35,9976$% 0.22
37,2320€% -0.56
44,6905£% -0.07
3.307,64%0,36
2.860,40%0,15
9.951,65%1,11
Sabah kahvaltısı yapılmış, sofra toplanmış. Sıra erkekleri işe göndermeye gelmiş. Lakin erkekleri işe uğurlamak, koca bir merasim ister. Gidecek olan kişi öyle böyle biri değildir. Evin erkeği, direği, dayanağı, kirişi, kolonu… Aslanın ağzındaki ekmeği almaya gidecek olanı. Döğüşkeni. savaşkanı, vuruşkanı…
…
Dışarıdan bakan bir göze göre erkek Topkapı Saray’ındaki Kaşıkçı Elması, Arkeoloji Müzesi’ndeki İskender Lahti kadar değerli, belki de daha değerlidir. Ona o değeri veren evin kadınıdır. Müstehcen olmayan en masumane temas, erkeğin gömlek yakasını düzeltmekle başlar. Kadın, ince, naif ve sıcak dokunuşlarla eseri üzerinde son rötuşları yapan bir sanatçı gibidir.
Erkek de garibim; dünyadan bi’haber ilkokul öğrencisidir. Saçı düzeltilir. Yakası düzeltilir. Pantolonu sağa-sola çekiştirilir. Omzuna, halı silkeler gibi vurulur, olmayan toz alınır. Evin kadını, erkeğini; öyle bir “Güle Güle” ile yolcu eder ki, kendini majesteleri yerine koyan erkeğin mıntıkasını terk etmeyip eve tekrar geri dönesi gelir.
…
Evin erkeği aile içinde bu kadar önemlidir. Lakin bir yere kadar… Evde öyle bir oda vardır ki methiyeler düzdüğümüz erkeği bile ikinci plana iter.
“MİSAFİR ODASI”
…
Efendim o zamanın evlerinde “Misafir Odası” denen kutsal bir mekan vardı. Oraya evin kadınından başkası asla ve kat’a giremezdi. Hani o aslanın ağzındaki ekmeği almaya giden cengaver vardı ya… Başka bir deyişle evin erkeği, direği, dayanağı, vuruşkanı falan hani… Onun da havası kutsiyeti, kudreti; o mukaddes odanın kapısına kadardı. O da asla adım atamazdı oraya. Öyle bir yerdi ki orası; kutsi, mübarek, mukaddes, gizem, sır doluydu. Hani Silahlı Kuvvetlerin kozmik odası vardı ya…
Onun gibi bir şey işte!
…
Odadaki büfede en pahalısından kristal bardaklar, sürahiler… Lakin su içmek için değil ha! Sadece seyretmek için varlardı. Gümüş tepsinin üzerine oturtulmuş porselen büyük çorba kasesi, herkesçe görülsün diye dik konmuş, uzun kayık salata tabağı…
Bitmedi.
Hiç kullanılmadığı halde haftada bir gün tozları mutlaka alınan, bilmem kaç parça olan porselen yemek takımı… Bir kepçe çorba, bir kaşık yemek, bir parça salata ile hiç ama hiç tanışıp müşerref olmadan… Yağa bulaşmadan, soğanla halvet olmadan, hüküm giymiş müebbetlik bir mahkum gibi, o büfenin camlı bölmesinde, esaretin dayanılmaz sızısına, katlanmaktaydılar.
…
Bundan altmış ya da altmış beş yıl öncesi… Ramazan ayındayız. Babam genelde iftara yirmi dakika kala geliyor eve. Taksici ya, iş oluyor herhalde o saatlerde. İzzettin sokakta oturuyoruz. Havra’nın yanında meşhur bir francala fırını vardı. İşte o fırından pidemi almış eve geliyorum. Babam da eve gelmiş, kapıda beni bekliyor.
…
O sırada üstü başı tozlu, pantolonu yer yer boyalı, yaz mevsimine inat başında yün kasketi, sırtında yün ceketi olan, yüzüne mahçup ve gamlı bir ifade oturmuş, lakin o mahzun ifadenin ağırlığı, sırtına yük olmuş biri, yorgun adımlarla, adeta yürür gibi yapıyordu.
Babamın yanına geldi ve durdu. “Ağabey top atıldı mı?” diye sordu. Babam genç adamın yüzüne baktı. “Niyetli misin?” dedi. Sanki oruçlu olması suçmuş gibi yere baktı. Bir sıkılgan, bir utangaç bir mahçup.
Cevap vermedi.
“Ben de orucum” dedi babam. ”Hadi gel beraber açalım.” Adam bir kıyafetine baktı. Tereddüt geçirdi… Sonra eliyle göğsüne birkaç kez vurdu “Sağol ağabey” dedi, “Ben top atıldı mı diye sormuştum”
“Biliyorum o niyetle sorduğunu” dedi babam. Genç adamın kolundan tutup çekti. “Senin gibilere Tanrı Misafiri denir.” Adamın sırtına vurdu. “Tanrı Misafiri her eve nasip olmaz, lakin bana oldu işte! Lütfen buyur!”
