DOLAR

39,3221$% 0.39

EURO

45,8361% 1.77

STERLİN

53,6020£% 1.03

GRAM ALTIN

4.276,52%1,26

ONS

3.386,30%0,98

BİST100

9.517,27%-1,74

a
  • Ters Dergi
  • Mizah
  • Oğuz Aral ile pandomim, yaşam ve her şey üzerine söyleşi

Oğuz Aral ile pandomim, yaşam ve her şey üzerine söyleşi

   Mizah tarihiminizin köşe taşı Gırgır dergisinin kurucusu ve karikatür dünyamızın sembol ismi Oğuz Aral’ın aramızdan ayrılışının üzerinden tam 16 yıl geçmiş. Sadece bir çizer olarak değil, sahne sanatlarında da yetkin bir isimdi Oğuz Abi. 26 Temmuz 2004 tarihinde aramızdan ayrılan ustayı farklı konulardaki görüşlerini ortaya bir söyleşi eşliğinde anıyoruz.

ad826x90

   Türkiye’de mim konusunda konutuğumuz kişiler sizin ülkemizde mim sanatıyla uğraşmaya başlayan ilk isimlerden biri, hatta belki de ilki olduğunuzu söylüyorlar.

   Türkiye’nin en büyük yanlışı “Türkiye’de ilk defa…” lafıdır. Ben bundan nefret ederim. “Türkiye’de ilk defa bilmemneyi ben yaptım” diyen adam en azından 200 sene gecikmelidir. Ben sözsüz tiyatro, hareket tiyatrosu, hareket ile ifade edilen, derdini anlatmaya çalışan tiyatronun Türk toplumunda inanılmaz bir tezat, zıtlık yarattığının farkına vardım. O kadar ilginç bir şey ki bu… Türk toplumu şifahi bir toplum, yani konuşarak edebiyat yapan, konuşarak derdini anlatan, hatta ve hatta bir üst düzey mahkemesine derdini dilekçeyle değil de konuşarak anlatmaya çalışan bir toplum. Batılılar dilekçe verirken bizimkiler kadıya derdini giderek, şifahen konuşarak anlatıyorlardı. Destanlar, şiirler, halk şiirleri, Karacaoğlan bu yapının önemli örnekleri… Yani, bu ne demektir; okuma yazma yok! Yazı yok, baskı makineleri yok, İbrahim Müteferrika’nın Türkiye’ye ilk defa -yine o ilklerden biri!- baskı makinesini getirmesi Batı’dan 200-300 yıl sonra olmuştur. Dolayısıyla, Türk toplumu çelişkiler toplumudur.

   İlk köy oyunları, hareketle ifade edilen oyunlar da Anadolu’da başlamıştır. Şimdi Anadolu yapısındaki şifai toplumla, hareket tiyatrosunun ilk başlangıcı gibi saydığım Anadolu yapısı zıtlık gösteriyor. Bu neden? Çünkü benim tahminim, ben arkeolog ya da sosyal bilimci değilim, ama insanoğlunun toprağın üstüne ilk çıktığı yer Anadolu’dur… Örneğin, Çayönü mağaralarında taşlaşmış buğdaylar bulunmuştur, yani üretime geçilmiştir Anadolu’da. Ne zaman? O sırada Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde avcılık sürerken… Yani insanlar daha çiğ et yerken, belli Anadolu mağaralarında keçi motifleri vardır. Örneğin, Güney Fransa’daki mağaralarda, İspanya’daki mağaralarda boğa motifleri vardır, yani avlanan hayvanlar yüceltilmiştir. Çayönü’nde ise keçi motifi vardır. Keçi ehlileştirilebilen bir hayvandır. Eğer Anadolu halkı, bu ipuçlarından yola çıkarak, üretime geçmişse üretim kültürünü beraber getirmiştir. Üretim kültürünün en belirgin tarafı şenliktir, üreten insan şenlik yapar. Avlayan insan da şenlik yapar ama üreten insanın şenliği uzundur, 3 hafta sürer. Dolayısıyla, üretmeye başlayan insanın şenlikte ustalaşması, yani tiyatro, şiir, musiki, sadec tamtamlara vurarak dens etme değil de, o şenlikte gösteri yapmak, o gösteri de bir anlam, bir mesaj vermek… kimisi padişahını, ya da başkanını över, kimisi o yıın üretiminden duyduğu memnuniyeti, keyfi sergiler. Dolayısıyla, bu şekilde bir anlatma ihtiyacı doğar.

ad826x90

   Nedir bu anlatma ihtiyacı? 

