34,9739$% 0.16
36,7420€% 0.28
44,1241£% -0.32
2.974,72%-1,04
2.647,78%-1,18
10.125,46%0,66
Umarım, “eşek gibi inatçı”, “eşek kafalı”,
“damgalı eşek” tarzı olumsuz deyimleri kullanmaz,
“eşek gibi uysal”, “eşek gibi akıllı”,
“eşek gibi çalışkan” demeye başlarsınız.
Bilge eşek Kadişon (Cadichon)
Evimizin önünden başlayan yokuşun kumlu, dar beton yolunun bir tarafı eski ahşap evlerle diğer tarafı bahçeleri çevreleyen tahta tarabalarla çevriliydi. Bu yol yokuşun bitiminde dörde ayrılırdı. İlk sağa dönülen ayrım mahallenin camisinin de içinde olduğu yukarı mahalleye, ikincisi Taş Mahallesi denen en dışta kalan evlere, üçüncüsü ise Öteköy dediğimiz içte kalan ve oyunlarımızı oynadığımız yere çıkarken sonuncusu da mahallenin adını da aldığı deniz kenarına inerdi. Mahalledekilerin çoğu geçimini balıkçılık yaparak sağlarlardı. Bu nedenle mahallenin adı Denizciler Mahallesi’ydi. Yokuşun bu dörde ayrılan tepe noktasından ilerleyince deniz kenarına uzanan inişinin ilk evinde Ayşe Teyze ve eşi Kürt Dede otururdu.
Kürt Dede’nin gerçek adını hala bilmem. O zamanlar yüz yaşını aşmış ama çok sağlıklı olan Kürt Dede yaşı, sakalı ve kafasına sardığı puşiye benzeyen ve yaz-kış çıkarmadığı bu örtüsü kadar eşeği ile özdeş bir adamdı. Kürt Dedenin Kurtuluş Savaşı yıllarındaki anılarını dinlemeye bayılır, her gördüğümde dinlemiş olsam da hikayelerini tekrar tekrar dinlemek isterdim. Kürt Dede hiç bir zaman hayır demez, hemen anlatmaya koyulurdu. Değişik cephelerde yıllarca savaşmış, defalarca yaralanmış, hatta onun anlatımıyla Fransız’a ve Rus gavuruna esir düşmüştü. Bu nedenle hem Fransızca hem de Rusçayı bir miktar öğrenmişti. Hemen hemen her gün Taş Mahallesine çıkan çamurlu patika yoldan eşeğiyle geçer, saatler sonra ormandan eşeğine yüklediği odunlarla birlikte geriye dönerdi. Evine çok az mesafe de kalsa caminin önündeki beton kaldırımın kenarına oturur, boynuna sardığı örtüyle yüzündeki teri kurulardı. Oyun oynamak için kullandığımız bu alanda onu görür görmez yanına ilişip, savaş anılarını dinlemeye koyulurdum. Ne kadar yorgun olursa olsun her defasında boğuk cılız sesiyle anılarını anlatmaya başlar, bir müddet sonra nemlenen gözlerinin buğusunda anılarının arasında kaybolup giderdi. Onu dinlerken bir savaş filmini izliyormuş gibi büyük bir keyif alır, onu saran özlem dolu geçmişin içine dalıverirdik.
“Yunan harbindeydik. Günlerce yollarda at sürmüş, çok yorulmuştuk” diye anlatmaya başladığı bir anısında dinlenip, karınlarını doyurmak için girdikleri terk edilmiş bir evde saklanan bir Yunan askeri tarafından hayalarından vurulduğunu anlatırken; hayaların ne anlama geldiğini sorduğumda eliyle önümü işaret edip günlerce ata binemediğini bu yüzden de yürümek zorunda kaldığını anlatmıştı. Ben ise dağarcığıma haya yerine hayal diye yeni bir kelime ekleyecektim.
– Eee! Dede, Yunan askeri seni vurunca ne oldu, esir mi düştün? deyince kurşunu acısını hissetmiş gibi sarsılmış duruşundan sıyrılıp; “Yok olur mu. O beni vurmadan önce ellerimle onu yakalamıştım. O çok korkmuştu. Onu öldürmek gibi bir düşüncem yoktu. Yalnızdı, kaçmış olmalıydı. O beni vurunca duyduğum acıyla onun boynunu sıkmıştım. Kefere ya benim can acısıyla fazla sıkmamdan ya da korkudan elime yığılıp kalıverdi” diye anlatırken Kürt Dede gözümde kahramanlaşır, aynı yeri tekrar tekrar anlatsın isterdim. Bugünlük bu kadar der dizlerinden buruşuk elleriyle destek alıp kalkar, odun yüklü eşeğinin ipinden tutup evin yolunu tutardı.
