34,0600$% 0.04
37,6366€% 0.02
44,6189£% 0.18
2.743,89%0,02
2.506,45%0,01
9.673,59%-0,27
27 Mayıs 2022 Cuma
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Bir astronot olduğunuzu ve uzay istasyonundan Dünya’ya baktığınızı hayal edin. Bu şansa sahip kişiler oradan Dünya’ya bakmanın her şeyi bir anda anlamsızlaştırdığını söylerler hep. Ama biz biraz daha uzaklaşalım. Mars’tan bakın mesela. “Yok, bu uzaklık da yetmedi bana” derseniz, uzak bir galaksinin adını dahi duymadığımız bir gezegeninden bakın buraya. Hatta oradan bakmayın. Oralı olduğunuzu hayal edin. Gora’lı değil, oralı… Oradan bakınca Dünya’yı (eğer teknolojiniz gelişmişse) muhtemelen bir nokta kadar görüyorsunuz. Uzaylısınız, Dünya’ya bakıyorsunuz ve sonra Dünya’ya gönderiliyorsunuz.
Bunun tam tersini de düşünebiliriz ama nedense öyle düşünmeyi hiç istemiyorum. Yani Dünya’dan uzak bir gezegene bakıyoruz ve sonra oraya gidiyoruz. Gittiğimiz yerdeki her şeyi berbat etme ve her yeri istila etme potansiyelimiz oldukça yüksek. Bu yüzden, uzaylıların gelmesi değil de Dünyalıların, üzerinde yaşam olan başka bir gezegene gitmesi hep daha korkunç geliyor bana. (Belki onlar da bizim gibi, bilemiyorum Altan.)
Neyse, konumuz benim engin düşüncelerim değil elbet. Konumuz, Matt Haig’in Domingo Yayınları’ndan çıkan son kitabı İnsanlar.
Ünlü bir matematik profesörü olan Andrew Martin, dünyanın ve insanlığın kaderini değiştirebilecek bir buluşa imza atıyor. Daha doğrusu Riemann Hipotezini ispatlıyor.
“Bu problemi çözmek moleküllerdeki atomları görmekle ya da periyodik cetveldeki kimyasal elementleri tespit etmekle eşdeğer olacak. Nihayetinde süper-bilgisayarları, kuantum fiziğinin açıklamalarını ve yıldızlararası yolcuğulu mümkün kılacaktı.”
Ama bilirsiniz göklerden gelen bir karar vardır. Andrew Martin bir anda ortadan kaybolur, sırra kadem basar. Fakat işte o çok uzak galaksinin, çok uzak gezegeninden bir uzaylı Dünya’ya gönderilir ve bu uzaylı Andrew Martin’in formuna bürünerek ortalıkta gezinir. Martin’in hafızasından birtakım detaylar kendisine aktarılmıştır ama Dünya gezegenindeki yaşam hakkında zerre kadar fikri yoktur. Bu yüzden enteresan ve komik olaylar yaşar. Dünyalıların neyi neden yaptığını bir türlü anlayamaz. Mesela neden giyindiğimizi. Bu anlamlandırma süreci içinde çırılçıplak dolaşırken bir sürü insanın maskarası haline gelir ve deli damgası yemekten kılpayı kurtulur.
Yeni Andrew’nun bir görevi vardır. Hipotezin ispatını kim biliyorsa, kimin bu keşiften haberi varsa onları ortalıktan kaldırmak, yani öldürmek. Vahşi uzalılara bakın hele. Hiç istemiyorlar ilerlememizi, hiiiç… Oysa az kalmıştı muasır medeniyetler seviyesine varmamıza. Ayasofya’yı yiyip bitirdikten sonra varacaktık biz o seviyeye. Neyse konumuz bu değildi, pardon.
Yeni Andrew, eski Andrew’nun eşini, oğlunu ve en yakın arkadaşını öldürmek zorundadır. Bunlardan sadece yakın arkadaşı bu buluştan haberdardır ama garantici uzaylılar işlerini şansa bırakmak istemezler. Andrew bir yandan dünyayı ve insanları keşfeder, bir yandan da bu cinayetlerin planlarını yapar –ki ona göre cinayet değil olması gerekendir bu-.