   Görseldir. Şenliklerde çok gürültü çıkarılır, herkes çok içki içer, bu şenlikler eskiden Anadolu’da haftalarca sürerdi. Ve bu kadar gürültü arasında nasıl ifade edecek kendini. Bugün de yapıyor, parti başkanları yapıyor, elleriyle kollarıyla, bakışlarıyla mesajlar veriyor, sadece konuşmuyor adam, çünkü konuştuğu zaman lafı güme gidiyor. Türkçede çok önemli bir laf vardır; lafı hallaç osuruğu gibi güme gitti, derler. Eskiden yorganlarımız, yataklarımız pamukludandı, sizin zamanınızdaki yaylı yataklar yoktu. Bu yataklar yatıla yatıla bir süre sonra ezilirdi, insanın orası burası ağrırdı, hallaç çağırırdık. Hallaç dediğimiz adam, yorgancı, yarım yay gibi hallaç aracı vardı, yorganı kenarındaki dikişlerden söker, içindeki pamuğu atardı. Tokmakla pamuğu o aracın tam kirişine rastlatarak vururdu. Vurduğu zaman zangada-zungada ses çıkardı. Herif sürekli oturarak çalıştığı için midesi gaz yapardı ve osururdu. Osurduğu zaman o gürültü sırasında osuruğu hallaç osuruğu gibi güme giderdi.. İşte bu laf oradan çıkmıştır ki kalabalık ve gürültü içinde lafın bir değeri kalmıyor, hareket öne çıkıyor. Zaten insanların sözcükten çok hareketten etkilediği de çok eskiden beri bilinen bir şeydir. Öyle bir davranış yapıyorsun ki o, yüz tane sözcüğün yerine geçer.

   Tekrar lafı toparlıyorum. Anadolu’da az önce sözünü ettiğimiz şenlikler sırasında hareketli anlatım sanıyorum o patırtı içinde daha öne geçti. Örneğin, Hititlere baktığımız zaman -ki Anadolu toplumunun en büyük mirasçılarından biridir, bugüne kalmıştır, sanatlarıyla heykelleriyle, takılarıyla, kurdukları şehirlerle. Hititlerin şenliklerinde -ki bu şenlikleri de tevarüs etmişlerdir, yani mirasçılarıdır Anadolu şenliklerinin-, düşman kavramı vardır. Her toplumda olduğu gibi düşmanı neyle öldürürlerdi? Düşmanı bir yılan simgesi olarak alırlardı. Yılanın düşman gibi simgelenmesi Anadolu’dan kalmıştır, hala yılan gibi deriz sevmediğimiz adama. Bunu lafla değil, yılan gibi kocaman derilerden dikilmiş bir maket yaparlardı, ağzına şarap doldurup, onu çatlatırlardı. Yani düşmanı şarapla öldürürlerdi. Ve yine Anadolu seyirlik oyunlarına baktığımız zaman, hepsinin harekete dayalı ve genelde sözsüz olduğunu görürüz. Bunların bir kısmına ahvaz oyunları, dilsiz oyunları denirdi.

   Türkiye’deki mim çalışmaları ile köy seyirlik oyunlar arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir sizce?

   Evet, gelelim Türkiye’deki mime. Size yemin ederim, Anadolu’da üretime geçildiği sıralarda Batı, çiğ et yiyip, orman hayatı yaşıyordu ve avcıydı. Fakat giderek Yunan’dan aldıkları kültürden, Roma İmparatorluğu doğdu. Aslında Roma İmparatorluğu dünyaya çok açık gibi görünse de, bütün dünyayı hizaya getirse de aslında Roma şehriyle yetinen bir imparatorluktu. Bu kapalı imparatorluğun en büyük eğlencesi tiyatroydu ve burada birgün çok büyük oyunculardan bir tanesi sesini kaybeder. Bu bir anekdot… Ve bütün rolünü o gece, o tiyatroda sesini kaybettiği için lafları söylemeden ama lafları tarif ederek oynadı… Bir kısım Batı’lı mimin başlangıcı olarak bu olayı anlatır. Kaybetse de kaybetmese de zaten yaptığı iş bin yıllardır yapılagelen iştir, hem de nerelerde? Sadece Anadolu’da değil, Çin’de 4000 yıl eskiye dayanan hareketlerle, belki biraz kapalı mesajlar veren oyunlar vardır, aynen Hint’teki gibi. Ve hala vardır, o Hint kadınlarının el hareketlerinde hareketin verdiği bir sürü imge, anlam, mecaz vardır. Dolayısıyla, hareket tiyatrosu Japonya’da da, Çin’de de kısacası Doğu’da da söz tiyatrosundan önce, benim tahminimce doğmuştur.