Çarşıdan eve doğru döndüğüm bir gün mahallemizin girişinde yer alan eski tarihi mezarlığın başında Kürt Dede ve eşeğiyle karşılaştım. Hızlıca yürüyüp yanına yaklaştığımda ipinden tuttuğu eşeğini ak sakallarının arasından belirgin bir kalınlıkla daima kendini belli eden çatlak ve büzgün dudaklarıyla “çüüüüş” diyerek durdurdu. İçimden geçeni anlamışçasına;
– Binmek ister misin? diye sordu. Sevinçle kabul ettim. Kürt Dede’nin yardımıyla eşeğe bindiğimde tarifsiz bir heyecan duyduğumu hatırlıyorum. Eşek bir kaç adımdan sonra beni kabul etmemiş olacak ki, huysuzlanmaya başladı. Giderken ayak diretiyor, boynunu aşağıya kadar eğerek beni sırtından atmaya çalışıyordu. Bir süre sonra duyduğum heyecanın yerini korku almaya başlamıştı. Kürt Dede de eşeğin tutumunu anlamış olacak ki, elindeki ipinin sarkan ucuyla eşeğin boynuna bir iki vurarak onu uyarmaya çalıştı. Eşek inadı diye boşuna söylememişler. Hayvan inadından vazgeçmiyor, daha da huysuzlanıyordu. Korktuğumu anlayınca Kürt Dede beni eşeğin üzerinden aldı. Bu benim bir binek hayvanına ilk ve son binişim oldu.
Daha sonra tanıyacağım eşekler hep birbirinden farklı oldu. Eş durumundan tayinim Halfeti’nin Bozyazı Köyüne çıktığında yeni bir yaşama başlamanın mutluluğu vardı. Köydeki insanlar çok sıcak kanlıydı. Bugün bile sanki kendi köyümüzde olduğum duygusunu hâlâ yaşarım.
Köyde en çok sevdiğim insanlardan biri Hamo Aziz idi. Bizleri çoğu zaman öğretmen olarak değil; dostu, kardeşi gibi düşünür, içinden geldiği gibi konuşur, şakalar yapardı. Yine köyde onun kadar sevdiğimiz, yaşam tecrübesine ve sözüne inandığımız diğer abimiz Hamo Aziz’in yaptığı şakalara kızan Vakkas Abi, bir gün ona çok kızmış ve “eşek…” diye bağırmıştı. Sürekli güler yüzlü, dağınık saçlarıyla ve pala bıyıklarıyla yaramaz bir çocuk edasında olan Hamo Aziz’in artık yeni bir lakabı vardı. “Ker Hamo..!” yani Eşek Hamo..(Hamo o yöredeki Mehmet) Bizim Eşek Hamo çok çalışkan bir insandı. Güneydoğunun feodal bağlarına pek aldırış etmezdi. O yörenin geleneğine uygun maço erkek tipine de hiç mi hiç uymazdı. Karısı erkek çocuk ister, Hamo kızları severdi. Yenge ikinci erkek için hamile kalır, ama yine kız doğardı. Böylelikle Hamo’nun birbirinden güzel bir sürü kızı vardı. İşte bu yüzden Hamo benim hatırladığım ikinci eşek ve ikinci Kürt’tü.
İlkokula gittiğim yıllarda Mehmet öğretmenimin etkileyici sesiyle okuduğu hikayeyi yarım bırakarak merak uyandıran tutumu bana okuma alışkanlığı kazandırmıştı. Okumayı sevdiren okuduğundan aldığın keyiftir. Yazın tatil olduğunda memlekete gelir yıllarını bizim için harcayan babam mahallemizin emektar bakkalını dinlendirmek için dükkan bekler, beklerken de dükkanın etrafındaki meyve ağaçlarının rüzgarla dalgalanan yapraklarının hışırtısında okumaya devam ederdim.
