Çok yorulmuş ve sıkılmıştım. Hiç bir anlam veremiyordum, çizdiklerimin hepsi birbirinin aynısıydı zaten. “Hayır, şöyle yap!” diyordu, o da benimkinin aynısıydı. Yorgunluktan bezmiş, sıkılmış ve kaçmak için fırsat kolluyordum.
Bu karikatür-vinyetin, orta sayfa için hazırlanan bir Ramazan Sayfası başlığının her iki yanındaki kulaklardan biri olması kararlaştırılmıştı. Oğuz Abi esprisi bana ait diye başkasına çizdirmek istemiyordu. Öte yandan başlığın bir uzantısı olduğu için de özenilmesi, titizlenilmesi gerekiyordu.
Çift imzalı karikatürlerin mucidi sayılırdı aslında Gırgır Dergisi. Güzel bir espriyi onun anlatımına güç katacak, espirinin vuruculuğunu daha da arttıracak bir başka çizere çizdirilmesi sıradan uygulamalardan biriydi. Genellikle kapak ve vitrin sayılan üçüncü sayfadaki işlerde özellikle bu yol izlenirdi. Ayrı bir yazı ve tartışma konusu olabilecek Gırgır Dergisi’ne özgü bu uygulama, zaman içerisinde esprici, çizgici ve hem esprici hem de çizgici olarak nitelenebilecek karikatürcü tiplerinin oluşmasına neden olmuştu. Fakat buna rağmen işin ilginç yanı, Oğuz Abi herkesin kendi işini kendisinin çizmesinden yana olduğunu kanıtlamak istercesine, özellikle beğendiği esprileri önce sahibine çizdirmek için çabalardı. Hatta yine başka bir zaman Zıpır sayfası için beğendiği çok kareli bir esprimi ben o hafta gidemediğim için İlban Abi’ye çizdirmiş ve ertesi hafta gittiğimde adeta açıklama yapma ihtiyacı duyarak “Geç saate kadar seni bekledim, gelmeyince İlban’a çizdirmek zorunda kaldım” diyerek beni çok şaşırtmıştı. Ayrıca İlban Abi de esprimi öyle bir çizmişti ki bana “İyi ki gitmemişim” dedirtmişti.
İşte Oğuz Abi bu kulaklardan biri olması kararlaştırılan espriyi de çok beğenmişti. O yüzden bana çizdirmeye kesin olarak karar vermişti. Konu basitti; Tepesine zil yerine minik bir ramazan davulu yerleştirilmiş küçük bir çalar saat sahur vakti tokmağı davula vurarak milleti uyandırıyor. Hani “Bu devirde davulcuya ne gerek var, kurarsın saatini kimseyi rahatsız etmeden kalkarsın” diye bir tartışma vardır ya. Sanırım bu espriyi o yüzden sevmişti. Hem modern zamanın çalar saati hem de geleneksel olan ramazan davulu. Bu karikatür her ikisini de bir arada barındırıyordu..
Sabaha kadar bu küçücük karikatürü kaç defa çizdim hatırlamıyorum. Acımasız gibi geliyor ama, en iyiyi en doğrusunu bulmak için en iyi yöntem buydu. Bir işi sile boza defalarca çizdiriyordu. Bazen hırslanıyor, kalemi alıyor kağıtla kavga edercesine kendisi çiziyordu. “İşte böyle çizmelisin” diyordu. Bakıyordum o da öncekilerin aynısıydı, sonra kendi çizdiğini bana vermeyerek çöpe atıyor ve “Git böyle çiz” diyordu.
Son yıllarda sanal alemde yeni çizerlere rastlıyorum. Çizdikleri karikatürlerdeki adamların tutamayan elleri, basamayan ayakları olan. El çizmeyi, ayak çizmeyi parça parça bir şekliyle öğrenmiş, sonra o parçaları bir araya getirdiğinde karikatürün de karikatürü adamlar çıkmış ortaya. Ama buna karşılık renkler, filtreler, efektler dijital olanakların hepsi sonuna kadar kullanılmış. Ama el çizemiyor, çizdiği el sakat. Çünkü öğrenmeye zamanı yok, gerek duymamış, kimse de öğretmemiş. Kulağıma “Karikatür kolay çizilebilen bir şey olmalıdır” gibi sözler de çalınıyor. Çizer profesyonelliği, araştırarak kurşun kalemle çizme, tarama ucu ve çini mürekkebi kullanma ustalığı gibi yıllarla kazanılan becerilere ise hiç gerek yok artık. Hatta gözümüzün önünde kağıt, kalem ve mürekkep bile devreden çıktı, hepimiz biliyoruz.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte son çizdiğimi de alarak bütün çizdiklerimi toparlayıp odasına gittim, hepsini tek tek yeniden inceledi ve “Evet bu iyi bunu koyalım” diyerek birini işaret etti. İşin ilginci bu karikatür, ilk çizdiğimdi.
İşte o karikatürüm.

0 Yorum