34,9739$% 0.16
36,7420€% 0.28
44,1241£% -0.32
2.974,72%-1,04
2.647,78%-1,18
10.125,46%0,66
“Çok gergin görünüyorsun”
Bakışımı sesin geldiği yöne çevirerek “Pardon anlayamadım” dedim. Hemen solumdaki kayada şarap içen yaşlı dayı yerinden kalkarken “Dedim ki çok gergin görünüyorsun…”
“Gergin değilim aksine bugün çok mutluyum.”
“Mutsuzsun demedim ki gerginsin dedim.” diyerek yanıma oturdu.
Dayı haklıydı. Böyle hissetmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, mutluluk hissi çok yabancı geliyordu bana. Sanki olmaması gereken bir durummuş gibi… Bu da beni geriyordu gerçekten.
Diğer elindeki poşetten plastik bir bardak çıkarıp şarap doldurdu. Bardağı bana uzatırken “Gönül işi mi, iş hayatı mı? Hangisi iyi gitti bugün?” diye sordu. “Aslına bakarsan her ikisi de” diye cevap verdim. Bostancı iskelesine yanaşan ada vapuruna elindeki şarap şişesi ile selam verirken “Merak etme, fazla uzun sürmez.” dedi
“Hangisi uzun sürmez?” diye sordum.
“Aslına bakarsan her ikisi de” dedi ve doldurduğu bardağı fondip yapıp elinin tersiyle bıyıklarını sildi.
“Peki dayı ne yapayım ben şimdi? Mutluluk bitecek diye üzüleyim mi yoksa mutluluk bitince gerginlik kalkacak diye sevineyim mi?"
“En iyisi mutluluğa hiç bulaşmamak” diye cevap verdi.
“Bulaşmamak mı?” dedim.
“Evet. Çünkü ihtiyacın olan şey mutluluk değil huzur.”
Dayının ikram ettiği şaraptan bir yudum içtim. “Mutsuzluğun tek sebebi mutluluğun kendisidir” diye devam etti.
“Filozof gibi konuştun dayı da ben tam anlayamadım bunu.”
“Mutluluğun peşinde koşarken niye mutlu değilim diye düşünüp mutsuz olmuyor musun? Mutluluğu yakaladığın o ender anlarda ise bitecek diye gerilip mutsuz olmuyor musun? Ve sonunda mutluluk bitince de her zamankinden daha fazla mutsuz olmuyor musun?”
“Doğru valla” diyebildim sadece.
‘Şarapçı’ diye nitelendirdiğimiz bu evsiz insanlarla daha önce de sohbet etmişliğim vardı. Sohbetler genelde “Ben eskiden şöyleydim, böyle güzel işim vardı. Kahpe felek beni bu hale getirdi” de kilitlenip kalıyordu.
Bu dayıda ise bir Morgan Freeman havası vardı. Söyledikleri doğru geliyordu ama kafamı bulandırıp tadımı kaçıracak gibi de hissediyordum. Bardağımdaki şarabı bitirip inceden uzama planları yaparken “William Faulkner ‘İnsanın mutsuzluk nedeni zamana bağlı oluşudur’ demiş” diye devam etti. “William Faulkner da kim amk?” diye geçirdim içimden. Büyük ihtimalle bir yazar ama hayatımda hiç duymamıştım. Demek ki “kahpe felekçilerden” değilmiş bu dayı. Sohbet ilginç olabilir düşüncesiyle biraz daha takılmaya karar vermiştim ki dayı şarap şişesinden destek alarak ayağa kalktı ve kayaların üzerinde dengede durmaya çalışarak benden uzaklaşırken “Zamana bağlı çünkü tüm şatafatlı ve boktan sahneleriyle bir gün bitiş jeneriği akmaya başlayacak” dedi.
“Vay amk… Dayının söyledikleri tam Facebook’ta paylaşmalık” dedim içimden.
Arkasından “Nereye dayı? Sohbet ediyorduk ne güzel” diye seslendim.
Şarap şişesini havaya kaldırarak “Yağmur yağacak birazdan” diye gökyüzünü işaret etti.
“Nasıl yağacak dayı? Havada bir tane bile bulut yok” dedim.
Az ilerde tahta parçaları ve naylonlardan yaptığı barakanın önünde durup “Evlat yirmi seneden fazladır bu kayalarda yaşıyorum. Ne zaman yağacağını bilirim.” dedi ve barakasına girip gözden kayboldu.
