33,9008$% 0.03
37,6352€% -0.04
44,6724£% -0.16
2.809,88%0,81
2.577,74%0,76
9.685,49%1,73
20 Mart 2023 Pazartesi
Kar, kış, kıyamet: Abdülkadir Tamer'den bir öykü
Kaleminin gücüyle ayakta kalan babam: Burhan Arpad
... Ve Zonguldak
Yer altında Romanlar ve Gebenler
"Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın"
İçimdeki cinayet (Altıncı Bölüm-FİNAL)
Yaşadığını, kafatasının kemiklerini birbirinden ayırırcasına şiddetli ağrıyı duyumsayınca anladı. Yazın çoktan bittiğine bir türlü ikna olmayan güneş, mızrağını fırlatmak için bu sabah onu seçmişti. Bir elini gözüne siper ederek diğer eliyle az ötedeki perdeye uzanmaya çalıştı. Parmaklarının ucuyla tuttuysa da yatakla duvar arasına sıkışmış perdeyi kımıldatamadı. Dengesini kaybederek yere düştü.
“Ölmeye çalıştığımız gecelerin sonunda güneş bize inat daha parlak doğuyor. Bize inat değil, bizim için doğan güneşlere ne zaman uyanacağız?”
Söylenerek düştüğü yerden kalkmaya çalıştı. Beyninin yerine dolmuş olan cıva hareket etmesini engelliyordu. Bir gayretle bedeninin üst kısmını döşemeden kopardı. Dizleri yerde olduğu halde başını yatağın kenarına dayadı ve kollarıyla örttü.
Birden dizlerini koyduğu döşeme, başını dayadığı yatak, yatağın ayakucundaki elbise dolabı, duvarlar, tavandan sarkan avize, her şey sarsılmaya başladı. Deprem!?. Bütün odayı zangır zangır titretirken kendisi, acı çektirdikleriyle alay edercesine sabit duran çalar saat kalkma zamanını haber veriyordu.
Saate bir şey atmak istedi. Ama atacak şeyi bulmak için gözlerini açamadı. Sabırla saatin mola vermesini bekledi. Bütün gücünü topladı. Ses kesilir kesilmez saati kaptığı gibi üstündeki düğmeye bastı. Görevini yerine getiren aleti sehpanın üzerine bıraktı.
Yere saçılmış dergilere, gazetelere, bira şişelerine basıp düşmemek için ayaklarını sürüyerek açtığı yoldan yürüdü. Musluğu çevirdi, ellerini altına uzattı. Suyun ıslaklığını değil, sadece soğukluğunu hissediyordu. Kafasının içinde akşamdan kalma biri, onun yüzüne doğru çarptığı su damlalarından kendini sakınırcasına arkaya, sağa, sola kaykılarak içki kadehini sıkı sıkı tuttuğu elini havaya kaldırıp nutuk atıyordu:
“Asıl sorun ölmeye çalışmak durumunda… Yaşamak bin türlü acı verse de bir türlü ondan vazgeçememekte asıl sorun. Ölmeye çalışmak, içinde kararsızlık, yalan ve ikiyüzlülük barındıran bir fiil. Aynı şekilde vicdanen onaylamadığın bir yaşamı sürdürmek de öyle… İşte bu yüzden ölmeye çalıştığımız gecelerin sonunda inadına parlayan, insanı gözlerinden yakalayıp sarsan güneş bu kadar etkili oluyor. Çünkü, ‘İşte yine yapamadın. Çünkü yapmak istemedin. Rezilce de olsa bir nefes daha almak istedin’ diyor. Diyor ve haklı!”
Beynindeki ayyaşı duymamak için kafasını buz gibi suyun altına soktu. Midesinin yükselip ağzına kadar geldiğini hissetti. Kustu. Sabaha karşı içtiği son şişe, safrayla birlikte lavabodan aşağı akmıştı. “Ziyan oldu” diye düşündü.
Rahatlamıştı.