Aziz Nesin’in “Ölmüş Eşekten Mektuplar” adlı romanı müthiş güzeldi. Her bölümün bitimi, yeni bölüme merak uyandırır kitabı elimden bir türlü bırakamazdım. Kitap okumadığım zamanlar dükkan rafında durur, ertesi gün kaldığım yerden devam ederdim. Yine bir gün dükkana geldiğimde çok şaşırmıştım. Babam, elinde okuduğum kitapla tatlı tatlı tebessüm ediyordu. Babamı ilk kez kitap okurken görmüştüm. O memleket meselelerini takip eder, günlük gazete okurdu onu kitap okurken hiç görmemiştim. Babam da bu kitaptan büyük keyif almış, benim ne okuduğum merakıyla şöyle bir bakarken okumaya sardırıvermişti. Babamı başka bir kitabı okurken hiç hatırlamıyorum. Aslında babam bir kitabı okumaktan ziyade dediğim gibi benim ne okuduğumla ilgilenmişti. Düşünün ki bir memlekette baba olarak evladınızın okumamasından değil de okumasından endişe ediyorsunuz. Öyle ya, 12 Eylül darbesinin yaşandığı gün evlere baskınlar yapılmış, suç unsuru olarak ilk önce kitaplar tutuklanmıştı. Sonra da mahallemizin abileri ve ablaları.
1993 yılları Sivas… Madımak ismi yandı geçti!. Otuzbeş can gerici yobazların çıkardığı yangında yakılarak katledildi. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan saldırgan kalabalığa doğru itildi. Asıl öldürmek istedikleri Aziz Nesin’di, ama ölmedi. Daha oğlum bir aylık bir bebekti. İnadına yaşadı, inadına yazdı ve bu bir mezar taşına ihtiyaç duymadan çekip gitti. Kimseye de yerini söylemedi.
Ölümünden önce Aziz Nesin bir öykü daha yayınlamıştı. “Sizin Memlekette Eşek Yok mu” Çakal bir Türk köylüsünün kendini kandırmaya çalışan uyanık turistlere karşı tutumunu anlatan bu kitap ise, farklı bir eşek olarak belleğime kazındı.
Sevdiğim her şeye her zaman tutkuyla bağlandım. Ne sevdiklerime ne de sevdiğim şeylere asla ihanet etmedim. Futbol benim için en büyük tutkulardan biri olmuştu. Yaş ilerleyip kemale ermeye başlayınca, beyin ve ayak koordinasyonu sağlayamaz hale gelmiştim. Üstelik sahadaki formalara sığamayacak kadar kilo alınınca insan ister istemez topun peşinden koşmaktan vazgeçip acı içinde tribündeki yeni yerini almak zorunda kalmıştım. Sonra genç sporculara hocalık zamanları… Saha kenarına inince zamanın ne denli hızlı geçtiğini anlayıvermiştim. Top oynamaktan hep keyif aldım. Bir de oynatmaktan. Seçmeler yapılır, o seçmelerin içinden bir takım yaratmak için yazımızı kışımızı tozlu çamurlu sahalarda geçirirdik.
Bir dönem seçmelerinde takımımın içinde adı Emrah olan üç oyuncum vardı. “Emrah” diye seslendiğimde ikisi bakar, diğerinin adı Emrah değilmişçesine oyuna devam ederdi. Verilen görevleri yapmaz, kendi istediği gibi oynamaya çalışır, kaybedilen maçlarda beni deliye çevirirdi. O’nun bu huyu yüzünden kaybediyor olduğumuz bir maçta “Emrahhh..!” diye dakikalarca bağırdıktan sonra kafasını kaldırıp bakmayan oyuncuma “eşek” diye bağırınca; “Efendim Hocam” diye bana dönüşü tribünlere alay konusu olmuş, maç sonuna kadar seyirci “eşek” diye tezahürat yapmıştı. Takım arkadaşları ve ben onu hâlâ “eşek” diye severiz. O da beni çalıştığı kamyonun altında kalarak can veren babasının yerine koyar “babam” diye sever.
Şimdi aradan çokça zaman geçti. Comtesse De Segur’un “Bir Eşeğin Anıları” adlı kitabını okurken hayatıma girmiş eşekleri düşündüm.
Kitaptaki eşek Kadişon haklıydı. Biz insanlar ne kadar kötü davranış varsa bunu eşeklik, bu davranışı gösterenleri de eşek olarak nitelendiriyorduk. Oysa benim tanıdığım tüm eşekler yaşantımda çok önemli değere sahip güzel anılarla yoğrulu güzelliklerin temsilcileriydi.
İkizdereli Deli Ismayıl’den Laz Marks emiceye sorular
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.