biz o seviyeye. Neyse konumuz bu değildi, pardon.
Yeni Andrew, eski Andrew’nun eşini, oğlunu ve en yakın arkadaşını öldürmek zorundadır. Bunlardan sadece yakın arkadaşı bu buluştan haberdardır ama garantici uzaylılar işlerini şansa bırakmak istemezler. Andrew bir yandan dünyayı ve insanları keşfeder, bir yandan da bu cinayetlerin planlarını yapar –ki ona göre cinayet değil olması gerekendir bu-.
Olaylar bu şekilde ilerler ve Andrew arkadaşına kalp krizi geçirterek onu hakkın rahmetine kavuşturur. Bütün bunlar olurken Andrew’nun dünya hakkındaki gözlemleri çok ilginç. Matt Haig başarılı bir anlatım tarzıyla dışarıdan bakmamızı sağlıyor dünyaya. Aslında hepsi gözümüzün önünde olan şeyler ama Andrew anlatınca “evet” diyoruz “ya bu ne kadar saçma!” Ama saçmalıklara durmadan devam ediyoruz. İnsanlar arasındaki sevgi, aşk bağlarını da başlarda anlayamıyor Andrew. Karısı ve çocuğunun var olduğunu biliyor ama bunun ne demek olduğundan haberi yok. Dahası, insanın fiziksel görünüşü bile hiç hoşuna gitmiyor. Suratın tam ortasında bir burun, gözlerin üzerinde kıllar falan…
Amir Khan’ın PK filmini bilirsiniz belki. PK gibi düşünebilirsiniz başlarda Andrew’yu. Filmde büyük ölçüde inançla ilgili sorgulamalar vardı. Tabii ki kitapla filmin alakası yok ama bir fikir oluşması açısından söylüyorum bunu. Matt Haig, her konuda dünyadaki saçmalıkları ele almış, sadece inanç değil.
Ama bir süre sonra bazı şeyler değişiyor. Andrew dünyayı anladıkça ve öğrendikçe insana has duyguları da anlamaya başlıyor ve göreve duygular karışınca tahmin edersiniz ki işler sarpa sarıyor. Uzaylı Andrew, insan olmak istiyor. Ne demişler; uzaylı da olsan önce insan olacaksın!
Matt Haig’i Gece Yarısı Kütüphanesi ile tanıdım ilk olarak. O kitap da etkileyici ve güzel. Özellikle paralel evrenler vurgusu yapması insanı düşünceden düşünceye sürüklüyor okurken. Fakat İnsanlar romanını daha çok sevdim. İnsana dışarıdan bakmak hem eğlenceli hem korkunç. Kitabın sonuna doğru ise gözlerim doldu. Buna kendim de şaşırdım, yani bu ağlanacak bir roman değil ama bilmiyorum, bende bir sorun olabilir. Kitabın sonundaki 97 maddelik “Bir insana tavsiyeler” bölümü de beni çok etkiledi. Ama dediğim gibi muhtemelen bu kitabı okurken bu kadar duygulanan tek insan benimdir.
Matt Haig’in hayatının yansımalarını da kitaplarında görmek mümkün. İntiharın eşiğinden kitaplarla ve yazmakla dönen bir yazar o. Ben sevdim kendisini. Yine yazsa yine okurum gibi hissediyorum. Zaten Domingo Yayınları da kötü kitap basmaz diyerek bitireyim yazımı.
Sevgiler.
B, Bira ve Tom Robbins
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.