DOLAR

38,8369$% 0.08

EURO

43,8281% 0.25

STERLİN

52,0559£% 0.28

GRAM ALTIN

4.099,30%1,74

ONS

3.284,80%1,72

BİST100

9.514,01%-1,60

İmsak Vakti a 02:00
İstanbul AÇIK 19°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

İhtiyar Adam

ad826x90
ad826x90
ad826x90

Bu öyküde anlatılanlar gerçek değildir. Hayali ve kurgusaldır. 

ad826x90

“Karnın aç mı?”
“Haaa?”
“Karnın diyorum aç mı?
“Neey?”
“Eeeh! Yeter a*ına koyim. Bıktım her şeyi üç kere tekrar etmekten. Yarın kasabaya inip şu işitme cihazından alıcam bi tane artık.”
“Küfürlü konuşma!”
“Ulan duya duya küfürü mü duydun?
“İstemiyorum cihaz, filan ihtiyacım yok.”
“Senin değil benim ihtiyacım var. Her şeyi papağan gibi üç kere…”
“Bağırmadan konuş! Karşında sağır yok” diye lafımı kesti ihtiyar adam.

87 yaşındaki bir adamla inatlaşmayı kazanamayacağımı anlayıp mutfağa yöneldim. Çekmeceden bir poşet alıp eldiven gibi elime geçirdim. İhtiyar adamın kıvırıp kıvırıp burnuna soktuğu ve etrafa rastgele fırlattığı kanlı sümüklü peçete parçalarını toplamaya başladım. Peçeteleri toplarken kusmamak için bulduğum bir yöntem vardı. Güneş gözlüğümü takıyor aynı zamanda gözlerimi iyice kısıyordum böylece sadece peçetenin beyazlığını görebiliyordum sümük ve kanlar görünmüyordu. Peçeteleri çöpe atıp akşam yemeği hazırlamak için mutfağa doğru giderken ihtiyar adamın genzindeki bütün balgamı “Hıoaark!” diye ağzına doldurmasını ve lavaboya gitmeye üşendiği için hepsini “Gooğurk” diye yutmasını duymamla mutfağın ortasına kusmam bir oldu. Gene hazırlıksız yakalanmıştım. Normalde bu sesi duymamak için yemek hazırlarken kulaklığımı takıp yüksek sesle müzik dinlerdim.

Kusmukları temizleyip akşam yemeğini hazırladım. Bu duruma alışıyor olmam beni delirtiyordu. İhtiyar adamın yemeğini bir tepsiye koyup önündeki sehpaya bıraktım. Ben de kendi yemeğimi alıp masaya geçtim ve kulaklığımı taktım; çünkü ihtiyar adam inatla takma diş yapıştırıcısı kullanmak istemediği için yemek yerken takma dişlerini tabağına ya da kaşığının içine düşürmesini görmek ve duymak istemiyordum. 

ad826x90

Yemeğimizi bitirdikten sonra bulaşıkları toplayıp sobaya iki odun daha attım ve televizyonun karşısındaki kanepeye uzandım. Bir sigara yakıp kendimi günlük rutin Çin işkencesine hazırladım. Birkaç saat süren bu işkence, ihtiyar adamın yüzlerce kez anlattığı anılarını tekrar dinliyormuş numarası yapmak ve beşer dakika arayla sorduğu aynı soruları cevaplamaktan oluşuyordu.

ad826x90

İhtiyar adam gündüzleri bahçede bir şeyler kesip, çakıp, tamir ederek kendini meşgul ediyordu. Ben de ormana gidip odun topluyor, topladığım odunları bahçede kesiyordum. Ayrıca motosikletle komşu köydeki bakkala alışverişe gidip geliyordum, dolayısıyla ihtiyar adamla gündüzleri pek muhatap olmuyordum. Bu yüzden akşam yemeğinden sonra üst kattaki kendi odama çekilip rahat etmek varken ihtiyar adamın sohbet ihtiyacını karşılamış olmak için bu Çin işkencesine gönüllü olarak katlanıyordum.

Babamı İstanbul kalabalığından uzaklaştırmak için Çanakkale’deki yazlığa getirdiğimden beri yaklaşık bir yıldır her günümüz böyle geçiyor. Evet “ihtiyar adam” dediğim bu adam benim babam. Ona ihtiyar adam diyorum çünkü babammış gibi hissetmiyorum.