Duş… Elbise dolabının önünde birkaç dakikalık karar verme anı… Giyinme… Neredeyse motor hareketlerle yaptı bu işleri. Kapıyı kilitlerken saate bir şey atma isteğinin üzerinden on yedi dakika geçmişti. Kendisini işyerine götürecek servis aracına bindiğinde ise yirmi üç dakika… Sabah trafiğinin dur kalklarına aracın havasızlığı da eklenince gözkapakları ağırlaştı.
“Ölümü övmüyorum, özlemiyorum. İstemediğin bir yaşamı sürdürmekten vazgeçmekle ölümü yüceltmek birbirinden farklı. ‘İstemediğin yaşamı bırakmanın tek yolu ölmekse…’ diyorum. ‘Hayat her zaman ve her şeye rağmen yaşamaya değer’ klişesini reddediyorum. İnsan istemediği bir hayattan vazgeçebilmeli, bunun yolu ölüm bile olsa. Ve fakat bütün bunları böyle düşünen kafayı taşıyan beden, ölmemeye programlanmış. Çelişki burada.”
Şu ayyaş bir susmadı ki uyusun… Gözleri kapalı, çaresizce dinledi onu. Sonra aklına geldi. Gözlerini açsa belki susardı. Açmasıyla da çaprazında oturan kişiyle göz göze geldi. Kendisine bakarak gülümsüyordu:
“Bir şey söylediniz gibi geldi. Ama baktım uykunuzda konuşuyorsunuz.”
“Ya dalmışım” diye geçiştirdi. “Bir bu eksikti” diye düşündü, “Şimdi bunu en az iki gün konuşurlar iş yerinde.”
Pencereden dışarı bakarak oyalanmaya çalıştı. Reklam panolarını okudu bir süre. Kırmızı üzerine patlayan bir sarıyla yazılmış: “Anı yaşa!”
“İşte bu doğru!” diye içinden geçirirken beynindeki ayyaşın kadehini havaya kaldırdığını gördü:
“Bu öğüdü tutacaksak bir şey yapmaya gerek yok. Anın getirdiğini yaşıyoruz nasıl olsa! Ne oldu şimdi, gördün mü? Başa döndük ve ana sorun hâlâ ortada bütün heybetiyle duruyor! Sorunu çözmeye gerek yok mu sence? Bir dönem keskinleşsin diye gözünün içine baktığımız çelişkileri alışkanlık törpüsüyle kütleştirelim mi? Pişmanlık, rahatsızlık var ama alışkanlıklarımıza zeval gelmesin… Öyle mi? Ve şunu aklından çıkarma: Ana sorun ölme isteği değil, yaşamın mevcut haline devam etmek istememe, ‘başka bir yol’ yoksa yaşamama hakkını kullanmak. Hatta buraya kadar kısmı sorun da değil. Sorun, insanın kendi hayatına son verme aşamasında karşılaştığı tereddütler, bir yandan ‘mevcut haliyle’ yaşamayı reddederken diğer taraftan kör bir umut mu dersin, bedensel refleks mi, ölmeyi sürekli erteleme, kendini türlü bahanelerle oyalama durumu.”
Servis aracı durmuştu. İndi. Binaya girdi. Odasına çıktı. Öğleden sonra katılacağı toplantıda yapacağı sunumu gözden geçirmeye başladı:
“İş süreçlerimizi optimize etmek… Buradaki hedefimiz, optimizasyonu hem konvansiyonel hem de mobilize süreçlere yaygınlaştırmak. Böylece sosyal paydaşlarımızla birlikte…”
Pazar günü, belli etaplarını sık sık, kimi bölümlerini ise bir iki kez yürüdüğümüz Üsküdar-Maltepe arasını baştan başa kat ettik. Metroyla ulaştığımız Üsküdar’a sabah 07.30’da vardık. Güneşi arkamıza alarak batıya doğru yürümeye başladık. Kızkulesi kutusunun yanından geçtik! Restorasyondaki Kızkulesi’ni dört bir yanından kapatıp adeta bir kutunun içine almışlar. Restorasyonun ardından ‘Sürpriiz’ deyip açacaklar, kesin!
