34,7865$% 0.11
36,5532€% 0.08
44,0908£% 0.19
2.947,98%0,18
2.638,70%0,09
9.681,11%0,30
Duvardaki çatlağa takıldı gözleri. Çatlağın minik zikzaklar yaparak aşağıdan yukarıya doğru izlediği yolu, bir yay çizerek diğer duvarın başladığı kenarda son buluşunu inceledi.
Birkaç dakika önce yüz kiloyu aşan ağırlığıyla üzerine çullanan adamın düzensiz soluğunu duyuyordu. İki dakikadan daha uzun sürmeyen faaliyetinin bitişini, nefesinin artık kalıcı bir parçası haline gelen sarımsak kokulu “huh”uyla bildirip yana yuvarlanmış, aynı anda da uykuya dalmıştı adam.
“Ne de olsa çocuklarımın babası” diye düşündü dikkatini yeniden çatlağa yöneltirken. Zikzaklardan birinin badanayı döktüğü o küçük üçgeni buldu. Çivit mavisi boyanın arasındaki küçük pembe üçgeni… Sadece o pembeliğe bakmaya, onun dışında hiçbir şey görmemeye çalıştı.
Altı yaşında bir kız oluvermişti işte. Yaz güneşinin, ufkun biraz üzerinde hiç batmayacakmış gibi asılı kaldığı o akşamüstlerinden birindeydi yine. Geniş pencerelerin önünde, tülün deliklerinden süzülen ışık konilerinin içinde yüzen milyonlarca tozdan oluşmuş dünyayı, elini havada sallayarak oluşturduğu tufanla birbirine kattı. Salonun pembe duvarına yakın zamanda astıkları fotoğrafa baktı: Annesi, babasının sağ omzuna yaslanmış, kendisi de kucağında oyuncak bebeğiyle babasının sol elinden tutmuş…
Salonda kendisinden başka çocuklar da var. Az ilerideki masanın etrafında oturmuş komşu kadınların çocukları… Halının üzerine saçılmış oyuncaklarla oynuyorlar. Saatler süren akşamüstü kahvaltısını taşıyan masadan demli çay kokusu, sigara dumanı ve kahkahalar yükseliyor.
Hiç bitmeyecekmiş gibi o yaz akşamüstü. Sanki bütün bir ömür, o akşamüstünde olmak için yaşanmış gibi. Kendisinden başkaları da bunun farkında mı? Annesine sorsa… O sırada annesi yanındaki sehpaya bir tabak meyve bırakıyor. Bunun için eğildiğinde saçlarından yanağına, oradan çenesinin altına yumuşak bir okşayışla inen elinden yakalıyor annesini…
Nasırlı ayak parmağının ucundaki, katmer katmer kalınlaşarak uzamış tırnağın baldırını dürtmesiyle çivit mavisine döndü. “Işığı kapat da zıbar artık” dedi adam. Doğruldu, usulca yataktan kalktı. Üç adımda yanına vardığı elektrik düğmesini aşağı bastırınca tavandan sarkan çıplak ampul söndü.
El yordamıyla yandaki odaya geçti. Perdenin aralığından sızan sokak lambasının aydınlığında oğlanların yüzlerini seçti. Biri kapının karşısındaki, diğerleri de karşılıklı iki divanda uyuyorlardı. Küçük yine açmıştı üstünü. Eğildi, yanağından öptü, buz gibi olmuştu. Battaniyeyi omuzlarının iki yanından sıkıştırırken, “Yapağı yorganları çıkarmanın zamanı geliyor” diye düşündü. Bahar sonu tek tek yıkayıp kabartmış, sonra da yüklüğe kaldırmıştı. Arkasını dönmemişti ki tepti battaniyeyi oğlan. Tekrar örttü. Yatağına giderken gözleri karanlığa alışmıştı.