Geçmişe dönüp anılarımı taradığımda babamla ilgili hatırladığım tek bir şey var. Ben 8 yaşında iken gürültü yaptığım için bana tokat atmıştı. İşte babammış gibi hissettiğim tek an oydu. O tokatın haricinde bir baba olarak ne bir kere sarıldığını, ne benimle oyun oynadığını, ne beni bir yere gezmeye götürdüğünü hatırlıyorum. Çocukluğumda zaten çok az görüyordum onu. Almanya’da kaçak işçi olarak inşaatlarda çalışıyor; bir sene, bazen iki sene gelmiyordu.

Geçen akşam rutin Çin işkencesinden sonra ihtiyar adam kalktı ve yatak odasından bir kutu getirdi. Kutunun içinde bu yazlığı yaparken çektirdiği fotoğraflar vardı. Fotoğrafları tek tek gösterip inşaatı nasıl yaptığını anlatıyordu. Bir fotoğrafı hızla geçip kutunun altına sakladığını fark ettim. “Ne var o fotoğrafta? Ver bir bakayım” dedim “Önemli değil ya, başka bir fotoğraf” dedi. Kutuyu kaldırıp fotoğrafı aldım. Fotoğraf 70 li yıllarda Venedik’te çekilmiş. Üstü açık bir araba içinde babam güneş gözlüğü ve Hawai gömlekle poz vermiş. Tam da kaçak işçi olarak Almanya’da çalıştığı yıllar…

ad826x90

*********

Bu Venedik fotoğrafı ortaya çıkmadan önce anlattığı anılar, “Hava o kadar soğuktu ki, beton harcı donduğu için inşaata bir hafta ara verdik” ya da “On kişinin bir haftada yapacağı bir işi ben dört kişilik ekiple üç günde bitirdim” gibi sıkıcı inşaat anılarından ibaretti. Ne olduysa bu fotoğraftan sonra anlattığı anılar daha bir ilginç, ilginç olduğu kadar da kıllandırıcı gelmeye başladı. 

Yine böyle bir akşam yemeğinden sonra oturmuş Kemal Sunal filmi seyrediyorduk. “Türkiye’den kaçak yollarla Almanya’ya inşaatta çalışmaya gittiğimiz ilk sene” diye anlatmaya başlayınca hemen televizyonun sesini kıstım. 

“İstanbul’lu bir tanıdığımızın vasıtasıyla inşaatta işçi olarak çalışmaya başladık. Hiçbirimizin pasaportu olmadığı için gündüzleri inşaatta çalışıyor, geceleri de inşaattaki bir konteynerda yatıyorduk. Yakalanırız korkusuyla dışarı çıkmıyorduk. Üç haftadır inşaattan çıkmamıştık. Sıkılmaya başlamıştım. Bir akşam yatma hazırlıkları yaparken tuvalete gidiyorum diye konteynerdan çıktım. İnşaatın Alman bekçisinden kıyafetlerini ödünç alıp giydim. Sonra konteynerin kapısını tekme ile açarak “pasaport kontrol!” diye Almanca bağırdım. Polis baskını olduğunu zanneden işçiler korkudan altlarına işediler. Ha ha ha!”

“Ulan sen de bir kaçak işçisin; senin de pasaportun yok, hangi özgüvenle böyle bir şakayı yapmaya yelteniyorsun? Ayrıca Alman bekçiye kıyafetini vermesi için ikna edecek kadar Almancayı ne zaman öğrendin?” diye sormaya hazırlanıyordum ki…

ad826x90

“Paris’te bir arkadaşımla geziyoruz” diye başka bir anısını anlatmaya başladı.