Salacak’ta yamacın altında ruhsatsız oldukları için kapatılan kafeleri geçtikten sonra az ileriye yerleştirilen piknik masalarından birine oturduk. Evde hazırladığımız sandviç ve kahveyle tarihi yarımada manzaralı güzel bir kahvaltı yaptık.
Tekrar deniz tarafına geçip yürümeye devam ettik. Harem’i geçtikten sonra yol ikiye ayrılıyor. Sol taraf kestirmeden Tıbbiye Caddesi’nin başına, oradan da çevre yoluna çıkıyor. Biz sağdan devam ettik. TMO’yu ve Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne ‘Koordinasyon Merkezi’ olarak tahsis edilen, ancak herhangi bir faaliyet belirtisi olmayan 70’li yılların lojmanlarını, kamu binalarını andıran yapıları geçtikten sonra sağa giren sokağa saptık. Sokak ama girişi yerden 30 santim yükseklikte zincirle kapatılmış, girişinde de yeşil bir tabela var: Haidar Pasha Cemetery. İngiliz askeri mezarlığı yani. Mezarlığın kapısı, sokağın sonunda. Kapalı olduğu için zorlamadık ama kapının yanındaki zili çalsak muhtemelen içeri girebilecektik. Mezarlığa 1800’lerdeki Kırım Savaşı’ndan 1945’e kadar çeşitli aralıklarla defin yapılmış. İçinde Kraliçe Victoria tarafından ölen askerler anısına yaptırılan bir de anıt var.
Geri dönüp sokaktan çıktık ve hemen yanında, adı önceleri GATA, şimdi ise Sultan Abdülhamit olan hastanenin bahçesine girdik. Asırlık ulu ağaçların bulunduğu bahçenin sağ çeperinden yüründüğünde yine İngiliz mezarlığı ve ardında aralıklı denizi izlemek mümkün. Böylece hastanenin otoparkına ulaştığımızda duvarda, sağlıklı yaşamın ipuçlarını trafik işaretleriyle anlatan bir ‘tıbbi enstalasyonla’ karşılaştık! ‘Sağlık Trafik Kanunu’ adı verilen bu çalışmada en çok ‘Dünyanın merkezi değilsin’ önermesi takdirimi topladı.
Hastanenin bahçesinden çıktık. Tıbbiye Caddesi’nin sonunu Kadıköy Rıhtım Caddesi’ne bağlayan köprünün üzerinden yürürken Haydarpaşa kazılarına şöyle bir tepeden baktık. Gar ve tren yolu buraya yapılırken tarihi eserlerin fark edilmemiş olamayacağını, bu sırada kim bilir nelerin ülke dışına çıkarıldığını bir kez daha konuştuk.
Kadıköy iskelesine yaklaştığımızda gökyüzünde binlerce kuş dans ediyordu. Tam üstümüzde toplanan leylekler bir iki dakika döndükten sonra güney doğu yönünde uçarak gözden kayboldular. Leylekleri uğurlamanın hüznü sonbaharın yaklaştığı gerçeğine karışırken güneşin yakıcı okları tüm bunları unutturdu. Ada vapurunu bekleyenlerle rıhtımda turlayanların arasından hızla sıyrılıp kendimizi Moda sahiline attık. Sabah koşusu yapan bir iki kişi dışında Moda sahili o saatlerde -ki saat 11.00’i geçmişti- tenhaydı. Moda sahilini ikiye bölen otoparka çıkmadan hemen önce, dut ağaçlarıyla çevrili açıklıkta banka oturup birer bardak kahve içtik. Sonra otoparkı ve Moda Deniz Kulübü’nün önündeki yolu geçip sahilin ikinci bölümüne indik.
