34,2299$% -0.07
37,3284€% -0.23
44,8341£% 0.09
2.930,45%0,46
2.665,75%0,64
8.860,30%1,85
(Latife Anneme)
Hey sen! Baksana bana, sana diyorum sana, dinliyor musun? Etrafında kaç kişi kaldı değer verdiğin, sana değer veren? Günbegün kopuyorlar senden bak eksiliyorsun, tükeniyorsun. İyileri yendikçe, kalan meyveler gibi, çürük çarık, lezzetsiz çevrendekiler farkında mısın? Paramparça ettin sana ait ne varsa, parçası oldukların can çekişirken ölüme dakika dakika yaklaşırken kılını kıpırdatmıyorsun, acılarını hissetmiyorsun. Basit, saçma, önemsiz gerekçelerin var hep, kendinle yüzleşmeye cesaretsizsin. Yiyor, içiyor, uyuyor, uyanıyorsun hepsi bu. Fıkradaki aslanın “Ah bir boynumu çevirebilsem yapacağımı bilirim” çaresizliğindesin ve fakat arkanda eşek yok.
Yarın yeni başlangıçlar yapmalıyım diye aklından kayan yıldız hızında düşünceler geçiyor, yeni başlangıçların neler olduğunu bilmiyordun. “Aynaya baktığımda gördüğüm kişiden korktuğum kadar hiç kimseden korkmamışımdır” diyen filozof yanlış düşünüyor olamaz. En büyük ihanet insanın kendine yaptıkları değil mi zaten?
O gün de geçmişteki herhangi bir güne uyanır gibi uyandın; tarihin, saatin önemi yoktu. Uyandın, hepsi bu. Hep yaptığın içgüdüsel şeyleri yapıp şehrin hengâmesine karıştın. Gideceğin yeri düşünmemiştin, hayatının gidişatını düşünmediğin gibi, diğerlerinin sosyal mesafeler yüzünden birbirlerinden uzaklaşmasını asosyal olman sebebiyle de önemsemiyordun. Bir parkta oturuyor, deniz kenarında dolaşıyor, sayısız toplu taşıma araçlarına binip, iniyordun, nasıl ve neden olduğunu anlamadan… Birileri kum saatini ters çeviriyor; gün geceye yürüdüğünde yıkık malikânem dediğin evine dönüyordun.
Kapıdan eve girecekken yazlığa giden annenin “çiçekleri sulamayı unutma” buyruğunu anımsadın, geri dönüp beş dakika mesafedeki annenin evine yöneldin çiçekleri suladın, Televizyonu açtın, bağdaş kurmuş takkeli bir adamın dualar okuduğu kanal açıldı, ilahi annem nasıl da yaşını yaşıyorsun diyerek kanal değiştirdin. Sıkıldın annenin çeyiz sandığındaki eski albümlere baktın, albümlerden birkaç fotoğraf çektin, zamanın senden götürdüklerini sorguladın. Değişen bir şey yoktu, dün çocuk olanlar çocuklu, dede olanlar göçüp gitmişlerdi.
Sandığı karıştırırken bohçaya sarılmış bir şey dikkatini çekti örtüden çıkartınca kapağı sedef kakmalı küçük bir kutuyla karşılaştın. Annen karıştırdığını anlamasın diye dikkatlice kapağını açtın. İçinde çeşitli kâğıtlar, annenin diploması, siyah beyaz fotoğraflar, mektuplar vardı
Tek bir zarf içine konulmuş, sararmış, solmuş yer yer yazıları silinmeye yüz tutmuş mektupları merakla okumaya incelemeye başladın. Askerdeki dayının annene yazdığı bir mektupta “Gelince dedemin Alkızı’nı kapattığı odanın duvarını yıkacağım” diyordu. Okuduklarına inanamadın, küçükken masal olarak dinlemiştin, Alkızı gerçek miydi neydi?
Anneni arayamazdın, dayını aradın. Dayın sitem etti, kızdı. “Doksan yaşına geldik gidiyoruz, arayıp sorduğun yok”tan başlayıp, “Bu kadar vefasızlık olur mu”dan çıktı. “Söz en kısa zamanda yanına geleceğim” dedin. “Yarın gel, tren iki saat, gelirsen anlatırım” diyerek kestirip attı. Peki deyip kapattın, gece bilet alıp sabah yola çıktın.
Her şey ne kadar değişse de Ankara aynıydı. İlave birkaç büyük bina, hep akan trafik, huzurlu ve kültürlü yüzler kafilesi… Yengen elleri titreyerek kahvaltılıkları çıkardı, birlikte masayı hazırladınız. Kahve faslında Cengiz dayın anlatmaya başladı:
“Dedem bir Alkızı yakalamış. Onları görmek ne mümkün, insana görünmezlermiş. Dedemin de yağız bir atı varmış, her sabah atı yeleleri, kuyruğu örülü olarak kan ter içinde nefes nefese bulurmuş, bu duruma bir anlam verememiş. O zamanlar baytar yok, bişe yok. Hanımzar Bibi isimi yaşlı cinci kadından neler olduğunu öğrenebilirim düşüncesiyle komşu köye gitmiş.”
