34,7632$% 0.1
36,5332€% 0.04
44,1114£% 0.21
2.948,24%0,19
2.638,70%0,09
9.681,11%0,30
Çoğunluğun çok sevdiği bir yazarı sevemeyince kendinizi suçlu hissediyor musunuz? Ya da herkesin bayıla bayıla okuduğu bir kitabı okuyamayınca, sıkılıp yarıda bırakınca?
Ben bazen öyle hissediyorum. Kült eserler vardır mesela, kesinlikle okunmalıdır, okumayan cahildir(!) Ama siz hiçbir şey anlamamışsınızdır ondan. Okudum da diyemezsiniz okumadım da. Bazen olmaz mı böyle? Olur bence. Çünkü neden olmasın?
Birçok büyük eser için böyle hissettiğim oldu zaman zaman, ama genelde o eserler gerçekten çoğunluk için anlaşılması zor olanlardı. Fakat şu an durum farklı. Konumuz Jack London.
Gördüğüm kadarıyla onu herkes seviyor. Özellikle Martin Eden romanıyla gönüllerde taht kurmuş kendisi. Ben ilk olarak Vahşetin Çağrısı’nı okumaya çalıştım. Adı gibi vahşetli bir kitaptı ve köpek Buck’ın yaşadıkları maalesef kitaptan uzaklaşmamı sağladı. Daha sonra Beyaz Diş’i okumaya çalıştım ki orada yine bir kurdun hikâyesi var. Acımasız koşullarda büyüyen bir kurt köpeği Beyaz Diş… Ve yine bana hitap etmedi, ne yazık ki…
Aslında Jack London’a bu kadar kafayı takmazdım. Yani okumasam ne olurdu ki? Ama böyle düşünürken baktım oğlum Kızıl Veba’yı okuyor (14 yaşında kendisi). Yazarın tarzının sert olduğunu biliyordum ve o yaştaki birine uygun olup olmadığını düşündüm o okurken. Sonrasında yine sosyal medyada beğendiğim bookstagram hesaplarının önerilerini de dikkate alarak bir şans daha vermeye karar verdim London’a(!)
Hayatını biraz araştırınca kitaplarının neden rahatsız edici olduğunu anladım aslında. Çocukluğundan itibaren vermiş olduğu hayat mücadelesi neredeyse tüm kitaplarına yansımış. Hatta özellikle Martin Eden kitabında kendisini anlattığı söyleniyor okuyucular tarafından. Yine benim okumaya çalıştığım Vahşetin Çağrısı ve Beyaz Diş kitaplarında köpeklerin verdiği mücadele de aslında kendi zorlu yaşam mücadelesinin bir yansıması olarak çıkıyor karşımıza.
Nihayetinde ben Kızıl Veba’yı okudum. Zaten bir oturuşta okunabilecek kadar kısa… Kızıl Veba benim yazara bakışımı değiştiren kitap oldu diyebilirim bu noktada. Konusundan biraz bahsetmek gerekirse; 2013 yılında başlayan bir salgınla insanlar çok kısa süre içinde ölüyor ve nüfus hızla azalıyor. Dünyada sayılı insan kalması sonucu her şey altüst oluyor, dünya bambaşka bir hale geliyor, zamanla salgın öncesindeki her şey unutuluyor.
Aslında beni etkileyen sadece konusu değildi…
İhtiyar bir adamın dilinden torunlarına anlatılması, hikâyeyi daha da etkileyici kılmış bana kalırsa. Çünkü torunlar o günlere dair hiçbir şey bilmiyor ve hatta dedelerinin konuşma tarzı bile onlara çok farklı geliyor. Dedeleriyle dalga geçiyorlar hatta sık sık. Oysa ihtiyar adam zamanında profesördü; üstelik Kızıl Veba’lı günleri görüp hâlâ hayatta olan son profesör.
Düşünsenize her şeyin bir anda yok olduğunu, tüm sistemlerin çöktüğünü… Tüm bunlardan sonra geride kalan bir avuç insan, tekrar medeniyeti kurmak için kaç yıl uğraşmalı?
Bırakın insanın kendi eliyle oluşturduğu tüm sistem ve ideolojileri, insan olmanın kendisinin unutulduğu bir zaman diliminden bahsediliyor Kızıl Veba’da. Tam da olması gerektiği gibi, korkunç bir distopya aslında.
Bir de şunu söylemem gerek; kitabın çevirisini yapmış olan Levent Cinemre’ye sevgilerimi gönderiyorum çünkü kendisinin eklemiş olduğu notlar da gerçekten muazzam.
Evet, Jack London ile ilişkimiz pek güzel başlamamış olabilir ama herkes ikinci bir şansı hak eder, hatta bazen üçüncü şansı da.
Sevgiler.
2021 AHMET HAMDİ TANPINAR ROMAN ÖDÜLÜ BİRİNCİSİ ESRA KAHYA OKURLARIYLA BULUŞTU
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.