Yıllardır kapalı olan Moda iskelesi nihayet açılmış. Hem de ne güzel açılmış. Alt katta bir kitap kafe, üstte de kütüphane var. Tabii iskele yeni açıldığı ve günlerden pazar olduğu için giren çıkan fazlaydı. Yine de rahatsız edici bir kalabalık yoktu. Özellikle hafta içi kütüphanenin çalışmak için harika bir mekan olduğunu düşündük. Yalnız masaların yakınlarına priz bağlantıları henüz yapılmamıştı. Görevliye sorduk, bir iki hafta içinde yapılacağını söyledi. İki hafta sonra bilgisayarları alıp doğru Moda iskelesine…
Yürüyüşümüz yine sahil boyundan Kurbağalıdere’ye doğru sürdü. Oradan da derenin diğer tarafına geçip Kalamış’a… Kalamış’ta deniz kıyısındaki son banklara geldiğimizde “Artık hak ettik” dedik. Soğutuculu çantamıza koyduğumuz biraları çıkardık. Saatin 12.00’yi vurmasıyla güneş de bira burcuna girmişti zaten. Deniz, tekneler, balık tutan adam ve onun tuttuğu balıkları ‘kovadan tutmaya’ çalışan kediden oluşan manzaramız birden ileride beliren iki yunusla daha da şenlendi. Yunuslar tam da görüş açımızda bir ileri bir geri atlayarak adeta şov yaptılar.
Kalamış marinadaki markete uğrayarak öğle yemeği malzemesini topladık. İki sandviç ekmeği ve bir paket aç bitir salam. Fenerbahçe marinanın yanından geçip Fenerbahçe parkına çıktık ve burnun ucuna kadar yürüdük. Çam ağaçlarının altındaki piknik masalarından birine oturduk. Sandviçlerimizi hazırladık ve birer birayla afiyetle yedik. Bu sürede biri piknik masasının bankında, biri de altında uyuyan iki kedi değil gözlerini açmak, bıyıklarını bile kıpırdatmadı. Çam kokusu, denizden esen iyotlu rüzgar, uyuyan kediler… İnsan burada saatler, hatta günler geçirebilir ancak yol bizi bekler.
Buradan sonra denize biraz ara veriliyor. Çünkü Fenerbahçe parkının hemen yanındaki koy ve onu takip eden burunda Fenerbahçe Orduevi var. O nedenle Cephanelik Sokağı’nı tırmanıp, orduevinin kapısının önünden geçerek Fenerbahçe Dalyan sahiline indik. Gün, öğleyi geçmiş, insanlar çimenlere yayılmaya başlamışlardı. Yürüdükçe kalabalık daha arttı. Öyle ki Büyük Kulüp iskelesinin civarında hem kalabalıkta hem de tezatta zirveyi gördük. Bir yanda derneğin lüks mekanından çıkıp kendilerine özel iskeleye inerek denize girenler, diğer yanda yakın ve uzak her türlü semtten buraya gelip çimenlere yaydıkları kilimlerin üzerinde yemek yiyen, çay içen, yatıp uyuyan, tavla oynayanlar. Denizden çıkıp terliğini, havlusunu arayanlar, koşturan çocukların ardından bağıranlar, kızartma kokuları, bir hengame, bir karmaşa… Bunların arasından yürürken arkamızdan gelen “Lütfen tüpleri kapatın. Burada tüp yakmak yasak” diyen sesi duyduk. Döndük, baktık, zabıtaymış.
Piknikçi manzaralı yürüyüşümüz Caddebostan sahiline kadar sürdü. Boşalan soğutuculu çantamızı buradaki markette doldurduk. Kıyıdan kıyıdan yürüyüşümüze devam ettik. Çimenlere yayılan kalabalık nispeten azalmıştı. Hatta yol boyu neredeyse bütün banklar boştu ama hiçbiri gölgede değildi. “Güneşte oturmaktansa yürümek daha iyi” dedik.
Nihayet Suadiye parkında, deniz kenarındaki kayalıklarda büyümüş bir incir ağacının gölgesine ulaştık. Yürüyüş yolunu kayalıklardan ayıran duvarın üzerine, denize doğru oturduk. Biralarımızı açtık. Yol boyu karşılaştıklarımızı konuşurken denizde yine yunuslar belirdi. Bu kez üç dört tane. Atlaya hoplaya önümüzden geçip gittiler. Bir günde iki kere yunus gösterisi, harikaydı doğrusu!