Büyükle ortancayı okula, kocasını da işe yolcu ettikten sonra mutfağa döndü. Yarım dilim ekmeğin içine peynir tabağında kalan kırıkları sıkıştırıp iki lokmada yuttu. Sofrayı toplamaya başlamadan odanın aralık kapısından içeri göz attı. Furkan oyuncak bir arabayı halının kenar çizgisindeki yolda sürüyordu.
Mutfağa, oradan da balkona geçti. İç içe konmuş boş plastik saksılardan üsttekini kaldırdı. Orada duran küçük kare kağıtlardan birini aldı. Kalanları saydı; sadece dört tane… Aldığı kağıttan küçücük bir külah yaptı. Külaha yedi tane çekilmemiş top karabiber yerleştirip ağzını büktü. Ocağa yöneldi. Yakmak için elini uzattığı sırada balkon tarafından birinin seslendiğini duydu:
“Dilek… Dileeek…”
Giriş kattaki evin balkonu, apartmanların arasında kalmış boşluğa bakıyordu. Balkonun karşısına denk gelen apartmanın birinci katındaki pencereye yaslanmış olan kadın bir daha seslendi:
“Dileeek…”
“Efendim Sevgi Abla…”
“Ne yapıyorsun? Gönderdin mi kocanı? Gel çay içelim, sıcak daha…”
“İşim var biraz. Ben de sana seslenecektim. Benim kağıtlar bitiyor. Ne zaman gidebiliriz yine?”
Penceredeki kadın önce arkasına, sonra da diğer evlerin pencerelerine baktı. Sesini biraz alçaltarak yanıtladı:
“Kız sen duymadın mı yoksa? Serbülent Hoca vefat etmiş. Kırkı yakınmış bugünlerde…”
Dilek olduğu yerde kalakaldı. Hasan’dan ilk tokadı yediği andaki gibi kaskatı oldu içi. Ne bir şey söyleyebildi, ne ağlayabildi. Penceredeki kadının hala konuştuğunu duyuyor ama ne dediğini anlamıyordu artık. Kapının çalınmasıyla kendine geldi. Başını kaldırıp baktı, karşı pencerede kimse yoktu.
Kapıyı açtı. Gelen, az önce konuştuğu komşu kadındı. Teklifsiz girdi içeri.
“Dondun kaldın… Korktum… Üzüldün tabii birden duyunca… İyi insandı Serbülent Hoca değil mi?”
“İyiydi iyi olmasına… Allah rahmet eylesin…” Durakladı. Hıçkırıkla devam etti:
“Ben ne yaparım şimdi Sevgi Abla? Kime yazdırırım kağıtları? Ne güzel azalmıştı dayaklar. Çocuklar bile bir akıllı uslu olmuştu sanki… Ben ne yaparım!”
Sevgi, Dilek’e sarıldı bir süre, sırtını sıvazladı. Sonra yavaşça geri çekti kendini:
“Hadi git yüzünü yıka, buluruz bir çaresini. Ben biraz araştırdım zaten. Olmadı yeni bir hoca bulana kadar eltimin gittiğine gideriz biz de. Tarifesi biraz daha tuzlu ama… Bakarız artık, hadi…”
Elli, yetmiş, doksan, doksan beş, doksan altı, doksan yedi, doksan sekiz, doksan dokuz, yüz, yüz bir, yüz iki… Bir yüz de burada… Ağabeyinin son gelişinde bıraktığı yüz lirayla köşedeki atölyeye yaptığı pul işlerinden aldığı para toplam iki yüz iki lira ediyordu. Bir daha saydı, çıtçıtlı bez cüzdana koydu.
Üç yıldır hemen her ay gittiği hocanın öldüğünü öğrenmesinden bu yana bir yirmi gün geçmiş, her gün öğle ezanından biraz önce karabiberle yaktığı kağıtlar çoktan bitmişti. İlk zamanlar bir değişiklik yok gibiydi. Hasan akşamları işten çıkınca doğrudan eve geliyor, yemekten sonra televizyonun karşısına geçiyor, hatta bazen çocukların derslerine yardım ediyordu. Bir keresinde çocuklarla birlikte Dilek’e de gofret getirmiş, “Hani öpeyim” deyip gofreti vermişti.