ad826x90

   Sonra ne olmuştur? Tabii, söz ve edebiyat baskın çıkmıştır. Bir uzun süre hareket tiyatrosunu ezmiştir, geri bırakmıştır. Her yeni bulunan sözcüğün parlaklığı, şiiri, insanları çok daha fazla ilgilendirmiş, ya da şoke etmiş, keyiflendirmiştir. Yunan tragedyalarındaki, Shakespeare’deki sözcüklerin etkisi bir uzun süre insanları daha üstün bir tiyatro seyrettiğine inandırmış ve hatta her tiyatronun bir de mistik yanı vardır, o sözcükleri bir Tanrı buyruğu gibi dinleyip, arınma duygusu geliştirmiştir. Belki hareket tiyatrosunda bu mistisizm ve arınma duygusu yoktur. Halk bu manası ağır sözcüklerin bir kısmını anlamadığı için kendi tiyatrosunu pazar yerlerinde devam ettirmiştir. Biz bunlara pazar tiyatroları diyoruz. Bunlar aynı zamanda ticarete de hizmet etmiştir. Yani, domates satan bir herif demiştir ki, sen benim domatesimin yanında biraz dur da orada muhelefetini yap, ben de alışveriş yapayım. Şu anda maçlarda kokoreçciler, köfteciler gibi bir şey. Pazar yeri tiyatroları halk tarafından da, tüccarlar tarafından da desteklenmiştir. Sırf bu yüzden, pandomim bugüne kadar gelmiştir. Sonradan bu edindiğim bilgileri kendi kafamda dönüştürmeye, yaşama geçirmeye çalışmaya başladım, ama benim onlardan daha fazla bir zenginliğim vardı, zaten Anadolu kökeninden gelmek, zaten halkımın içinde bu tür tiyatronun olduğunu bilmek –o zamanlar bilmiyordum, araştırdıkça öğrendim. Hareketle söylemek istediklerimi çizebilmenin avantajını kullandım ve Türkiye’de ilk defa diyebileceğim –en nefret ettiğim laftır- hareket tiyatrosu kurdum. Yıl 1955’ti sanırım…

   Biz önce köylerde, köy meydanlarında, hastanelerde, hapishanelerde oyunlar oynamaya başladık, çünkü öyle bir dönemdi ki o zaman, İstanbul’da en azından 20 tane amatör tiyatro vardı. Yani Türkiye bir daha tiyatrosunu keşfetmişti, bu gruplardan Genco’lar, vs. kimler çıkmadı. Ve bu bir kere oldu, bir daha olmadı. Biz gezegendik, bu gezegenlik yüzünden hakkımızda komünizm propagandası yapmakla itham edildiğimiz davalar mı açılmadı, başımıza neler geldi, artık ne yapalım hamama giren terler, ama yaptık yani… Gittik tiyatroyu hayatında görmemiş köylerde sözsüz tiyatro oynadık. Çok da katıldılar, inanılmaz şekilde. Mesela Ordu ilinin hapishanesi o zaman yarısı yıkılmış bir kaleydi. Zengin olan mahkumlar yıkılmamış kısmında, fakir olan mahkumlar açıkhavada, yıkık kısımda kalırlardı. Biz orada voleybol oynanan alanda gösteriler yaptık. Aynı zamanda Ordu ilinin Devlet Hastanesi’nde de oyunlar yaptık. Hatta arkalardan bizi duymadıklarını tahmin ettikleri için “Ses, ses” diye bağırdıkları bile oldu.

   Ben hiçbir zaman marifet gösteren bir maestro gibi kendimi sanmak istemedim, ben mahçup bir adamım, hep grup halinde, bir topluluk halınde oyunlar oynadık, uluslararsı kültür şenliklerine katıldık, dereceler aldık. Mesela ikinci olduk, ama Polonyalıların arkasında ikinci olduk. Polonya’da sadece pandomime ait apayrı bir konservatuar varken, biz eski boksörlerle, sandık çakıcısı Kapalıçarşı’daki çıraklarla, Kaya Gürel gibi Remzi Kitabevi’nde çalışan işçilerle bu topluluğu kurduk ve bunlarla ikinci olduk, bunların arasından ve adamların dudakları uçukladı. Tabii biz bütün öğretiyi, bütün tekniği bilmiyorduk, zaten bu kolay edinilen bir teknik değil, yani içinde dans, cambazlık, şiir olan, 3-4 yıl sürebilecek bir öğrenimken bu, işte biz bunları geceler boyu herkes işinden çıkıp, provalar yaparak, artık gece provası ne olursa, 3-4 provayla çıkıp, öyle dereceler aldık.