“Bi dakka bi dakka… Ne Paris’i, ne gezmesi? Biz seni Almanya’da çalışıyorsun zannediyorduk. Altı ayda bir gelen mektuplar hep Almanya’dan geliyordu.”
“Lafımı kesme de dinle.”
“Ama…”
“Paris’te geziyoruz, bisikletli bir çocuk önümüzde durup elindeki zarfı bana uzattı. Zarftan çıkan kağıtta Berlin’deki nükleer santral inşaatında çıkan bir problemi çözmem için beni Berlin’e çağırdıkları, teknik detayları almam için önce Brüksel’deki merkeze uğramam gerektiği yazıyordu. Arkadaşımı Paris’te bir otele yerleştirdim. ‘Berlin’de birkaç günlük bir işim var dönüşte seni alıcam’ deyip ilk trenle Brüksel’e doğru yola çıktım. Gece üçte Brüksel’e vardım. Verilen adres kocaman demir kapısı olan bir depoydu. Kapıya üç defa vurdum. Yana doğru açılan kapı aralığından iki dobermanın bana doğru koştuğunu gördüm. Hiç kıpırdamadım. Deponun derinliklerinden gelen “Halt!” sesini duyan dobermanlar bir metre kala zınk diye durdu. Adam köpeklerin yanına gelip “Herr Nako?” diye sordu. “Ja” diye cevap verdim. Eliyle onu takip etmemi işaret etti. Deponun diğer ucundaki ofis olarak kullanılan küçük bir odaya geçtik. Masada nükleer santralin planları vardı. Santralin havuz duvarı hesaplama hatası yüzünden bir metre yüksek kalmış. Bu duvarın toprağa gömülmesi gerekiyormuş. Birkaç hesap işlemi yaptıktan sonra adamlara Hamburg’daki rüttelplatte üreten fabrikayı aramalarını ve ürettikleri en iri 12 adet rüttelplatteyi nükleer santral inşaatına getirmelerini söyledim.”
“Rüttelplatte ne ki?”
“Bildiğimiz kompaktör işte…”
“Kompaktör ne a*ına koyayım?”
“Ulan sen de zırcahil çıktın. Hani şu asfalta yama yapılırken asfaltı düzlemek için zıplayarak ezen alet var ya o işte…”
“Karikatürist adamım ben. Rüttelmiş, platteymiş, kompaktör falan nerden bileyim? Hem Almanya’da mühendis mi kalmadı da bu problemi çözmek için senin gibi ilkokul mezunu sıradan bir inşaat işçisini çağırıyorlar?” diye sorunca hiç cevap vermeden havlu kağıttan bir parça koparıp kıvırmaya başladı. Tam bu anda bir şey fark ettim. Venedik fotoğrafından sonraki anıları anlatırken hiç iğrençlik yapmıyordu. Şimdiki peçeteyi kıvırma sebebi araya girip lafını kesmiş olmam, daha doğrusu anlattığı şeyi sorgulamam olmalı diye düşündüm. Televizyonun kumandasını aldı sesi açıp burnuna soktuğu peçeteyi döndüre döndüre Kemal Sunal filmi seyretmeye devam etti.

“Tamam tamam anlatmaya devam et bir daha sorgulamıycam.”

Bu defa televizyonun sesini kendisi kıstı.

“Ertesi gün nükleer santral inşaatına vardığımda işçiler tırlardan rüttelplatteleri indiriyordu” diye devam etti. “İnşaatın malzeme sorumlusundan bir kutu kırmızı boya ile bir fırça getirmesini istedim. Havuz duvarına daha önceden hesapladığım 12 noktaya fırça ile kırmızı işaretler koydum. İşçilere makineleri tam işaretlediğim noktalara yerleştirmelerini söyledim.”
“Rüttelplatteleri di mi?”
“Aferin lan Almanca öğrenmeye başladın bakıyorum. Neyse sonra makinelerin on ikisini birden aynı anda çalıştırdık yer sarsılmaya başladı. Bir saat sonra ilk ölçümü yaptım. Milim milim de olsa beton blok toprağa gömülmeye başlamıştı. Aralıksız devam etmelerini söyledim. Otuzaltı saatin sonunda beton blok bir metre toprağa gömüldü ve sorun ortadan kalktı.”

Yaklaşık bir dakika süren sessizliği Kemal Sunal’ın gülüşü bozdu. Kumandayı sehpaya bırakan ihtiyar adam yanındaki poşetten bir mandalina çıkarıp soymaya başladı. “Geç oldu. Şu mandalinayı yiyip yatacam. Sen de odana çık artık”

Sobaya bir odun daha atıp odama çıktım. Kafam karışmıştı. İhtiyar adamın anlattığı yeni anılar Almanya’da kaçak işçi olarak çalışan ilkokul mezunu bir inşaat ustasının profiline hiç uyumuyordu. Venedik’ten sonra şimdi de Paris çıkmıştı ortaya. Arkadaşımla geziyorduk dediği de büyük ihtimalle manitasıydı.