Rüzgarın, saçakların köşelerinde uğultular çıkarmaya başladığı kasımın ilk günlerinde ne olmuşsa olmuştu. Yemek vakti geçip çocuklar mızıldanmaya başladıklarında Hasan yoktu ortada. Dilek çocukları doyurdu, “Gelir de beraber yeriz” diye kendisi yemedi. Saat ilerliyordu, yatakları açıp çocukları yatırdı.
Kapı çalındığında gece yarısı çoktan geçmişti. Koşarak gidip açtı. Hasan, Dilek’i iterek girdi içeri. İki adım attı, geri döndü, hala kapının yanında duran kadını omuzlarından sarsarak bağırmaya başladı:
“Ne açıyorsun ulan!”
Dilek kekeledi:
“Kapıyı çaldın…”
“Konuşma… Sormadan ne açıyorsun! Herkese mi açıyorsun kapıyı? Herkese mi!”
Bağırırken bir yandan da tokatlamaya başlamıştı. Dilek kapının arkasına çömeldi, kollarıyla başını, yüzünü korumaya çalıştı. Adamın ayakkabılı ayağının, boşluğuna denk gelen tekmesiyle yere yuvarlandı.
“Çıkar şunları!” emri üzerine adamın ayakkabılarını çıkardı. Kalktı, dudağının yanından sızan kanı elinin tersiyle sildi, “Mercimek çorbası yaptım, çok güzel, içer misin?” dedi. “Isıt” dedi adam banyoya giderken.
Hasan mutfağa geldiğinde bir tabak sıcak çorba masanın üzerindeydi. Dilek ekmekle limonu da masaya koydu. Üç adım geri çekilip tezgahın yanında beklemeye başladı. Hasan oturdu, eline kaşığı aldı, durdu, bıraktı. Öylece belki bir saat geçti, çorba buz gibi olmuştu. “Offff!” dedi Hasan, kalktı. Arkasında ayakta bekleyen Dilek’in yanına geldi. “Açma bir daha” dedi, “Sormadan açma.” Kolundan tuttu, sürükleyerek yatak odasına götürdü. Hasan giysilerini bile çıkarmadan üzerinde gidip gelmeye başladığında Dilek düşünüyordu:
“Yüz ağabeyim bırakmıştı… Atölyeden de… Yetmiş önceden vardı. Yirmi küsur bir almıştım…”
Gözleri duvardaki çatlağa kaydı, mavinin arasındaki minicik pembe üçgene… Hesabı unuttu. Altı yaşında bir kız ne yapsın hesabı! Bitmeyen bir yaz akşamüstünde oyun oynar o uslu uslu.
Dilek tedirgin ve telaşlı, Sevgi’nin yanında yürüyordu. Sevgi:
“Furkan iki saatten önce uyanmaz. Uyansa da benim kız, ‘Atölyeye iş bırakmaya gittiler’ diye avutur onu. Biz de o ara dönmüş oluruz zaten. Sen ne kadar aldın yanına?”
Dilek yanıt vermedi. Soruyu duymamıştı ki! Ne soruyu, ne de diğer söylediklerini… Evlerinin bulunduğu sokaktan çıkmayalı belki üç ay oluyordu. Evden de en son bir hafta önce, atölyeden yeni işleri almak için çıkmıştı.
“Hasan bilse kesin öldürür beni…”
Sevgi, “Korkma bu kadar” dedi.
Dilek irkildi:
“Ay, konuştum mu ben? Düşünüyorum sanmıştım.”
Sevgi devam etti:
“Nereden bilecek? Bir çırpıda gidip gelivereceğiz işte. Hem bu kez daha yakın. Sen ne kadar aldın yanına?”
“İki yüz kadar.”
“Eh, yeter herhalde.”
Yetti. Hatta dönüşte aktardan yüz gram karabiber alacak kadar arttı bile. İlk külahı daha eve girer girmez yaptı. Ocağın bir gözüne çorba kaynatacağı tencereyi, diğer gözüne de külahı koydu, ikisini de yaktı.