Olaylar bu şekilde ilerler ve Andrew arkadaşına kalp krizi geçirterek onu hakkın rahmetine kavuşturur. Bütün bunlar olurken Andrew’nun dünya hakkındaki gözlemleri çok ilginç. Matt Haig başarılı bir anlatım tarzıyla dışarıdan bakmamızı sağlıyor dünyaya. Aslında hepsi gözümüzün önünde olan şeyler ama Andrew anlatınca “evet” diyoruz “ya bu ne kadar saçma!” Ama saçmalıklara durmadan devam ediyoruz. İnsanlar arasındaki sevgi, aşk bağlarını da başlarda anlayamıyor Andrew. Karısı ve çocuğunun var olduğunu biliyor ama bunun ne demek olduğundan haberi yok. Dahası, insanın fiziksel görünüşü bile hiç hoşuna gitmiyor. Suratın tam ortasında bir burun, gözlerin üzerinde kıllar falan…
Amir Khan’ın PK filmini bilirsiniz belki. PK gibi düşünebilirsiniz başlarda Andrew’yu. Filmde büyük ölçüde inançla ilgili sorgulamalar vardı. Tabii ki kitapla filmin alakası yok ama bir fikir oluşması açısından söylüyorum bunu. Matt Haig, her konuda dünyadaki saçmalıkları ele almış, sadece inanç değil.
Ama bir süre sonra bazı şeyler değişiyor. Andrew dünyayı anladıkça ve öğrendikçe insana has duyguları da anlamaya başlıyor ve göreve duygular karışınca tahmin edersiniz ki işler sarpa sarıyor. Uzaylı Andrew, insan olmak istiyor. Ne demişler; uzaylı da olsan önce insan olacaksın!
Matt Haig’i Gece Yarısı Kütüphanesi ile tanıdım ilk olarak. O kitap da etkileyici ve güzel. Özellikle paralel evrenler vurgusu yapması insanı düşünceden düşünceye sürüklüyor okurken. Fakat İnsanlar romanını daha çok sevdim. İnsana dışarıdan bakmak hem eğlenceli hem korkunç. Kitabın sonuna doğru ise gözlerim doldu. Buna kendim de şaşırdım, yani bu ağlanacak bir roman değil ama bilmiyorum, bende bir sorun olabilir. Kitabın sonundaki 97 maddelik “Bir insana tavsiyeler” bölümü de beni çok etkiledi. Ama dediğim gibi muhtemelen bu kitabı okurken bu kadar duygulanan tek insan benimdir.
Matt Haig’in hayatının yansımalarını da kitaplarında görmek mümkün. İntiharın eşiğinden kitaplarla ve yazmakla dönen bir yazar o. Ben sevdim kendisini. Yine yazsa yine okurum gibi hissediyorum. Zaten Domingo Yayınları da kötü kitap basmaz diyerek bitireyim yazımı.
Sevgiler.
“Bir varmış bir yokmuş, tam da şimdiki zaman içinde bir gezegen varmış ve bu gezegende yaşayan canlı türü, insan denen iki ayaklı varlık, her yıl yüz otuz beş milyar litre bira tüketiyormuş. (İnanmazsanız internetten araştırın.)”
Tom Robbins’in yazdığı kitaplardan biri olan B, Bira’nın arka kapağında böyle bir cümle var.
Tom Robbins, uçarı, oyuncul, bilge ve bence şahane bir yazar. Ayrıntı Yayınları onun kitaplarını Türkçeye çoktan kazandırdı fakat Robbins ülkemizde kısmen az tanınıyor ve az okunuyor. Öyleyse onu tanımayanlara tanıtalım.
Tam adıyla Thomas Eugene Robbins 1932 doğumlu. Ülkemizde en bilinen romanı Parfümün Dansı. Çok sevdiğim bu yazarın çok güzel başka kitapları da var. Dur Bir Mola Ver, Ağaçkakan, Sıska Bacaklar, Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar bu kitaplardan bazıları. Eğer siz de Parfümün Dansı’nı okumuşsanız Robbins’in tarzını bilirsiniz. Eğlendirir, düşündürür, laf sokar, cambazlık yapar kelimelerin arasında. Hayalgücü uçsuz bucaksızdır. Hayatın ciddi yanlarını inkar etmez fakat her şeye rağmen mutluluk ilkesini savunur. Yarattığı karakterler de uçarıdır.