Yunusların tazelediği enerjimizle yürümeye devam ettik. Planımız güneşi Maltepe sahilinde batırıp Marmaray’la Üsküdar’a dönmekti. Nitekim güneşin ufukla buluşmasına bir mızrak boyu kala hedefe ulaştık. Vapurların yanında vızır vızır işleyen deniz taksiler, pazarı Adalarda geçiren kalabalığı ana karaya taşıyordu. Guruba karşı yudumlayacağımız son biraları çantadan çıkardık. Bu sırada batı ufkunda yükselen bulutlar güneşin önüne geçti. O zaman gelsin Gün Doğarken’in o güzel şarkısı: Bu demek değil ayrılık / Bu demek değil her şey bitti / Bu demek değil güneş yok artık / Buluta girdi…
40 bin adımda tamamladığımız yürüyüşün dönüşü raylı sistemle rahat ve serindi. Bu rotayı takip edecekler için son birkaç not:
– Biz evden kahvemizi ve ilk sandviçlerimizi alarak çıktık. Böylece dışarıda harcadığımız parayı azalttık. Ancak bu rotanın neredeyse her 300-400 metresinde karşınıza ya belediyenin büfesi ya da bir zincir market çıkacak. Yani evden hazırlıksız da çıksanız bu yürüyüşün masrafı çok olmayacak.
– Böyle uzun bir yürüyüşte yemek içmek kadar diğer ihtiyaçları da karşılayabilmek de önemli. Rota boyunca yaklaşık 500 metre aralıklarla belediye tuvaletleri bulunuyor. Fenerbahçe parkına girmeden solda yer alan Khalkedon kafe de belediyeye ait ve bu kafede oturmasanız bile tuvaletlerini kullanabiliyorsunuz.
– Bir not da denizi gördüğünde dayanamayanlar için… Salacak’tan, Moda sahilinin ikinci bölümünün başlangıcından, Fenerbahçe Dalyan sahilinden, Caddebostan, Erenköy, Bostancı ve Süreyya plajlarından denize girmek mümkün.
Ey, baş döndürücü bir hızla büyüyen metropolün çeperlerine savrulmuş kent sakinleri! Sakinliğinizin kıymetini bilin! Halinize şükredin! Oturun oturduğunuz yerde!
Arkadaşım, Levent’teki ofisini, Tarlabaşı’nda kentsel dönüşümle yapılan büyük ofis ve rezidans projesine taşımış. Arayıp, “Açılış partisi veriyorum. Hadi gel” dedi.
Ne zamandır Taksim’e yolum düşmemişti. Hem arkadaşımın davetine katılayım hem de şöyle bir piyasa yapayım diye düşündüm. Metroyla Taksim’in göbeğine, oradan da 10 dakikalık yürümeyle arkadaşımın ofisine varabilecekken yolu uzattım. Tünelle İstiklal’e çıkıp yürümeye başladım.
İlk hissettiğim, yanlış, yabancı bir yerde olduğum duygusu oldu. Yani evet, sattıkları şeyler değişse de bildiğim dükkanlar, tanıdığım yapılar ama bir taraftan da tümden yabancı bir yer gibi… Sonra insanlar… Caddedeki bu güruh… Onlar da hepten yabancı! Taksim’in Orta Doğulu turistlerin bir numaralı adresi olması değil sözünü ettiğim. Bizim memleketin vatandaşı olanlar da yabancı hatta yabani göründü gözüme. Sanki tüm bu insanları senelerce bir arada, bir yerde tutmuşlar, hepsini hercümerç etmişler, sonra da bu caddeye salmışlar gibi… Derisinden saçlarına, parlak renkli gömleğine kadar Afrikalı olduğu şüphe götürmeyen genç bir adamın, telefonda konuştuğu kişiye gayet anlaşılır bir Türkçeyle, “Nerdesin?” diye sorması üzerine, “Kim bu insanlar?” diye sorgulamayı bıraktım. Ortamdaki yabancının ben olduğumu nihayet anlamıştım.