Hasan’ın akşam yemeğine yetişmesine alışmıştı Dilek. O gelmeden sofrayı özenle kuruyor, çocuklara ellerini yüzlerini yıkatıyor, kendi de saçını, üstünü başını düzeltiyor, komidinin üzerinde duran leylak kolonyasından iki parmağının ucuna döküp boynuna sürüyordu. Kapı çalınca koşup soruyordu:
“Kim o?”
“Aç yarim, ben geldim.”
Geceleri, Hasan, boynundaki leylağı kokluyordu uzun uzun. Dilek, mutlu, minik pembe üçgendeki kıza gülümsüyordu.
Bir sabah Hasan, boşalan çay bardağını Dilek’e uzatırken, “Bugün ağabeyini arayayım da yarın sabah gelip sizi alsın. Hafta sonu onlarda kalın, anneni görürsün” dedi. Dilek sevindi, heyecanlandı, “Sen de gel” diyecek oldu, demedi. “Aman kızmasın durduk yere. Bizi de göndermez sonra…”
Baharın, “Geliyorum” dediği günlerdi. Ağabeyinin evi, şehrin daha güzel olan diğer ucundaydı. Bahçedeki ağaçlar çiçeklenmişti. Annesiyle yengesi onları kapıda karşıladı. Dilek’in hiç içeri giresi yoktu. Ağaçların altındaki iskemlelere oturdular. Sohbet, bahar kadar güzeldi.
Ziyaretin süresi, hasreti gidermeye yetmemişti ama gitme vakti geldi. Dilek, annesinin elini öperken ayrıldığı için üzülmediğini hissetti. Hasan’ı özlemişti, bir de üçgendeki küçük kızı.
Sokağın köşesinden ev görünmüştü ki kapı açıldı. Yabancı bir adam çıktı önce. Ardından Hasan da kapıda göründü. Bir süre konuştular, Hasan adama bir şey uzattı, tokalaştılar. “Eline sağlık. Haydi selametle” dedi Hasan. Adamın arkasından bakarken Dilek’i, ağabeyini ve çocukları gördü, güldü:
“Gelin gelin. Sürpriz var!”
Sürprizi duyan çocuklar koştu:
“Hani, hani! Nerde?”
Dilek, “Ağabey, geç bir soluklan, sana bir kahve yapayım” dedi. Ağabeyi, Hasan’ı iki yanağından öperken, “Yok” dedi, “Hiç girmeyeyim. Nerden baksan bir buçuk saatlik yol. Yarın iş var. Haydi Hasan, çok sağol. Annemin de çok selamı var.” Dilek’e de, “Allahaısmarladık” dedikten sonra dönüp gitti. Dilek, ağabeyinin arkasından bakarken çocukların içeriden gelen seslerini duydu:
“Aaaa ne güzel olmuuuş!”
“Ne olmuş?” diye sordu Dilek. Hasan yanıtladı:
“Gir de kendin bak. Bahar temizliği benden bu yıl. Sobayı kaldırdım. Usta çağırdım. Duvarları boyadı. Hem de toz boya değil bu kez, plastik yaptırdım, şampanya rengi. Çatlakları bile alçıyla onardı.”
Hasan bir hafta sonuna sığdırdığı işleri anlatmaya devam ediyordu ama Dilek koşarak içeri girdi. Hemen yatak odasına gitti. Yatak, odanın ortasına çekilmiş, diğer eşyalar üzerine yığılmıştı. Çatlağın olduğu yere baktı, göremedi. Duvarın yanına gitti. Biraz eğildi. Dikkatle baktı, elini duvarda gezdirdi. Yoktu. Dilek’in gözyaşları, döşemeye birkaç saat önce damlamış boyaların yanına düşerken Hasan arkasındaydı:
“Nasıl? Beğendin değil mi? Güzel oldu, güzel.”
Orhan Veli ‘Bütün Şiirleri’yle Can Yayınları’nda
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.