İhtiyar adamda bir şeyler değişmişti. Beş-altı gündür kıvrılmış peçete toplamıyor, akşam yemeği hazırlarken kulaklık takmak zorunda kalmıyordum. Bu konuda rahatlamıştım fakat artık anı da anlatmıyordu. Bir çeşit depresyona girmiş gibiydi. Akşamları biraz televizyon seyrediyor, sonra yoruldum diyerek her zamankinden daha erken yatıyordu.

Aradan bir hafta geçmişti. Akşam yemeğinden sonra ihtiyar adam haberleri seyrediyor ben de kanepeye uzanmış cep telefonumla vakit geçiriyordum. “Çek vizör” dedi ihtiyar adam. Bakışımı telefon”dan ihtiyar adama yönelttim.

“Ne?”

Eliyle televizyonu işaret edip “Çek Vizör… 1973 model… 7,65” dedi.

Haberlerde elleri kelepçelenmiş bir adam, önündeki masada koli bantlarıyla paketlenmiş uyuşturucular, bir miktar para ve bir tabanca vardı. Kamera tabancayı yakın plan gösterirken 

“İşte bu… Çekler’in meşhur yedi altmışbeşliği… Polonya’da iken bende de vardı aynısından. 

“Polonya?” dedim içimden.

“Polonya sınırının ormanlık bölümünden gece üçte Çekoslovakya’ya geçtim oradan bir tane ‘Çek Vizör’ alıp ertesi gece gene aynı noktadan Polonya’ya geri döndüm.”
“Neden?”
“Peşimde birileri vardı… Karşılaşırsak ya ben gidecektim ya onlar.”
“Karşılaştın mı?”
“Sobaya iki odun daha at, iki gündür çok üşüyorum nedense…” diyerek detaya girmemi engelledi yine.

Anlattığı hikayeler kriminal olmaya başlamıştı inceden. Bir anı daha anlatmasını istiyordum ama enerjisi iyice düşmüştü, dizlerinde kediyle koltukta uyuyakaldı. Kedi sevgisi de yeni çıkmıştı. Son iki senedir, her gün başka isimde çağırdığı bu kediyi yanından ayırmıyordu. Onunla bir bebekle konuşuyormuş gibi konuşuyordu. Kediyle böyle konuşurken her gördüğümde “Ulan şu kediye gösterdiğin sevginin onda birini bize gösterseydin zamanında, her şey başka türlü olacaktı” diye geçirirdim içimden.

Ertesi akşam ben bulaşıkları makineye yerleştirirken “Mulhacen’de 300 metrelik bir uçurum var” diye anlatmaya başladı. Hemen bulaşık toplamayı bıraktım. Ellerimi silerken “Mulhacen neresi?” diye sordum.

“Yerin değil, dağın adı Mulhacen… İspanya’da”
“Vay a*ına koyim! Avrupa bölge sorumlusu gibi herifmişsin, gitmediğin yer kalmamış”
“Ne dedin?”

Sesimi biraz yükselterek “Dur şu sigaramı alayım mutfaktan, öyle devam et anlatmaya” dedim. Bir sigara yakıp dinleme pozisyonuna geçtim.

“Uçurumun dibinde kamp yapıyordum. Sabahın ilk ışıklarıyla çadırdan çıkıp ateş yakmak için odun toplamaya başladım. Ateşimi yaktıktan sonra kahve yapmak için su dolu cezveyi ateşin üstüne yerleştirdim. Kahve suyu ısınırken kamp sandalyeme oturup bir sigara yaktım. Birkaç dakika sonra uçurumun tepesine doğru kuş hareketliliğinin arttığını fark ettim. Çadırdan dürbünü alıp yukarı doğru baktım. Kayalıktan sarkan ipin ucundaki ölmüş bir dağcıyı yiyen akbabaları gördüm. Kahvemi içtikten sonra çadırımı toplayıp aşağıdaki köye indim ve bir telefon bulup yetkililere haber verdim.”
“Kahveni içtikten sonra mı?” dedim şaşkınlıkla.
“Bu soba söndü galiba ben hala çok üşüyorum.”
“Daha yeni odun attım gürül gürül yanıyor ne sönmesi.”
“Üşüyorum işte napiim?”
“Bugün hiç bahçeye çıkmadın, bütün gün koltukta oturdun. Çok hareketsiz kaldın o yüzden üşüyorsundur” 

Bir battaniye getirdim ve üstünü örttüm. Battaniye sayesinde biraz ısınınca uyuyakaldı. Üç gündür bahçeye çıkmıyordu bütün gününü koltukta uyuklayarak geçiriyordu artık.