Son zamanlarda okuduğum ve en sevdiğim Tom Robbins kitabı B, Bira. Kitabın ana karakteri beş (tamam, neredeyse altı) yaşındaki Gracie. Her çocuk gibi meraklı olan Gracie bira denen şu köpüklü ve sarı içeceğin ne olduğunu, tadının nasıl olduğunu, nasıl yapıldığını ve babası ile amcasının neden bu kadar keyifle içtiklerini çok merak ediyor.
Hiç dikkat ettiniz mi bilmem. Böyle çok meraklı çocukların genelde çatlak(!) bir dayıları ya da amcaları vardır. Gracie’nin de böyle bir amcası var ve küçük kızın bira konusundaki merakını giderecek en doğru insan o. Anne ve babasına bira hakkında sorular soran küçük kız istediği cevapları alamayınca daha doğrusu merakından dolayı birazcık terslenince çareyi amcasına danışmakta buluyor; amcası Moe ise küçük kıza bira şişesini uzatıyor. Böylelikle beş (neredeyse altı) yaşındaki Gracie biranın tadına bakmış oluyor.
Gracie biranın tadını iğrenç bulsa da merakı bir türlü dinmiyor. Evet bira ona göre iğrenç ama amcası çok seviyor, babası çok seviyor bu içeceği. Nedir bunun sırrı? Moe amca, Gracie’ye bira fabrikası gezme sözü veriyor ama maalesef bu sözünü tutamıyor. Bunun üzerine çok üzülen küçük kız…
Lık lık lık. Altın renkli sıvı o kadar soğuktu ki Gracie’nin dişleri kızak pistine döndü.
Ve o gece Bira Perisi ziyaret ediyor Gracie’yi.
Bira Perisi, küçük kızı alıyor, birlikte çizgi’yi geçiyorlar; onu önce her şeyin başladığı yere, arpa tarlasına, sonra da bira fabrikasına götürüyor. Ona teknik her detayı anlatıyor peri. Ama biranın yolculuğu teknik detaylarla bitmiyor tabii. İşin bir de gizem ve aşkınlık yönü var…
Bu noktada Bira Perisi okuru da ziyaret edebilir. Hani şu gece gece gelen tost perileri vardır ya. Onun gibi düşünün.
Unutmadan şunu da söyleyeyim. Peri, Gracie’ye on sekiz yaşından önce bira içmemesini ve asla trafiğe alkollü çıkmamasını tembihliyor. Yani bu kitap bira güzellemesi değil… Tam aksine mutluluğun alkolle bulunamayacağına dair şahane detaylarla dolu.
“Edepsiz kelime oyunları, alakasız sonuçlar, zıtlık içeren ifadeler…” İşte tüm bunlar Tom Robbins’in B, Bira dahil tüm kitaplarında yer almakta. Bu yüzden onun neden çok satanlar’da olmadığını anlamıyorum. Çok meşhur olmalıydı bana kalırsa ama o kadar az görüyorum ki onun kitaplarını bookstagram hesaplarında.
Aslında anlıyorum galiba. Okuma oranları bu kadar düşükken bu ince zekâ ürünü, oyuncul romanlar elbette geride kalacak. Ne yazık ki.
Ayrıntı Yayınları’na ve Tom Robbins’in romanlarını mükemmel çeviren tüm o koca yürekli çevirmenlere sonsuz teşekkürlerimle…
“Sıradan dünya sadece gerçek dünyanın, daha derinlerdeki başka bir dünyanın üzerindeki köpüktür.”
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellikler nedir diye düşündünüz mü hiç? Ya da en güzel özellik? Aklımızın içindekileri -eğer dile getirmezsek- bizden başka kimsenin bilemeyeceği mesela, bunlardan biri olabilir mi?
Bana kalırsa en muhteşem özelliklerden biri bu. Kafamızın içindeki dünya sadece bize ait ve biz izin vermezsek ne düşündüğümüzü kimse bilemez. Bu düşünceler hayatımızı zindana da çevirebilir elbet. Ya da zindandayken uçurabilir belki de bizi masmavi göklerde…
Xavier de Maistre Odamda Yolculuk / Odamda Gece Seferi adlı eserlerinde tam olarak bundan bahsediyor aslında. 1794 yılında yaptığı bir düello sonucu tam kırk iki günlük hapis cezası verilmiş kendisine. Torino Kalesi’ndeki odasından kırk iki gün boyunca çıkamamış. Krizi fırsata çevirmek bu olsa gerek… Çevresi otuz altı adım olan bu odada kırk iki günlük bir yolculuk yapmış ve bu yolculuğu da kitaplaştırmış Maistre.