Hani filmlerde olur ya, kahramanımız bir evsizle tanışır. Tanıştığı evsiz entellektüel bir bilge çıkar ve kahramanımıza hayat dersleri verir. Bu dayıda da o potansiyel vardı sanki. Barakaya gidip sohbete devam etmek istiyordum ama herif davet etmedi ki.
Saat geç olmuştu. Hava da kararmaya başlamıştı. Bir sigara daha içip ufaktan eve doğru yola çıksam iyi olur diye düşündüm. Sigaramdan daha ilk fırtı çekerken biri elime diğeri yanağıma iki damla düştü. Kafamı yukarı kaldırınca havanın saatten değil bulutlardan dolayı karardığını fark ettim. İkinci fırtı çektiğimde ise yağmur iyice hızlanmıştı. Kartal dolmuşları bulunduğum noktaya çok uzak olduğu için barakaya yöneldim.
Doğada kamp yaparken ya da şehirde ıssız bir sokaktan geçerken yanımda taşıdığım İsviçre çakısını vakit kazanmak için daima açık şekilde cebimde tutardım. Kullanacağımdan değil de daha çok caydırıcı olarak işe yarar diye düşünüyordum. Barakaya doğru giderken çakımı açtım ve montumun cebine koydum. Ne olur ne olmaz.
Küçük bir barakaydı, kapısı belime kadar geliyordu. Betondan gelen soğuğu engellemek için baraka ile beton duvar arasında üstü naylonla kapatılmış yaklaşık yarım metre boşluk vardı. Tahta duvara üç kere vurdum. Kapı niyetine kullandığı tahtayı yana çekerek içeri buyur etti dayı. Baraka, içinde ayakta durulamayacak kadar alçaktı. Kalın çıplak süngerden oluşan bir yatak, plastik bir tabure ve sehpa olarak kullandığı dört tuğlanın üzerinde duran bir suntadan başka bir şey yoktu.
Bütün eşyaları zeminde yer kaplamasın diye tahta duvardaki çivilere asılı poşetlerde duruyordu. Hemen arkasındaki duvarda asılı olan poşetten büyük kalın bir mum çıkarıp yaktı. Mumu sunta sehpaya koyarken diğer eliyle yatağı işaret ederek “Buyur otur” dedi. Sonra duvardan indirdiği başka bir poşetten üçgen şeklinde bir parça eski kaşar çıkardı. Aynı poşeti düzgünce suntaya serip kaşarı üstüne koydu. Eliyle montumun cebini işaret ederek “Şu bıçağını ver de kaşar dilimliyim biraz, şarapla iyi gider” dedi.
“Bıçak mı? Ne bıçağı?” dedim şaşkınlıkla.
Dayı hiçbir şey söylemeden sadece montumun cebini işaret etti. İşaret ettiği yere baktığımda montumu delip dışarı çıkan çakımın ucunu gördüm. Yatağa otururken delmiş olmalıydı. Çakıyı cebimden çıkarıp dayıya uzatırken “Hay Allah, kapatmayı unutmuşum “ dedim. Dayı kaşarı dilimlerken “Daha dikkatli olmalısın, kendini yaralayabilirsin” diye uyardı beni. Kaşarı dilimlemeyi bitirdikten sonra çakıyı sağ ayağının yanında yere koydu. Plastik bardaklarımızı tekrar şarapla doldururken “Nerede kalmıştık?” dedi.
“Sonunda jenerik yazıları akmaya başlayacak demiştin en son” diye hatırlattım.
“Hah… Yani ölüm bir yandan her şeyi yok edip anlamsız kılarken diğer yandan da bir final olduğunu hatırlatarak hayata anlam katıyor” diye devam etti.
“Naaptın dayı ya? Mutluluktan bahsediyorduk. Ölüme bağladın mevzuyu” dedim. Dayı cevap vermedi. Uzun bir sessizlik oldu. Barakanın üstündeki naylona düşen yağmurun sesi dalga sesini bastırıyordu.
Aklım çakıda kalmıştı. İşi bitince geri vereceğine niye ulaşamayacağım bir yere koymuştu? Çakım olmayınca kendimi savunmasız hissettim. Bu arada hava gerçekten kararmıştı, yağmurdan dolayı da etrafta kimse kalmayınca hafiften kıllanmaya başladım. Bir taraftan da “Yok ulan; filozof gibi adam, bir sürü kitap okumuş bundan zarar gelmez” diye kendimi avutmaya çalışıyorum içimden. Sessizlik uzadıkça tedirginliğim artıyordu.