Bir iki pasaja girip oraları da kolaçan ettim. Sineması müzeye dönüştürülen Atlas Pasajı son gördüğümden bu yana pek değişmemişti. Ancak karşısındaki Halep Pasajı’ndan içeri adımımı atmamla gerçekten Halep’e gitmiş gibi oldum. Girişindeki dükkan, kebapçı olmuş. İçerideki diğer dükkanların çoğu kapalı, açık olanların da tabelaları Arapça. Ortaoyuncuların gişesinin camında iki afiş: Şahları da Vururlar ve Ferhangi Şeyler. Ben, Ferhan Şensoy’u rahmetli oldu sanıyordum, meğer Halep’e yerleşmiş, orada tiyatro yapıyormuş! Ustaya saygıdan afişlerin orada olduğunu anlıyorum elbette. Ama bu terk edilmişlik duygusu, bu ölümün yaşama galip gelmesi, bu hüzün o kadar fazla ki kendime soğuk da olsa bir şaka yapıp serinkanlılığımı korumaya çalışıyorum.
Tekrar caddeye çıktığımda biraz ferahladım. Ama uzun sürmedi. Ayağında havludan yapılma otel terlikleriyle Orta Doğulu kadınlar, ellerindeki plastik çiçek taçlarını satmak yerine yürüyenlerin üzerlerine atarak onları korkutmaya yönelik bir oyun oynayan iki kız çocuğu, ıslak hamburgerlerin biri ağzında üçü beşi elinde döke saça yiyip bir yandan da serseri mayın gibi dolananlar… Hangisinden sakınayım telaşıyla kendimi İstiklal’i Sıraselviler’e bağlayan kilise sokağına attım. Gideceğim yöne tamamen ters… Sokakta kilise ve ilkokul dışındaki binaların tümü otel olmuş, 90’larda müdavimi olduğumuz Viva Che’nin binası ise kuaför.
90’lardan bu yana hiçbir şeyin değişmemesini beklemiyorum tabii ki. Kaldı ki Taksim’e 20 – 25 yıl sonra ilk gidişim de değil. Ama bir semt, değişirken bu kadar mı kişiliksizleşir, bu kadar mı kirlenir! Hiç mi güzel bir şey olmaz! Dünyanın, memleketin ve şehrin dört bir yanından buraya gelen insanların beklentisi ne? Buranın nesini beğenip de geliyorlar!
Bu düşüncelerle meydanı geçip Tarlabaşı’na doğru yürüdüm. Neyse ki Tarlabaşı beni şaşırtmadı. Perukçular, izbe bakkallar, köhne lokantalar, yokuş yukarı sokaklardan caddeye yürüyerek mesaiye hazırlanan hayat kadınları, trafiğin önünde sarı bir set gibi sıra sıra taksiler, dolmuşlar ve onların sürekli çay içen şoförleri… Zaman mı donup kalmış, yoksa bundan daha kötüsü olamayacağı için mi değişmemiş, bilemedim.
Arkadaşımın ofisinin de içinde yer aldığı devasa bina, belki daha yer yer inşaat devam ettiği için, geniş camlı kapılarına, parlak ışıklarına karşın Tarlabaşı dokusundan pek ayrı gelmedi bana. Daha doğrusu “Bu binada kimler yaşayacak?” sorusuna İstiklal caddesindeki güruhtan başka cevap bulamadım. Onu düşününce de kapıların geniş camları bir anda yağlı el izleriyle doldu!
İçeri girip arkadaşımı, “bu güzel ofise taşındığı için” kutladım. Başı kalabalık olduğu için o benim sahte hislerimi anlayamadan ben kendimi yeniden dışarı attım. Bu kez hızla meydandaki metroya, oradan da şehrin çeperindeki nezih mahalleme koştum. Eve giderken önünden geçtiğim semtimizin yegane pavyonu bile çamaşır suyuyla şartlanmış göründü gözüme!