Bir oda hakkında kırk iki gün boyunca ne anlatılabilir ki diye düşünebilirsiniz. Koltuklar vardır, masa vardır, kitaplık vardır tamam ama nasıl bir yolculuk olabilir ki bu kısıtlı alanda? Yazımın başında da dediğim gibi düşündüklerimiz bazen masmavi göklerde uçurabilir bizi. Maistre odasını anlatırken zihni bazen dışarıda, bazen içeride… Odanın içini somut olarak tasvir ettiği kısımlar görünüşte kısacık denemeler gibi ama içerikleri yazıların kapladığı yerden çok çok daha büyük. Yatağından bahsediyor mesela, ölüm ve doğum kavramlarını da bu anlatımın içine katarak. Ya da aynasından; bakan herkes için üstüne hiçbir şey söylenemeyecek kadar mükemmel bir tablodur o. Bir sürü tablo da var Maistre’ın duvarlarında ve bu yolculukta o tablolar geziliyor, inceleniyor, yorumlanıyor kısaca.
Yalnız da değil odasında yazar. Sık sık yanına girip çıkan bir uşağı, bir de köpeği var. Onlarla da yolu kesişiyor odasındaki bu uzun yolculukta.
Benim en çok dikkatimi çeken kısım ise yazarın ruhunu ve bedenini iki ayrı varlık olarak tarif etmesi. Dostoyevski’nin Öteki romanını bilirsiniz belki. Rus yazardan tam elli yıl önce Maistre, ruhuna ‘öteki’ adını vermiş; bedeni ise bir hayvan ona göre. Dostoyevski okumuş olabilir mi Odamda Yolculuk’u, Bay Golyadkin’i ötekileştirmeden önce?
Kitabın ikinci kısmı Odamda Gece Seferi ise bir bakıma sipariş üzerine yazdırılmış. Bu kısmı yazarken artık tutsak değilmiş Maistre. İlk kitabının çok beğenilmesi üzerine bir de gece seferi istenmiş yazardan ve ilkinden yıllar sonra bir gece, odasında bir yolculuk daha yapmış yazar. Bu kısım ilkine göre biraz daha sönük kalsa da yazarın hayal dünyasının genişliğini oldukça iyi yansıtıyor. Bu kez odası çatı katında ve hem gökyüzünü hem de tüm şehri tepeden görebilecek bir penceresi var. Yıldızlara baka baka kim dalmaz ki hülyalara?
Kırmızı Kedi Yayınları, 1794 yılında yazılmış bu iki eseri birleştirerek 2021 yılında yayımladı. İki bölüm de günlük şeklinde ve kısa kısa yazılardan oluşuyor. Bu bakımdan okuması da gayet kolay.
Kitaptan -aynı zamanda arka kapakta da yer alan- bir alıntıyla bitirelim.
Hadi öyleyse, cesaretimizi toplayalım ve yola çıkalım. Sizler, aşk acısıyla, dostların ihmalkârlığıyla insanların bayağılığından ve kalleşliğinden uzak evlerine kapananlar, beni takip edin. Dünyanın bütün bedbahtları, hastaları ve can sıkıntısı çekenleri beni takip etsin! Tüm tembeller, varsın kitleler halinde ayağa kalksın! Siz, hayatının sonuna kadar dünyaya küsmüş, kendi mahrem odasına kapanmışlar, bir akşam davetinin sevimli çilekeş keşişleri, siz de gelin; yolculuğumda bana eşlik etmeye tenezzül gösterin.
Sevgiler.
Çoğunluğun çok sevdiği bir yazarı sevemeyince kendinizi suçlu hissediyor musunuz? Ya da herkesin bayıla bayıla okuduğu bir kitabı okuyamayınca, sıkılıp yarıda bırakınca?