“Çok hareketsiz kaldın. Bahçeye çıkıp biraz yürüyüş yapsan iyi gelir.”
“Yapamam çabuk yoruluyorum.”
“İyi misin peki? Yarın doktora götüreyim mi seni?”
“İyiyim iyiyim. Sadece biraz yorgun hissediyorum o kadar.”
“Biraz süt kalmıştı bir nescafe yapayım mi? İçin ısınır biraz.”
“Olur yap.”

Nescafeyi uzatırken “Dikkat et çok sıcak… Sapından tut sadece” dedim. Dediğimi duymamış ya da gerçekten üşüyor olmalı ki fincanı avuçlarının içine alıp öyle içmeye başladı.

“Bosna’daki soykırımdan sorumlu Sırp generalin nasıl yakalandığını biliyor musun?”
“Tek bildiğim bir ormanda saklandığı ve orada yakalandığı.”
“Operasyonun detaylarını öğrenmek ister misin?”
“Elbette… Anlat hadi!”
“Ormanda saklanan bu Sırp generalin çok güvendiği on yakın koruması varmış. Bu korumalardan bir tanesi generalin Amerika’ya kaçma planlarını organize etmek için sık sık şehre gidip geliyormuş. Bu şehre gidip girişlerden birinde Boşnaklar tarafından yakalanmış. Sorgulama sonunda generalin kaçış planından haberdar olan Boşnaklar onu yakalamak için bir plan kurmuşlar. Özel eğitimli on kişilik Boşnak komando ekibi Sırp askeri kılığına girmiş. Yakaladıkları Sırp koruma ile birlikte ormanda saklanan generale yaklaşınca diğer dokuz yakın koruma bunlara katılmış. Bağlantıları kuran koruma generale “Bütün bağlantılar tamam, uçak sizi şu noktada bekliyor sizi uçağa götürmeye geldik” demiş ve generali alıp Amerika’ya götürecek olan uçağa doğru ormanda ilerlemeye başlamışlar. 20 kişilik yakın koruma ile uçağa doğru gittiğini zanneden general pek mutlu görünüyormuş. Plan gereği her Boşnak komando bir Sırp korumanın arkasında konumlanacak ve “Burada biraz duralım” parolasını duyar duymaz önündeki Sırp korumayı kafasından tabancayla vuracaktı. Mevsim kış, yerler dizboyu kar… Bir nehri geçmek zorunda kaldıklarında Boşnak komandolardan biri “Generalim izin verin; sizi nehrin karşısına sırtımda geçireyim, hasta olmanızı istemem” demiş ve generali sırtına alıp nehri geçmeye başlamış. Generali nehrin karşısına geçirip yere indirmiş ve “Burada biraz duralım” dedim… 

“Demiş” diye düzelttim.

“…dedim ve on tabancanın aynı anda patlama sesi ile nehir kırmızıya büründü” diye devam etti.

“O sendin” dedim şaşkınlıkla… “Ya diğerleri?” dedim kızgınlıkla. “Konteynırdakiler işçi değildi ve sen pasaport kontrol demedin…”
“Taradım” dedi kısaca.
“Nükleer santral?”
“12 kişiye 36 saat işkence edip toprağa gömdüm.”
“Tamam sus yeter! Gerisini tahmin edebiliyorum” dedim. Dehşete kapılmıştım.
“Sen… Sen bir…” diye kekeledim… Kelime bulamıyordum.
“Assasin” dedi ve sustu.

Bir sigara yakıp balkona doğru yöneldim, arkamdan “Farko” diye seslendi. Durdum… Sekiz yaşımdan bu yana bana böyle seslenmiyordu.

“Özür dilerim” dedi.

Ona doğru dönüp bağırarak “Ne için özür diliyorsun!? Onlarca insanı öldürdüğün için mi? Bana babalık yapmadığın için mi? Sırf kendini cezalandırmak için bir senedir kasıtlı olarak midemi bulandırdığın için mi?

“Tokat için” dedi ve son nefesini verdi.

ad826x90
ad826x90
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Kemal ama “k”si küçük!

HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.