Sesizliği dayı bozdu “Telefonunu kullanabilir miyim? İnternette bir şeye bakacağım da… İnternetin var di mi?”
“Haydaa ne alaka şimdi” diye düşündüm. Böyle bir adamın telefonla daha doğrusu internetle ne işi olabilirdi ki? Üstelik sohbetin gidişatı ile alakası olmayan bir durumdu bu. Telefonumu cebimden çıkarırken “Var da burada çeker mi bilemem” dedim. Telefonu daha ona uzatmadan elimden kaptığı gibi kapı niyetine kullandığı tahtayı kenara çekip telefonumu denize fırlattı.
“Ne yapıyorsun ya!” diye çıkıştım. Kapıyı sakin bir şekilde kapatıp cekedinin iç cebinden bir tabanca çıkardı ve sehpaya koydu. Peşinden yerdeki çakıyı alıp sehpada benim ulaşacağım bir yere koydu. Namlusu bana dönük tabanca ve sivri ucu dayıya dönük çakı bir çeşit orantısız düello daveti gibi duruyordu.
“Hassiktir! Noluyo amk?” dedim içimden. Filozof zannettiğim herif psikopat çıktı. İşler boka sarmadan buradan uzaklaşmanın bir yolunu bulmalıydım. Sadece başparmağıyla sehpadaki tabancayı bir kediyi sever gibi okşarken “Hayatın anlamı hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Tek düşündüğüm şey bu barakadan çıkıp gitmekti. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Elimde boş plastik bardakla sessiz ve tedirgin bir şekilde bir süre bekledim. Tabancayı okşamayı bırakıp bardaklarımızı tekrar şarapla doldururken “Evet seni dinliyorum. Ne düşünüyorsun?” dedi.
Duymak isteyeceğini tahmin ettiğim şu cümleyi söyledim. “Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermekle yaşanmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır.”
Sinirli bir şekilde sehpaya yumruk vurarak “Albert Camus’nün ne düşündüğünü sormadım, senin ne düşündüğünü sordum!” diye bağırdı.
“Tamam tamam sakin ol dayı. Şimdi kendi düşüncemi söyleyecem”
Yumruğun etkisi ile yönleri değişen çakı ve tabancanın duruşlarını eski haline getirdi.
“Eee… Şey. Bence hayatın bir anlamı yok, ama bu gene de bir çok şeyi merak etmeye ya da bir şeye tutku duymaya engel olan bir durum değil diye düşünüyorum” dedim.
“Güzeel… Buna içilir işte” diyerek tokuşturmak için bardağını bana doğru uzattı. Dayıyı daha fazla kızdırmamak için ben de bardağımı uzattım. Bardaklarımızı tokuştururken aklıma bir kaçış planı geldi. Yağmurdan hemen önce barakasına doğru giderken dengede durmaya çalıştığını fark etmiştim. Demek ki ben gelmeden çok önce içmeye başlamıştı. Bir şekilde sohbeti biraz uzatıp dayıyı biraz daha içirirsem iyice sarhoş olur ve refleksleri yavaşlar. Bu durumdan yararlanıp hızlıca tabancayı denize atmayı başarırsam gerisini halledebilirim diye düşünüyordum. Gözlemlediğim kadarıyla plastik bardaktan şarabı fondip yaparak içiyordu hep.
Bu defa tokuşturmak için bardağı ben uzattım ve “Ben adi herifin tekiyim, iğrenç bir adamım ve hastayım…” diyerek oyunu başlattım.
“Dostoyevski Yeraltından Notlar giriş cümlesi” dedi. O fondip yaparken ben içiyormuş gibi yapıp ağzıma doldurduğum şarabı tekrar bardağa geri boşalttım ve çaktırmadan hızlıca bacak aramdan oturduğum süngere döktüm.
Boşalan bardağımı tekrar şarapla doldurması için uzatırken “Aynı cümle Türkçe çeviride ‘Ben kötü bir insanım’ diye geçiyor. Bu yüzden bazı insanların sadece Dostoyevski okuyabilmek için Rusça öğrendiklerini biliyor muydun?”
“Da” diye Rusça cevap verdi.
“Aha! Damarı buldum galiba” diye düşündüm.
“O halde Na zdarovye” diyerek bardağımı havaya kaldırdım. İkinci bardaklarımızı da fondip ve süngerle boşalttık. Süngerde dağılan şarap pantolonumu ıslatmıştı ama bozuntuya vermedim.