Ben bazen öyle hissediyorum. Kült eserler vardır mesela, kesinlikle okunmalıdır, okumayan cahildir(!) Ama siz hiçbir şey anlamamışsınızdır ondan. Okudum da diyemezsiniz okumadım da. Bazen olmaz mı böyle? Olur bence. Çünkü neden olmasın?
Birçok büyük eser için böyle hissettiğim oldu zaman zaman, ama genelde o eserler gerçekten çoğunluk için anlaşılması zor olanlardı. Fakat şu an durum farklı. Konumuz Jack London.
Gördüğüm kadarıyla onu herkes seviyor. Özellikle Martin Eden romanıyla gönüllerde taht kurmuş kendisi. Ben ilk olarak Vahşetin Çağrısı’nı okumaya çalıştım. Adı gibi vahşetli bir kitaptı ve köpek Buck’ın yaşadıkları maalesef kitaptan uzaklaşmamı sağladı. Daha sonra Beyaz Diş’i okumaya çalıştım ki orada yine bir kurdun hikâyesi var. Acımasız koşullarda büyüyen bir kurt köpeği Beyaz Diş… Ve yine bana hitap etmedi, ne yazık ki…
Aslında Jack London’a bu kadar kafayı takmazdım. Yani okumasam ne olurdu ki? Ama böyle düşünürken baktım oğlum Kızıl Veba’yı okuyor (14 yaşında kendisi). Yazarın tarzının sert olduğunu biliyordum ve o yaştaki birine uygun olup olmadığını düşündüm o okurken. Sonrasında yine sosyal medyada beğendiğim bookstagram hesaplarının önerilerini de dikkate alarak bir şans daha vermeye karar verdim London’a(!)
Hayatını biraz araştırınca kitaplarının neden rahatsız edici olduğunu anladım aslında. Çocukluğundan itibaren vermiş olduğu hayat mücadelesi neredeyse tüm kitaplarına yansımış. Hatta özellikle Martin Eden kitabında kendisini anlattığı söyleniyor okuyucular tarafından. Yine benim okumaya çalıştığım Vahşetin Çağrısı ve Beyaz Diş kitaplarında köpeklerin verdiği mücadele de aslında kendi zorlu yaşam mücadelesinin bir yansıması olarak çıkıyor karşımıza.
Nihayetinde ben Kızıl Veba’yı okudum. Zaten bir oturuşta okunabilecek kadar kısa… Kızıl Veba benim yazara bakışımı değiştiren kitap oldu diyebilirim bu noktada. Konusundan biraz bahsetmek gerekirse; 2013 yılında başlayan bir salgınla insanlar çok kısa süre içinde ölüyor ve nüfus hızla azalıyor. Dünyada sayılı insan kalması sonucu her şey altüst oluyor, dünya bambaşka bir hale geliyor, zamanla salgın öncesindeki her şey unutuluyor.
Aslında beni etkileyen sadece konusu değildi…
İhtiyar bir adamın dilinden torunlarına anlatılması, hikâyeyi daha da etkileyici kılmış bana kalırsa. Çünkü torunlar o günlere dair hiçbir şey bilmiyor ve hatta dedelerinin konuşma tarzı bile onlara çok farklı geliyor. Dedeleriyle dalga geçiyorlar hatta sık sık. Oysa ihtiyar adam zamanında profesördü; üstelik Kızıl Veba’lı günleri görüp hâlâ hayatta olan son profesör.
Düşünsenize her şeyin bir anda yok olduğunu, tüm sistemlerin çöktüğünü… Tüm bunlardan sonra geride kalan bir avuç insan, tekrar medeniyeti kurmak için kaç yıl uğraşmalı?
Bırakın insanın kendi eliyle oluşturduğu tüm sistem ve ideolojileri, insan olmanın kendisinin unutulduğu bir zaman diliminden bahsediliyor Kızıl Veba’da. Tam da olması gerektiği gibi, korkunç bir distopya aslında.
Bir de şunu söylemem gerek; kitabın çevirisini yapmış olan Levent Cinemre’ye sevgilerimi gönderiyorum çünkü kendisinin eklemiş olduğu notlar da gerçekten muazzam.
Evet, Jack London ile ilişkimiz pek güzel başlamamış olabilir ama herkes ikinci bir şansı hak eder, hatta bazen üçüncü şansı da.