…
O zamanlar evin ortasında “Sofa” denilen boş bir alan vardı. Şimdi hol dediğimiz yerin çokça büyüğü… Yemekler her daim orada yenirdi. Annem iftar masasını bu sofa da hazırlamıştı. Misafir ağırlamaktan onur duyan, her Anadolu kadını gibi, güler yüzle “Buyurun” diye karşıladı. Herkese oturacağı yeri gösterdi. Babam “Hayır” dedi. “Misafir odasını aç!”
…
Annemle göz göze geldiler. Babam daha sert bir şekilde baktı bu kez. Gerçi babamın ailedeki komuta mevkii annemden sonra gelirdi. Fakat bir isyan kalkışması vardı sanki. “Misafir odasını aç dedim.” Babam öyle höt-zöt bir adam değildi. Bir örneği ancak filmlerde görülen tam bir aile babasıydı. Lakin sert baktı mı ses tonu yüksek çıktı mı? Annem bilirdi ki emir-komuta mevkiinde değişiklik olacak.
…
O durumlarda emri hemen uygulardı ve uyguladı. Hep birlikte odadan içeri girdik. Merak bu ya! Koltukların üstüne atlamak istedim. “O kadar da uzun boylu değil” lafı ile birlikte enseme bir tokat indi.
“Halıya basıyorsun!” lafı ile enseme bir tokat daha indi. Orada öğrendim ki koltuk oturulmak için değildir. Ayrıca yine o gün öğrendim ki halının üzerinde sadece başbakanlar, valiler falan yürürmüş.
…
Gözüm “Tanrı Misafiri” olan adamda. Çorbayı pöfürdeterek içti. “Şlaphccc!” diye ses çıkardı. Sonra utandı. Babama baktı. İkinci kaşığı içmiyor ya da içemiyor. Babam ona baktı ve aynı sesi taklit ederek içti çorbayı. Bunu görünce adam rahatladı. Sonrası kolay oldu. Babamla karşılıklı pöfürdeterek içtiler çorbalarını…
…
Çatal sol elle, bıçak sağ elle tutulurmuş. Hak getire! Adam yemeği nasıl yediyse babam da öyle yedi. Salatayı nasıl yediyse, babam da öyle yedi. Suyu nasıl içtiyse, babam da öyle içti.
…
Kireçli pantolonla koltuğa oturtuldu. Halıya başta babam, askeri manga gibi basıldı. “Şangır, Şangır” seslerle çaylar karıştırıldı, “Lüfffttt” diye bir sesle içe çekilerek içildi. “Elalem ne der”den uzak, insanın en saf haliyle iftar sofrası noktalandı.
…
Aradan on beş gün ya geçti, ya geçmedi. Babama İş Bankası’ndan bir davet mektubu geldi. Bankalar o zamanlar bayramlarda falan ikramiye çekilişi yaparlardı. Zarf açıldığında, babam ve annem havalara sıçradı. Babama ikramiye çıkmıştı. Hem de öyle böyle değil. O güne göre çok iyi paraydı.
…
Annem hemen işi o akşamki iftar yemeğine bağladı. Girdiğimiz sevabın karşılığı olarak Allah’ın bize lütfuydu. Annem kendince hurafeleri hatırlıyor, benzerlikler arıyordu. Babam ise hiç oralı bile değildi. Unutmuştu. Annem dayanamamış bunu teyzeme de anlatmıştı. Teyzeme anlatınca değil Yeldeğirmeni, tüm Kadıköy olaydan haberdar oldu. Artık evliya, hacı, hoca, şeyh, şıh, pir, dede ne varsa… Bunlarla ilgili öyküler havada uçuşur hale gelmişti..
…
Bir sonra ki Ramazan ayı geldi. Baktık ki tüm sokak oruçlu gariban avına çıkmış. Kolundan tuttuklarına iftar yemeği veriyorlar. Öyle bir hal aldı ki, o güne kadar bizim sokaktan geçmeyenler de bizim sokaktan geçer oldular. Amaç belli…
Sevaba gir, ikramiyeyi kap! Bir kişi hariç: Babam!
…
Babam o günden sonra kimseyi davet etmedi. Bir gün annem, “Bakarsın Allah bizi bir kez daha görür” dedi. Babam annemin yüzüne gülümseyerek baktı. “İftar yemeğini ikramiye kazanmak için vermedim ki…” dedi. “Bir insanın gönlünü kazanmak en büyük ikramiye bizim için!”
Alper’in Sit Alanı’nda cümbüş var!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.