34,9739$% 0.16
36,7420€% 0.28
44,1241£% -0.32
2.974,72%-1,04
2.647,78%-1,18
10.125,46%0,66
“Neydi o günler, iki Özen arasında!”
Yılmaz Gruda böyle diyor ve o ünlü kahkahalarından birini patlatıyor. İki “Özen”. Bunlardan biri, Ankara’da Kızılay yapısının hemen duldasında lokantamsı bir yerdi (bugünkü Piknik’in işlevini görüyordu), ikincisi de aynı sırada, otuz kırk metre ilerde bir pastane. Yılmaz Gruda’yı o ikinci Özen’de tanımıştım. Yıl 1954. Yılmaz Gruda o sıralarda Akbank’ta çalışıyordu. Şiirleri de Yılmaz Arkon imzasıyla yayımlanıyordu. Aklımda kaldığına göre Gruda adını 1955’lerde kullanmaya başlamıştı. Balkanlar’da bir dağ dizisinin adıymış Gruda.
O ilk rastlaşmamızda nelerden söz ettik, unuttum. Ama Yılmaz’ın bizi görür görmez cebinden çok süslü bir el yazısıyla yazılmış bir şiir çıkararak okuduğunu anımsıyorum. Ahmet Oktay ve Güner Sümer vardı. Biz de oraya Muzaffer Erdost ve Orhan Duru’yla gitmiştik. Yılmaz Gruda’nın o şiiri hemen çıkarıp okumasının ayrı bir nedeni de vardı. Şiirin her dizesi “halbuki” sözcüğüyle başlıyormuş. Bir önceki karşılaşmalarında Erdost’a okumuş; o sıralarda hızlı bir dil devrimcisi olan Erdost “oysa” sözcüğünü kullanmasını önermiş. O da bütün “halbuki”leri “oysa” yapmış. “Yahu,” diyordu, “böyle de güzel oluyormuş” ve “Oysa…” diye yeniden okumaya başlıyordu şiiri.
Yılmaz Gruda’yla o ara Ankara’da kısa bir arkadaşlık dönemimiz olmuştu. Birlikte sinemaya falan giderdik. Carmen Miranda’ya benzeyen bir halası (ya da teyzesi) vardı. Bir piyanist kızdan söz ederdi boyuna. Daha çok Ahmet Oktay’la gezerdi. Sanırım, o yıllarda en yakın arkadaşı oydu.
Gruda’nın ilk şiirini Varlık’ta okumuştum. Biraz Attilâ İlhan, biraz Ahmed Arif havası taşıyan, büyük bir Nâzım Hikmet sevgisiyle dolup taşan, ama temelde değişik, kendine özgü bir şiirdi. Eski sözcüklere dayanan, bir hüznü bir başkaldırmayla birleştirmeye çalışan usta işi bir şiir. Bu yüzden onu olduğundan daha ergin, daha ileri yaşta düşünmüşümdür. Sonraları şiirleri dergi sayfalarında tek tek dökülüşmeye başlayınca onda büyük sözler söyleme, parıltılı, biraz da gümbürtülü bir şiir dökme isteği öne çıktı. Yalnız, küçük şeylerden söz ederken daha mı başarılı oluyordu? Böyle şiirlerinde ya da şiirinin böyle yerlerinde, retorikten, retoriğin sakıncalı olabilen yanlarından sıyrılıyor, buruk bir tada ulaşıyordu. “Kılçıklıdır benim şiirim” diyordu; “gayrisafidir” diyordu. Böyle olmasını da istiyordu. Bu onu zaman zaman yinelemelere de götürmekteydi. Belki biraz da “tarihsel süreç”e inmek isteyişinin bir sonucuydu bu.
O sıralar (1954-1956) hepimiz Attilâ İlhan’ın şiirini ayrı severdik. Yılmaz Gruda sosyal realizme katılıyordu. Ama kendi eleştirisini de her an hazır tutarak. Sık sık şöyle dediğini anımsıyorum: “Biz Söylev’in yorumcusu mu olacağız yahu! Olur mu yahu!” Oyun yazmaktan söz ederdi bir de. Hatta oyunlar yazdığından.
Yılmaz Gruda’yı oyuncu olmaya götüren nedenlerden biri de bu oyun yazma tutkusu mudur? Bana sorarsanız, hayır. Sanırım, işinden ayrılarak İstanbul’a gidişinin nedeni, kendisine orda bir iş bulup edebiyatla daha yakından ilgilenme olanağı elde etmekti. Belki de doğrudan doğruya basında çalışmak istiyordu. Ama İstanbul’da bir süre işsiz gezdikten sonra şans onun karşısına bir robot çıkaracaktı: Bahar ve Çiçek Bayramı’nda Gülhane Parkı’na gelen Sabor’u. Yılmaz Gruda’nın ilk işi “teatral” ve “göksel” sesiyle Sabor’u konuşturmak olacaktı. Bu ilginç “dublaj” işi, sonunda, onu tiyatroya itti. İlk sıralarda bizden kaçtığını anımsıyorum. Edebiyatçıların pek uğramadığı bir kahvede ya da bir pastanede oturur, diksiyon kitapları okur, yeni mesleğine hazırlık yapardı. Oysa o sıralarda bir dergi çıkaracaktık. O, ben, Demirtaş Ceyhun. Kanuniesasi Kıraathanesi’nde oturup derginin hazırlıklarını yapıyorduk. Derginin adı ne olmalıydı? Yılmaz Gruda Ankara’daki Şimdilik’i yeniden çıkaralım istiyordu. Ama onun tiyatroya geçişi en önce onu koparmıştı aramızdan. Bir süre sonra dergi işi iyice “yattı.”
Ama Yılmaz Gruda şiirle ilgisini kesmemişti. Hangi şair kesebilir ki! Gerçi iki “Özen” arasında yaşadığı günlere göre çok şeye biraz uzak düşmüştü; sinema ve tiyatro arasında yaşıyordu şimdi. Ama derdi günü yine şiirdi, edebiyattı. Yarı-gizli bir şairdi.
Sevgili Yılmaz, yazın yine süslü mü öyle?”
Ulus Baker: “Biraz blues dinleyin benim için”
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.