Kızımın, “Arkadaşlarla Malt konserine bilet almıştık ama şimdi iki kişi gelemiyor. Hadi hazırlanın” demesiyle kendimizi Kadıköy Dorock XL’ta bulduk. 2000’lerin başında kurulan grup, 10 yıllık müzik yolculuğunun ardından 2016’da dağılmıştı. Şimdi ekip yenilenerek yola devam kararı almış. Cenk Durmazel, Barış Ertunç, Cenk Turanlı ve Burak Gürpınar’dan oluşan ‘yeni’ Malt, henüz yeni şarkı yapamamışlar ama eskiler de kitleyi epeyce coşturdu. Gençler hep bir ağızdan şarkılara eşlik ederken, gerek şarkıyı bilmemenin ezikliği, gerekse de anne refleksiyle, “Dersini böyle ezberlemezsin” diye söylenirken yakaladım kendimi.
Gençler deyince… Konser izleyicilerinin çoğu 20-25 yaş aralığındaydı. Yaş ortalamasını bir biz, bir de sahnedeki Malt grubu yükseltiyordu. Sadece solist Cenk Durmazel’in 51 yaşında olduğunu söylemek bile yeterli sanırım. Sahnedeki tavrı, izleyicilerle iletişim tonu, bir an gözümün önüne evde çocuklarını eğlendiren rock’çı baba imajını getirdi. Neyse ki bu Durmazel ile aramızdaki minik sırrımız olarak kaldı. Zira o sırada Dorock XL’ın konser salonunu dolduran gençler hep bir ağızdan,
“Trafik var hala burada
Kendimi kenara çektim
Kapıyı açasım yok
İçkinizi alın gelin yalnızlığıma
Merkezde araç yok arkadaşlar
Merkezde araç yok arkadaşlar”
diye şarkıya eşlik ediyordu. Tabii, “içkinizi alın gelin” çağrısı çok fazla karşılık bulamadı. Alkollü içkilere bir gece önce gelen ÖTV zammıyla mekanda bira fiyatı, konser biletinin yarısına ulaşmıştı. Cenk Durmazel’in buzsuz sek viskisini yudumlamasına maltın bir başka formuyla eşlik etmek isteyen gençler ise aldıkları tek birayı konser sonuna kadar muhafaza edip bol bol biralı fotoğraflar çekti. Tabii biralı Malt fotoğrafı çekmek için illa bira almaya gerek yok, ben de bastım bir kare. İşte bu da tecrübenin konuştuğu andı!
Konserin en eğlenceli bölümlerinden biri, ‘yeni Nilüfer keşfiydi’. Vaktiyle Nilüfer’le Ara Sıra Bazı Bazı şarkısında düet yapmış olan grup, konserde de bu şarkı sırasında sahneye potansiyel Nilüferleri davet etti. Birbirinden şirin dört genç kızın o gece bir konser sahnesinde kendisini temsil etmesi, Nilüfer’e pozitif enerji olarak ulaşmıştır.
Konser çıkışı, kendimi alkolsüz bira içmiş gibi hissettim. Malttan gelen enerji vücuda alınmış, hatta biranın acımtırak tadı da hala damakta ama hep bir eksiklik var işte…
Kağıda sığınmak… Yalnızlığını bir parça kağıtla örtmek… Bazen okuyor gibi, bazen yazıyor gibi yapmak… Okur yazar yalnızların kurtarıcısı kağıt. Hararetli sohbetlerden, uçuşan kahkahalardan sürülmüşlerin sığınağı kağıt.
Onlar, bir iş makinesinin çalışmasını saatlerce büyük bir dikkatle izlerler. Sen ise dünyanın en güzel manzaralarından birine dahi bir dakikadan daha fazla bakamazsın. Tek başına olmanın yüküyle çöker omuzların. Kamburun çıkar usulca. Gömersin kafanı “kağıdına”. Bir meşguliyet görüntüsü…
Bu yetecek mi rahat bırakılmana? Kafan kağıtta gömülüyken de görmeyecek misin garsonun soran bakışlarını? Tek başına koca masayı işgal edişinin hesabını nasıl vereceksin, söyle!
Birbiri ardınca iri yudumlar alacaksın içkinden. Bardaktaki lekeye itiraz etmeyeceksin. Bir nefes diye gelmiştin buraya. Şimdi o nefes en az yalnızlığın kadar katı saplanıyor ciğerine.
…
İçek mi, gitmeyek mi, devam mı edek!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.