Dayı bardaklarımızı tekrar doldururken “İnsan ne kadar kurnazsa, basit şeylerden tuzağa düşürüleceğinden o kadar az kuşku duyar.” dedi. Bunu söylerken gözlerime dik dik baktığı için kendi bardağını fazla doldurup taşırdı.
Suç ve Ceza’dan yaptığı bu alıntıyı benim planımı anladığını belirtmek için mi yoksa beni barakanın içine nasıl çektiğini anlatmak için mi yaptı acaba diye düşünmeye başladım. Bardağı taşırmasını planım işe yarıyor olarak yorumlayıp devam etmeye karar verdim. Dikkat çekmemek için bu defa ben de içtim. Fakat daha fazla içmemeliydim yoksa ondan önce sarhoş olabilirdim. Bundan sonraki konuşmalarımız sadece Dostoyevski’den alıntılar olarak devam etti.
İkinci şişenin sonlarına doğru oturduğum sünger artık sırılsıklamdı. Beni beklemeden fondip yapıp “Nefrete sevgiden fazla güvenirim çünkü nefretin sahtesi olmaz” dedi ve oturduğu tabureden sünger yatağa devrildi.
“Tam zamanı” diye düşündüm. Silahı kaptığım gibi tahta kapıyı yana çekip denize fırlattım. Belime kadar gelen küçük kapıdan çıkmak için eğildiğimde dişlerini göstererek hırlayan bir köpekle burun buruna geldim. Allah’tan zincire bağlıydı ve zincirin uzunluğu kapıdan içeri girmesine yetmiyordu. Salyalarına karışan yağmur sularının damlamasını seyrettim birkaç saniye. Zincir barakanın arkasına doğru gidiyordu. Duvarla baraka arasındaki o yarım metrelik boşluk duvardan gelen soğuğu engellemek için değilmiş meğer. Tahta kapıyı hızla kapatıp sünger yatağa geri oturdum. Sehpada duran çakımı alınca kendimi biraz güvende hissettim. Hiç değilse ortada tabanca yoktu artık. Dayı ayılmadan şu köpeği atlatmanın bir yolunu bulmalıydım.
Kapı, barakanın denize bakan yüzünde yaklaşık üç metrelik tahta duvarın sol tarafındaydı. Köpeğin zinciri anca kapıya kadar yettiği için diğer taraftaki tahta duvara açacağım bir deliğe ulaşamaz diye hesapladım.
Hızla kapıya en uzak tahta duvarda çakıyla bir delik açmaya çalıştım fakat imkansızdı. Sunta çakı için fazla kalındı. Sonra sehpanın altındaki dört tuğlayı hatırladım. Tuğlalardan birini alıp barakanın köşesinden dışarıya doğru vurmaya başladım. Vurma seslerini duyan köpek delirmiş gibi havlamaya başladı. Bir taraftan vurmaya devam ediyor, diğer taraftan da dayı ayılmış mı diye kontrol ediyordum. İki duvarı birbirine bağlayan çiviler görünecek kadar aralanınca daha hızlı vurmaya başladım. Barakayı örten naylonlar duvarların daha fazla açılmasını zorlaştırıyordu. Açılan aralıktan çakıyla naylonu kestim ve tahtalar daha kolay aralanmaya başladı. Birkaç tuğla darbesinden sonra aradan geçebileceğim kadar bir boşluk açılmıştı. Açılan aralıktan dışarıya çıkmaya çalışırken montum tahtadaki çivilerden birine takıldı. Arada sıkışıp kalmıştım. Köpek daha da sinirli şekilde havlayarak zinciri zorluyordu. Zincir kopar ya da yerinden çıkarsa sıçtım diye düşündüm. Biraz debelendikten sonra montumu çividen kurtarmayı başardım. Kendimi zorlayıp dışarı çıkmak üzereyken gürültüden uyanan dayının son anda ayağımdan yakalamasıyla yere düştüm. Oturur pozisyonda ayakkabımdan tutan dayıdan kurtulmaya çalışırken süngerin altından kocaman bir ekmek bıçağı çıkardığını gördüm. Ayağımı biraz kendime çekerek dayının kolunu tahtadaki çiviye yaklaştırdım. Diğer ayağımla tahtaya dışardan tekme atarak çivinin koluna batmasını sağladım. Acı içinde kıvranan dayının küfürleri ve deli gibi havlayan köpeğin sesini geride bırakarak yağmurda iskeleye doğru koşmaya başladım.
Bostancı iskelesinin önünden bir taksiye atlayıp oradan uzaklaştım
İçimdeki cinayet (Dördüncü Bölüm)
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.