   Öğrenci olarak bitiremediğim Akademi’nin üniversitesine, yani Mimar Sinan Üniversitesi’ne -bitirememe sebebim gazetelerde o sırada karikatürcü olmak, evlenmiş olmak, yoksa parlak bir öğrenciydim- bitiremediğim üniversiteye hoca olarak girdim. Ve yıllarca o üniversitede, tiyatrocu çocuklarıma hareket, jest-mimik dersleri verdim. Pandomim, akrobasi ve dans dersleri verdim. Çünkü söz konusu tiyatro biçimi bunların hepsini içerir. Bunları verirken eşek yüküyle kitap okudum. Bunların önemli bir kısmı da gavurcaydı, sabaha kadar yarım sayfa gavurca kitap okuyup, en azından 14 sayfada sözlük okuyordum. Yine o kadarla kalmadım, Gavuristan’a gittim, birtakım kurslara katıldım, birtakım hocalar buldum, onlarla konuştum,atölye çalışmalarına katıldım, sonra da 4 yıl Müjdat’ın mektebine gittim. Bir kuşağı mezun da ettim. Artık onlar herşeyi yapabilirler, ters takla atarlar, parende atarlar, havada uçabilirler, mim yapabilirler, dans edebilirler. Örneğin sizin kuşağın hiçbiri tango, vals bilmiyor. Sahnede karşınıza geldiği zaman özel bir dans öğretmeni çağırmak zorunda kalacaklar, halbuki vals bilmeyen herif benden mezun olamaz zaten. Bunlar basit şeyler gibi görünüyor ama hiç değil. Amuda kalkmasını bilmeyen de mezun olamaz.

   Sonunda geldi, geldi, bugünkü resmi tiyatroya eleman yetiştirilmesinin içine kadar girdi bu iş. Oysa Türk Tiyatrosu’nun kuruluşu, sözseldi, şifahiydi. Batı’dan getirilmiş hocalarına bakalım, ister Şehir Tiyatrosu’nun, ister Devlet Tiyatrosu’nun kuruluşu, hepsi sözseldir. Şifahi tiyatronun hocalarıdır. Onun için Türk Tiyatrosu ne hale geldi: radyofonik temsiller haline geldi. Oturan insanların seslerini dinler hale geldik. Manalı konuşmalarını gümleterek yaptıkları bir tiyatro haline geldi. Halbuki tiyatro görsel bir sanattır, sözsel bir sanat değildir. O sözleri vücudunla ifade edebilince tiyatro yapmış oluyorsun, sesini inletince değil. Halbuki, hepsi ses inletiyor. İşte görüyoruz, bu artık baskındır. Müşfik’le ben kaç tane oyun koydum sahneye. Ben Müşfik Kenter’in, Orhan Veli’de bir elini ayağını kımıldatana kadar göbeğim çatladı. Hayır reddediyor vücudu, çünkü öyle bir eğitim almamış. Salla kolunu sallayamaz, sessel eğitimden geçmiş, nereden Ankara’dan, Cebeci… Hatta dalga geçerdik biz, Cebeci Türkçesi diye, ses inlettiği için. Allahtan Müşfik ileriye, yeniliğe, güzelliğe açık bir adam da, bunların hepsini yapabildi. Tiyatronun kökeni seyirlik oyundur, bunun adı budur, görseldir. Görsel olmayan tiyatro halk için değildir. O zaman da çok ağlarlar, seyirci neden gelmiyor bize diye.

ad826x90

   Mim topluluğunuzla geçirdiğiniz süreçten biraz daha bahsedebilir misiniz, ne kadar devam etti, nerelerde oynadınız, nasıl çalışmalar yaptınız?

Bu 1958-1964 arası sürdü. 1964’te mahkemelere çıktık, sözsüz bir şekilde komünizm propagandası yaptığımız konusunda… Bu sürede bir gruptuk biz. Belki de bireysel bir adam gibi görünüyorum ama anonim yaratıya da inanıyorum. Mesela Gırgır’ı da öyle yaptım ben. Pandomim lafını bile kullanmadan sözsüz oyun yaptık. Ama mahkemelere çıkınca, komunizm propagandasını hareketle nasıl yaptığımız sorulunca, biz de cevap veremeyince bizden text istediler. Haklı olarak mahkemeler laflarda komünizm propagandası aramaya alışmışlar. Bizim textimiz yok. Ben de Hakim Bey’e “Oynarız” dedim “Ama garanti veremem sana, birgün öyle oynarız, birgün böyle oynarız, işimize geldiği gibi oynarız, çünkü her an oynarken değiştirebiliriz”. Savcı da, hakim de çaresiz kaldı, “Yavrum, komünizm propagandası yaptınız mı, yapmadınız mı” dedi, “Yapmadık” dedik, nasıl yapılır! Sonunda beraat ettik ama 4 yıl takip altında kaldık, canımız çıktı. Bu da herhalde Türkiye’deki ilk değil ama tahmin ediyorum dünyadaki ilk pandomimle komünizm propagandası yapma davasıydı. Adana hapishanesinde oynadığımız bir oyundan ötürüydü bu…