Hanımzar Bibi olduğu yerden sağa sola kaykılmış başlamış anlatmaya “Sizin ata Alkızı dadanmış, Alkızları çok güzel olurlarmış, aynaya baktıkları zaman güzelliklerinden ayna çatlarmış. Bunlar atları çok severlermiş, bindiği at da kendisi gibi görünmez olurmuş, eğer onu yakalar da eteğine filkete iliştirirsen, filketeyi sen çıkarana kadar senin yanından ayrılmaz, bir dediğini iki etmezmiş. Ayrıca hep aynı yaşta kalırlar yaşlanmazlarmış” demiş.
“Dedem bunları duyduktan sonra Alkızı’nı yakalamak için her gece ahırda nöbet tutmuş. Aylar sonra saklandığı; atlara verdikleri otun içinden Alkızı’nın eteğine filketeyi takmış, yakalamış. Alkızı yalvarmış, yakarmış; kurtulamayacağını anlayınca teslim olmuş. Yıllarca dedemle birlikte yaşamış, dedem çok sevmiş Alkızı’nı, çok da kıskançmış üstelik. Alkızı da dedeme âşık olmuş. dedem yetmiş yaşına geldiğinde bile o yirmili yaşlardaymış. Ölmeden bir süre önce bir duvar ustası bulmuş, odayı ikiye böldürmüş. Odanın diğer tarafına Alkızı’nı kapatmış, duvarın son taşını koymuş eteğin bu tarafında kalan kısmından filketeyi çıkarmış. Yatağına uzanmış son nefesini vermiş, Alkızı da odadaki duvarın öbür tarafında kalmış. Çok iyi hatırlıyorum, Küçük bir çocukken Alkızı benden eteğindeki filketeyi çıkarmamı çok istedi, “Benim de çocuklarım var; onları çok özledim, çöz beni gideyim” diye çok yalvardı, yakardı. Dedemin korkusundan yapamadım. Sonra gençken hatırladıkça o duvarı yıkmayı çok düşündüm. Babam Alkızı’nın bize gazap edeceğini, intikam alacağını, evin betinin bereketinin kaçacağını söyleyince korktum vazgeçtim. Öykü bu.”
Düşündükçe birbirinden türeyen deli sorulara cevaplar aradın bulamadın, akşam üstü vedalaşıp ayrıldın. İstanbul’a döndüğünde olayın geçtiği yeri görme isteğini içinden söküp atamıyordun. Ertesi günü için uçak bileti aldın, Ardahan’a yolculuğun başladı. Seksen beş yaşındaki Mehmet dayınlardaydın. Yemekten sonra sohbet esnasında konuyu açtın, dayın ”Ben o sıralar çok küçüktüm. Daha sonra öyle bir şeyler duydum, fakat gerçeğe aykırı bunlar, yoksa abim mi anlattı sana” dedi. “Anneme yazdığı asker mektubunda okuyunca merak edip sordum zorla anlattırdım” dedin. “Ev senin evlat, bahse konu duvar eski evin olduğu yerde. Yıllar önce sıva yaptırdım, beş altı sene oturduk, yeni ev yaptırınca orayı boşalttım. İstersen yıktır duvarı bak, ben de merak ediyorum”
Sevinçten ve heyecandan geceyi uyuyamadan geçirdin. Sabah olur olmaz işe koyuldun, çekiç keser keski ile duvarın sıvasını döktürdün. Tam bitiş yerine geldiğinde iki taşın arasında bez parçası olduğunu fark ettin. Yengenden filkete aldın, beze iliştirip taş duvarı balyozla yıkmaya, kapı açmaya çalıştın. Akşamüstü bir kişinin sığacağı büyüklükte delik açabildin. Eline feneri yakıp kafanı uzattığında eteği duvara tutuşturulmuş örgülü altın saçlı masmavi ışıl ışıl gözlü Alkızı’nı gördün. Nutkun tutuldu. Dayının “Var mı bir şey kemik memik?” seslenişine “Hiçbir şey dayı, yok bom boş” deyiverdin.
“Demedim mi ben sana! Abimin dediğine ne bakıyorsun; gençken de hayalperestti, şimdi de…”
Kırılan parçalarla yıkık yeri üstünkörü kapattın. Eve geçince duşa girdin, kısık sesle internetten araç kiralama şirketlerini bulup tek tek aradın “Bu saatte olmaz” dediler. İki katı fiyat teklif ettin, yarım saat sonra araba kapının önündeydi. Dayına, gelmişken memleketi gezme düşüncesinde olduğunu bu sebeple araba kiraladığını söyledin, ikişer kadeh rakı içip bolca geçmişten konuştuktan sonra yattınız.
Gece el ayak çekilince parmak uçlarında evden ayrılıp Alkızı’nın olduğu eski eve yöneldin. Sonradan koyduğun taşları yerinden çıkarıp delikten içeri girdin. Alkızı’nı eteğinin tutuşturulduğu duvardan kurtarıp bölünmüş odadaki delikten çıkarttın.
Yanında Alkızı, eteğinde henüz çıkarıp çıkartmamaya karar vermediğin filkete, İstanbul’a doğru yola çıktınız.
Mehmet Rauf’un öyküleri gün yüzüne çıkıyor
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.