Sevgiler.
Birkaç hafta önce okullar açıldığında, çocuğunu okula göndermeye can atan annelerle ilgili ironik denebilecek video ve capsler döndü sosyal medyada. Malum pandemi sürecinde okulların kapalı olması velileri de oldukça yordu. Bu durumda okulun ilk günü, belki de anneler için gerçekten bir nefes alma günü oldu.
Bunu böyle söyleyince biliyorum hoş olmuyor. Kimse anneliğine toz kondurmuyor ve hayır diyor; ben çocuğu okula gidince sevinen annelerden değilim… Tıpkı çocuklarını okula bırakırken tabir-i caizse arabadan fırlatan ebeveyn videosuna yapılan yorumlar gibi.
Bütün bunlardan yola çıkarak şunu düşünüyorum; yorulmuş olmak, bunalmış olmak anneliğin kutsallığına zeval getirir mi? Kutsallığı bozar mı? Anne kişisi yorulmamalı ve bunalmamalı mıdır?
2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing, Beşinci Çocuk kitabında da aslında böyle bir şeyden bahsediyor bana kalırsa. Tam olarak öyle değilse de şöyle;
David ve Harriet bir partide birbirlerine aşık olurlar ve bir süre sonra evlenirler. Oldukça geleneksel bir tarzları vardır. Mesela aile buluşmalarının yapılacağı büyük bir ev ve çok çocuk isterler. Böylelikle çok mutlu bir aile olacaklarını düşünürler.
Öyle de olur aslında. Büyük bir ev alırlar, bütçeleri pek yetmese de… Ve zaman içinde bir, iki, üç, dört derken tam olarak beş çocuk getirirler dünyaya. Bu süreçte aileleri sık sık onları ziyarete gelir, sık sık evlerinde eğlenceler düzenler David ve Harriet. Fakat çevrelerindeki herkes onların bu çok çocuk sevdasını sürekli eleştirir. İlk dört çocukta her şey çok güzeldir aslında ama Harriet beşinciye hamile kaldığında işler değişir. Son bebek Ben, henüz annesinin karnındayken “farklı” olduğunu belli etmeye başlar. Zamanından önce gelişir annesinin karnında, ölümcül tekmeler atarak adeta ben geliyorum diye bağırır. Ve doğduğunda sekiz aylık olmasına rağmen beş kilodur küçük Ben.
Aslında engelli bir çocuk değildir. Doktorlar zeka geriliği konusunda da net bir şey söylemez ama farklıdır işte bu son çocuk. Annesinin deyimiyle, insanlık dışıdır, ilk çağlardan kalmadır veya uzaylıdır.
Ben, tüm aileye o eski günleri mumla aratır. Akrabalar ve David, küçük Ben’i evden uzaklaştırmaya karar verirler. Belki bir yetimhane veya çok daha kötüsü… Siyah bir minibüs gelir alır Ben’i…
Harriet istemez bu durumu, ne olursa olsun Ben onun oğludur ama bir türlü sevemez de onu. Sadece birilerinin “evet, bu çocuk farklı” demesini bekler.
Yazar, annenin içinde bulunduğu durumu anlatırken belki kendi hayatından da küçük örnekler vermiş olabilir. Bir röportajında; iki çocuğunu Güney Afrika’da babalarıyla bırakarak, zihinsel engelli oğluyla Londra’ya yerleştiğini söylüyor ve ekliyor; “Entelektüel bir kadın için, küçük çocuklarla bitmeyen saatler harcamak kadar kötü bir şey yoktur. Onları yetiştirmek için en uygun insanın ben olmadığımı hissettim…”
Yine de aslında kitapta çaba gösteren bir anne var. Yani Ben’i gönderdikleri o ölümcül kurumda bırakmayan, ne olacaksa gözümün önünde olsun diyen bir anne… Anneler bunalabilir, yorulabilir, baş edemeyebilir. Tüm bunlar insani duygulardır ve anne de insandır.
Bunun oldukça güzel anlatıldığı, sade bir dil ve başarılı bir çeviriye sahip Beşinci Çocuk kitabı DeliDolu Kitap’tan ve 164 sayfa. İlginizi çektiyse okuyun derim, çünkü neden okumayasınız ki?
Sevgiler.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.