   Gösteriler için seçtiğiniz temalar toplumsal içerikliydi sanırım.

   Tamamen öyleydi. Çünkü o an, söylemeye ihtiyaç duyduğumuz sözcüklerimiz toplumsaldı. 64’ten sonra topluluk dağıldı. Topluluğun bir kısmı Almanya’ya işçi olarak gitti, bir kısmı 70 olaylarında hapse girdi… Bir daha da Türk tiyatrosu, 71 cuntasından sonra pek toparlanacak zaman bulamadı.

   Akademi’deki hocalığınız hangi yıllara denk düşüyordu?

   80’den sonra. Kenan Evren cuntasından sonra. YÖK oldu. Konservatuar, Devlet Konservatuarı Mimar Sinan Üniversitesi içine girdi. 8-9 yıl hocalık yaptık. Sıkıldım, bıraktım. Daha sonra da Müjdat’a gittim, elimden geldiği kadar yardım ettim. Ondan sonra sıkıldım. Aslında kimsenin, gençlikte de böyle talepleri yok. Tiyatro öğrencilerinin… Zaten bırakma nedenim oydu. Dişimle, tırnağımla Etienne Decroux’nun öğretisini rüşvetle, tehditle kapmaya çalışırken, bu çocuk devletin kendisine sunduğu bütün imkanları, bir kere oraya girmiş ya, ağzının kenarıyla reddediyor. Ağzına kaşıkla sokuyorsun, öbür taraftan tükürüyor. Onun sadece diploma talebi var. Çünkü oraya girmiş, girmişse otomatik olarak, hatta 1. senede o diploma verilse çok mutlu olacak. Ondan sonra da parayı kazanacak, Tofaş araba alacak, sonra arabasını Honda’yla değiştirecek. Yani, öyle bir niyeti yok. Biraz dayandım ama tamam… Bu Turgut Özal’ın çocuklarına benim anlatabileceğim, verebileceğim birşey yok. Yani talep kalmamış. Tabii, insandan umut kesilmez. Zaten bunları sana havaya anlatıyorum. Belge olarak mı kalır, senin kafanda mı kalır? Umudum var da, beklentim yok.

   Sizin mim anlayışınız nasıldı?

   Benim maalesef o sıralarda mim tekniğine bu kadar zaman ayırıp, yatırım yapmam mümkün değildi. Yani, harika bir tekniğim yoktu. Benim söylemek istediğim şeyler vardı. Zaten bir kısmını çizgiyle, bir kısmını vücutla söylemeyi seçtim. Ben aslında sahneye çıktığımda fena değildim ama iyi de bir mimci değildim. Bu insanlarla kıyaslayamazdın. Sözünü ettiğim Polonyalı gruplardan biri geldiği zaman, onların ortalama bir öğrencisi bir gösteri yaptığı zaman, ben eşekten düşmüş gibi hissediyordum. Ne yapabilirdim yani? O kadar muhteşem bir teknik sergiliyordu ki. İşte baka baka, Türk milleti baka baka öğrendi. Ama şimdi öyle düşünmüyorum. Şimdi biliyorum. Yani, en azından bir kısmını. Bildiğim kısmını öğretmeye çalıştım. Benim öğrencilerimle bir Polonyalı yanyana geldiği zaman artık o kadar büyük fark yok diyebilirim. Gene onlar daha iyi ama, biz de fena değiliz. Ne karanlıklardan geldik. Mim ne demek, Türkiye’de nereden çıktı, kaç senede ve ne oluştu? Ben Almanya’da mizah dergisi sattım. Yani, 100 yıl öncesine kadar çizginin, mizahın yok olduğu ülkeden Almanya’ya mizah dergisi sattım. Yaparız hani gerekirse.

Bu söyleşi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölüm Dergisi’nden derlenmiştir. (Söyleşi: Kerem Karaboğa, 2004)

ad826x90
ad826x90
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Kırık bir aşk hikayesi mi, bir şehir efsanesi mi?

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.